Sibel ERCAN'ın "YASAR KEMAL, AHMET YORULMAZ VE SABÂ ALTINSAY’IN ESERLERİNE LOZAN MÜBADELESİ’NİN YANSIMASI" adlı tezinden

Sibel ERCAN'ın "YASAR KEMAL, AHMET YORULMAZ VE SABÂ ALTINSAY’IN ESERLERİNE LOZAN MÜBADELESİ’NİN YANSIMASI" adlı tezinden

YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ


ÖNSÖZ

Bu tezde genel bir baslıkla ifade etmek gerekirse Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na nasıl yansıdıgı analiz edilmistir. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ya da edebiyat gibi alanlarda Lozan Mübadelesi hakkında yapılan çalısmaların nicelik ve nitelik açısından azlıgı sebebiyle böyle bir çalısma içerisine girilme ihtiyacı duyulmustur.

Tezimizde zaman kısıtlaması da degerlendirmeye tabi tutularak çesitli eserler seçilmis ve bunların derinlikli sekilde incelenmesi yoluna gidilmistir. Türk Edebiyatı’nda 1990’lardan önce Mübadele’yi ele alan edebî nitelikli metinlere pek rastlanılmamakta; ancak kimi olumlu kimi de olumsuz imgelere sahip bazı Rum karakterler çesitli roman ve hikâyelerde dikkati çekmektedir. 1990’lardan sonra ise Mübadele konusunu elen alan eserler görüldügü gibi, özellikle ’90’ların ikinci yarısından itibaren kendine bu temayı seçen yapıtların sayısında artıs gözlemlenmektedir. Dolayısıyla inceleyemedigimiz bu metinlere kapsamı daha genis bir çalısmada de yer verilip, bunlar hakkında analizler yapılabilir; ancak konunun tarihle olan baglantıları asla dikkatten kaçmamalıdır. Bilindigi gibi Mübadele konusu tamamen Lozan’da ortaya çıkan bir karar degil, bir sürecin sonuçlandırılmasıdır. Çalısmamızda bu süreç göz önünde tutularak, Mübadele’nin tam olarak anlamlandırılabilmesi için ayrıntılı tarihî arastırmalar yapılıp, baglantılar kurulmustur.

Kuskusuz bu noktalarda daha özel baslıklar altında derin arastırmalar yapmanın mümkün oldugunun farkında oldugumuz kadar, bu tezin karsılastırmalı edebiyat alanı içerisinde bir çalısma oldugu da unutulmamıs; tezin yapısı buna göre olusturulmustur.

Çalısmamızın iskeleti olusturulurken kendi alanlarında degerli çalısmalar olan Arzu Akbatur’un “Postmodernism, Postcolonialism and the Artifice of History” (Akbatur, 2003) ve Zeynep Rana Smith’in “The Critique of Imperialism and Textual Counter-Violence in J. M. Coetzee’s Dusklands” (Smith, 2003) adlı yüksek lisans tezlerine de basvurulmustur.

Tezimizin yazım asamasında Türkiye Türkçesi’nin gramer kuralları baz alınıp, Türk Dil Kurumu’nun 2005 basımı “Yazım Kılavuzu” ile Dil Dernegi’nin 2005 “Yazım Kılavuzu” karsılastırmalar yapılarak kullanılmıs olmakla birlikte, Osmanlıca tamlamalarda aslına sadık kalınmıstır.

Bu açıklamaların ardından, yasadıgım zorlu süreçte bir sekilde varlıgı benimle olan tüm insanlara tesekkürlerimi içtenlikle iletmek isterim:

Öncelikle tez danısmanım Prof. Dr. Nedret Kuran-Burçoglu’na bana güveni, destegi ve tezim süresince iyimser yaklasımının hep benimle olmasından dolayı çokça tesekkür edip, saygı ve sevgilerimi belirtmek isterim. Ögrenim hayatımda karsılastıgımız günden beri kendilerinden çok sey ögrendigim, her türlü desteklerini benden esirgemeyen, her zaman sevgi ve saygıyla anacagım hocalarım Prof. Dr. Fatma Erkman, Yard. Doç. Dr. Melda Üner’e çok tesekkür ederim. Sevgili hocam Prof. Dr. Cevat Çapan’a kendisini tanıdıgım günden bugüne bana kattıgı her sey için sonsuz tesekkürler; eger onun varlıgı olmasaydı, bulundugum noktadan daha geride bir yerlerde olurdum. Ögrenim yasantım boyunca bana katkı saglayan ismini andıgım ve anamadıgım tüm hocalarım sayesinde gönül gözüm daha da zenginlesti.

Seçtigim eserlerin yazarları sevgili Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz’a benimle paylastıkları dostlukları ve Yasar Kemal’e Türk Edebiyatı’na yaptıgı katkılardan dolayı tesekkürü borç bilirim.

Çalısmanın baslangıcında bana destek olup yüreklendiren Ömer Tuncer’le birlikte Mübadele konusundaki iradeli çalısmalarını içtenlikle tebrik ettigim Lozan Mübadilleri Vakfı ve Rumeli Egitim Vakfı’na bana verdikleri destek dolayısıyla bir kez daha tesekkür ederim.

Tezim süresince bana yardım etmek için elinden geleni yapan arkadasım Turgay Gümeli basta olmak üzere Esin Kılıç ve Songül Tuncalı ile beraber yürüdügüm yolda benimle bir olan tüm dostlarıma, sabırla beni destekleyen degerli aileme ve ilgilerini üzerimden eksik etmeyen ögrencilerime tesekkür edip, bir kez daha sevgilerimi iletirim.

Son olarak, geçtigim tüm sehirleri, beni ben yaptıkları ve kimligime maddi-manevi açıdan kattıkları her sey için her daim sevgiyle ve özlemle anacagımı da özellikle belirtmek isterim.

ABSTRACT

The 1923 Exchange of Populations between Greece and Turkey as part of the Lausanne Treaty was a significant historical event for the establishment of nation states in both countries. This exchange of population was not a simple migration movement between the two countries concerned, but it also signified the extension of a change in the structure of the state that had started long before this exchange.

Great Empires of the Middle Ages started to collapse one by one after their long existing populations had gained a national consciousness, and the French Revolution emerged as a symbol of this process, and thus nation states started to appear at the places of those Empires. The Ottoman Empire was articulated to this process of nation formation with the start of the modernization movement. Some states, such as Greece, declared their independence in the last Century of the Empire that went through wars. During this process some problems in Greece continued until the foundation of the Turkish Republic and sharp results were to a great extent obtained with the Protocole signed in Lausanne, in 1923.

According to the decisions taken in the Lausanne Treaty, the Orthodox Christians that were living in Anatolia –with the exception of those living in İstanbul – and were citizens of the Turkish Republic, and the Moslems that were living in Greece – with the exception of those living in Western Thrace – and were citizens of the Greek Republic were subjected to mutual migration. This obligatory exchange of the people didn’t remain in the political domain only, but was also reflected in the activities in art and literature of the countries at different times. The reception of images that had been formed in those countries in the course of time with a close connection to historical events also varied.

One of the primary aims of this thesis is to make a comparative analysis of the reflection of 1923 Exchange of Populations as part of the Lausanne Treaty on Turkish Literature by taking into consideration the relation of literature with history and political science. For this reason in order to go beyond surface analysis, certain literary works of eminent authors have been chosen that are analyzed in detail. These are the following novels; Yasar Kemal’s Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Saba Altınsay’s Kritimu - Girit’im Benim, and Ahmet Yorulmaz’ Savasın Çocukları.

Theories of Imagology and Reception Studies are used in interpreting the texts, the impact of the chosen works on literature are investigated, the way they dealt with the migration theme and the way the images have been formed are analyzed. One of the significant results that are obtained in the thesis is the importance that all three authors have attached to the togetherness of their people during this migration process that have also influenced the formation of the Image of the Turk and the Image of the Greek in the works that have been analyzed.

ÖZET

1923 Lozan Mübadelesi, hem Yunanistan hem de Türkiye için ulusal bir devlet kurma yolunda uygulanmıs olan çok önemli bir tarihî olaydır. Lozan Mübadelesi yalnızca iki devlet arasında yapılmıs bir degis tokus / göç olmadıgı gibi, Mübadele’den uzun bir süre önce dünyada degismeye baslayan devlet yapılarının uzantısı niteligini tasır.

Orta Çag’ın büyük imparatorlukları; dünyada eskiden beri mevcut olan milletlerin ulus bilincini kazanması ve Fransız Devrimi’nin bu sürecin simgesi olarak sahneye çıkmasından sonra teker teker yıkılmaya baslamıs, bu imparatorlukların yerlerine ulus-devletler kurulmustur. Osmanlı İmparatorlugu da bu uluslasma sürecine çagdaslasma hareketlerinin baslamasıyla eklemlenmistir. İmparatorlugun savaslarla geçen son yüzyılında Yunanistan gibi kimi devletler bagımsızlıklarını ilan etmistir. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulusuna kadar Yunanistan’daki bazı problemler devam etmis, kesin sonuçlar büyük oranda 1923 Lozan Protokolü’nde alınmıstır.

Lozan Sözlesmesi’nde alınan kararlara göre İstanbul hariç Anadolu’da yasayan Türk uyruklu Ortodoks Hıristiyanlarla, Batı Trakya hariç Yunanistan’da yasayan Yunan uyruklu Müslümanlar karsılıklı göçe tabi tutulmustur. Halkların bu zorunlu degisimi sadece siyaset alanında kalmamıs; bu ülkelerin sanat ve edebiyat alanlarındaki faaliyetlerine de farklı zamanlarda yansımıstır. Bu zamanlara baglı olarak ülkelerde olusan “imge” alımlamaları da degisiklik göstermistir.

Bu çalısmanın öncelikli amaçlarından biri, tarih ve siyaset bilimi gibi alanlarla edebiyatın
iliskisini göz önünde bulundurarak, Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na yansımasının
karsılastırmalı bir analizini yapmaktır. Bu amaçla yüzeysel bir incelemenin ötesine geçip, derinlikli analizler yapabilmek için bazı eserler seçilmistir. Seçilen anlatılar Yasar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Sabâ Altınsay’ın “Kritimu – Girit’im Benim” ve Ahmet Yorulmaz’ın “Savasın Çocukları” adlı eserleridir.

Yapılan incelemeler İmgebilim ve Alımlama Estetigi kuramları kullanılarak degerlendirmeye tabi tutulmus; seçilen metinlerin edebiyata ne ölçüde katkı sagladıkları, Mübadele konusunu nasıl isledikleri ve ne gibi imgeler olusturdukları arastırılmıstır. Elde edilen en önemli sonuçlardan biri, bu yazarların halkların bir aradalıgına verdikleri önem dogrultusunda kurgu insa ederek Rum veya Türk imgelerini yaratmıs oldugudur.

1 GİRİS

Bilinmedik günler buldu bizi
Bilinmedik günler sürdü izimizi
Yok edecekler
Günlük sevinçlerimizi
Ya oynamaya devam edecegiz
Ya da yeni bir sehir bulacagız... (The Doors, Strange Days)

Özellikle köklü bir geçmise sahip olan toplumlar, tarih boyunca izleri kolayca
kaybolmayacak siyasi, sosyal ve ekonomik yönlerden birçok olaya tanık olmuslardır. Bu
çalısmada Dogu Akdeniz cografyasındaki önemli nüfus hareketlerinden biri olan; hem
Türkiye’de yasayan göçmen ve yerlesiklerin hem de Yunanistan’daki insanların hayatını
derinlemesine etkileyen, ulusal devlet bilinciyle yapılan ‘Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na çesitli açılardan etkileri degerlendirilecektir. Bu baglamda, çalısmamızın temelini olusturan Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Ada Üçlemesi 1) (Kemal, 2003), Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları (Yorulmaz, 2004), Sabâ Altınsay’ın Kritimu – Girit’im Benim (Altınsay, 2004) adlı eserlerine “Mübadele” olgusunun nasıl yansıdıgı üzerinde çalısılarak, karsılastırmalı olarak analiz edilecektir.

Eser seçimi yapılırken Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz (Kemal, 1999) adlı belgesel romanı üzerinde özellikle durulmustur. Roman, Minoglu’nun kızlarının ana karakterin ailesine emanet edilmis olan çeyizlerinin yıllar sonra Yunanistan’daki torunlarına iadesini anlatır.

Bu eser tam anlamıyla kurmaca olarak degerlendirilememektedir; çünkü romanda aslında
gerçek bir öykünün arastırma süreci ve bu süreçte özellikle Yunanistan’a göç etmis
Rumlarla yapılan konusmalar aktarılmaktadır.

Önemli bir belgesel roman olmasına karsın Emanet Çeyiz’i çalısmamızda
kullanmamamızın sebebi, olusturdugumuz yapının dısında kalmasıdır. Bu nedenle uzun bir
arastırma sürecinin sonucunda olusturulmus Emanet Çeyiz adlı bu romana ilerideki
çalısmalarımızda yer vermeyi planlamaktayız ki bu sayede Mübadele hakkında yazılan
önemli bir metni etkin bir sekilde degerlendirme olanagına da sahip olabilecegiz. Bu
konularda çalısmak isteyen baska arastırmacılara da uzun anlatılar içine dâhil olan eserler
sınıfında bu metni incelemelerini tavsiye ederiz. Bu açıklamalarımızın yanı sıra
eklemeliyiz ki sadece adını andıgımız ve eserlerini inceledigimiz yazarlar degil, gün
geçtikçe baska isimler de Lozan Mübadelesi hakkında çesitli anlatılar yazmaktadırlar.

Kuskusuz bu metinlerin de üzerlerinde çalısılıp analizleri yapılmalıdır.

2

Böyle bir çalısmanın yapılmasındaki öncelikli amaç; Türkiye’de Lozan Mübadelesi
hakkında edebiyat kapsamında yapılan çalısmaların Yunanistan’dakilere oranla azlıgıyla baglantılı olarak ilginin daha çok 1990’lardan sonra ortaya çıkması yüzünden bu alandaki ikincil metinlerin eksikligini bir nebze olsun giderebilmek için ayrıntılı analizler yapmaktır. Bu sebeplerin dısında, bu konuyla baglantılı ‘edebî metinler’in nicelik ve nitelik olarak yetersiz olması ve üstünde çok fazla çalısılmaması da böyle önemli bir tarihsel olayı sorgulamaktan kaçınılmaması gerektigi bilinciyle bizi arastırma yapmaya ve arastırırken de mümkün oldugu kadar nesnel olmaya sevk etmistir.

“Göç”, içsel ve dıssal olarak Türk toplumu için çok önemli bir kavram ve olgudur. Toplum hem mekân hem de iç dinamikler açısından sürekli devinim içindedir. İç göç ve dıs göç toplumun belleginde bir hayli yer ettigi için, tarihin berisinde ve ötesinde kalan sanat,

müzik, edebiyat, sinema gibi alanlara yansımaması mümkün degildir. Makro yapıdaki

“göç” unsurunun etkisinin dısında, daha özel olarak Mübadele’nin etkileri, Türkiye’de

özellikle mübadillerin olusturdugu anlatılara yansımıstır. Tüm bunlar, bir toplum için

incelenmesi ve beraberinde iç hesaplasması yapılması gereken en önemli konulardan

biridir. Osmanlı Devleti’nden geriye kalan toprakların mirasçısı konumundaki Türkler, bu

uzun tarihin sadece çesitli parçalarını geçmisten alıp gelecege aktarmak yerine, kendi

tarihini bir bütün olarak görmeli ve bunu içsellestirmelidir. Kendilerine kalan ve bir

toplumu toplum yapan her türlü kültürel miras giderek azaldıgından, özellikle yeni

kusaklar bu kopusun bedellerini daha fazla ödemek durumunda kalmaktadırlar. Kültür

yozlasması ve bireyin giderek toplumdan soyutlanıp içine kapanması dünyanın pek çok

yerinde engellenememektedir. Kendine ve toplumuna yabancılasma -sosyal, siyasi ve

ekonomik öteki etkenlerle de birleserek- neredeyse kaçınılmaz ve tabii biraz da günümüz

dünyasındaki benzer gelismelere paralel olarak Anadolu’nun tüm vücuduna yayılarak

insan tekini “dil”sizlestirmektedir.

Bunun yanında insanoglunun unutmaması gereken bir gerçeklik var ki o da dünya tarihini

hep birlikte olusturdugumuzdur!

Mübadil ve muhacirlerin,1 kendilerini asıl ait hissettikleri ‘yer’lerden koparılıp farklı

cografyalara tasınmak zorunda bırakılması; birçogu için Araf’ta ancak hayat bulabilen bir

1 Mübadele sözcügü Arapça ‘bedel’den gelir, ilk anlamı ‘degis tokus’, yani ‘bir seyi baska bir seyle

degistirme’dir. Mübadil sözcügünün ilk anlamı ise ‘baskasının yerine getirilmis, bir seye bedel tutulmus’

demektir. Bunun yanında muhaceret kelimesi de hicret’ten gelmekte olup ‘muhacirlik, göç etme’ anlamı

3

zamanın ruhunu beraberinde getirmistir. Kisisel olarak tüm bu tanımlamaların hiçbirine

dâhil olmamakla birlikte, Anadolu’nun ayrı zaman ve mekânlarında da yasansa, ‘bireysel’

bazda hissettigim aidiyetsizlik duygusu, bilinçle bilinçaltı arasındaki bir düzlemde bu

konuyu seçmemdeki etkenlerden biridir.

Asıl konumuzun baslangıcı olarak öncelikle sunu ifade etmeliyiz; 1923 Lozan

Antlasması’yla meydana gelen Mübadele’de takas edilen her iki halkın da göçün ilk

yıllarında yasadıgı en önemli problemlerden biri kimlik karmasasıdır; çünkü aidiyetleri

degistirilmistir.

Bu çalısmada Lozan Mübadelesi’nin adı zikredilen romanlara yansımasının analizini

yapmadan önce, Mübadele’nin tarih ve siyaset içindeki yeri degerlendirilmistir. Mübadele,

tarih içerisinde tek basına ele alınamayacak kadar baska olaylar ve gelismelerle baglantılı

bir göç vakası oldugu için Mübadele’yi doguran uluslasma süreci de tezimize eklenmistir.

Tezin birinci bölümünü olusturan giris kısmında bu amaçlar göz önünde bulundurulmus,

ikinci bölümde göç olgusu hakkında genel degerlendirmeler yapılmıstır. Bu baglamda

Mübadele, belli bir sözlesmeye baglı da olsa, genel “göç” kavramı kapsamında da ele

alınmaktadır.

Üçüncü bölümde, çalısmamız elverdigi ölçüde uluslasma kavramının siyaset içerisindeki

anlamına ve Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecine de yer verilmistir. Bunun yanında

uluslasma çok kapsamlı bir süreç ve olgu oldugudan, çok daha ayrıntılı degerlendirilmelere

müsait bir konudur; ancak bu tez için yapılacak böyle bir çalısma bizi amaçlarımızdan

saptıracaktır.

Dördüncü bölümde de Ege ve çevre yörelerin Mübadele öncesindeki konjonktürüne

konumuzu daha iyi aydınlatması amacıyla deginildiktan sonra, Anadolu’nun Yunanistan

tarafından isgali ve Girit Adası’nın 19. yüzyılı hakkında da açıklamalara yer verilmistir.

Besinci bölümde ise 1923 Lozan Nüfus Mübadelesi, edebiyat alanındaki bir yüksek lisans

tezinin olanakları ölçüsünde ayrıntılı olarak islenmis ve bu asamadan sonra romanların

inlemesinin yapılması uygun görülmüstür.

tasımaktadır; muhacir ise ‘göç eden’ kisilere verilen addır (Devellioglu, 1999: 665, 699). Bu kelimeler

arasındaki ayrım Lozan Antlasması ile yerleri degistirilen halklara Türkçe’de neden ‘mübadil’, bu olaya da

neden ‘mübadele’ dendigini gösterir ki mübadele klasik anlamda bir göç degildir. Türkiye’de Yunanistan’dan

Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilen halk için ‘mübadele’ sözcügü kullanılırken, Yunanistan’da

Anadolu’dan oraya göç eden Rumlar için ‘mülteci’ kelimesi tercih edilmektedir.

4

Altıncı bölümde Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Sabâ Altınsay’ın

Kritimu – Girit’im Benim ve Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı romanları daha

önceki bölümlerde yaptıgımız incelemelerimizin ısıgında degerlendirmeye tabi

tutulmustur.

Son baslık olan yedinci bölümü ise tezin tamamının genel bir degerlendirmesinin yer aldıgı

sonuç kısmı olusturmustur.

Çalısmamızın içerigine uygun oldugu düsünülerek yararlanılan kuramlar İmgebilim ve

Alımlama Estetigi’dir. Romanlar bu kuramlara uygun ölçütlerde degerlendirildiginden

dolayı, özellikle anlatıların biçimsel özellikleri gibi bazı saptamaların tezin dısarısında

bırakılmasına özen gösterilmistir.

Bu çalısmada 1923 yılında gerçeklestirilen Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk

Edebiyatı’ndan seçtigimiz eserlere nasıl yansıdıgı analiz edilmis, romanlar arasında

karsılastırmalar yapılarak çesitli sonuçlara ulasılmıstır.

5

2 GÖÇ VE VARLIK



Göç yolları

Göründü bize

Görünür elbet

Göç yolları

Bir gün gelir

Döner tersine

Dönülür elbet

En büyük silah umut etmek... (Mungan, Göç Yolları)

Göç kavramı “kisinin yeni kosullara daha iyi uyum saglayabilmek amacıyla ya da dogal,

ekonomik, siyasal ve benzeri zorunluluklar sonucunda yasadıgı toplulugu degistirmesi”

olarak tanımlanabilmektedir (Ana Britannica, 2004: 577) Göç,2 insanoglunun belki

dogadaki varlıgı olustugundan beri hayatında tecelli eden bir olgudur. Bu kavram genel

olarak dıs ve iç göç olmak üzere iki türde degerlendirilir. Dıs göç; bazen insan varlıgının

kaçınılmazı olarak vuku bulur, kimi zaman çesitli üst yapıların denetimi altında, kimi

zaman da dünya yüzeyinde yasanılan cografyadan daha iyi bir yer bulabilme umuduyla

gerçeklesir. İç göç ise insan teki için bitmeyecek bir süreçtir; insan’ı kısa ömründe daha iyi

bir hayata degilse bile daha farklı yerlere aktarabilir. Göç kavramının genis sınırlarının

içine ‘sürgün’ü -iç sürgünü de düsünerek- dâhil edebiliriz. Sürgün de göç kavramıyla aynı

biçimde bulunulan noktadan farklı bir noktaya belirli bir süre çerçevesinde zorunlu

harekettir. Adlandırmalarımız nasıl olursa olsun göç, “kisi”nin farkında olsa da olmasa da

göçlerle yabancılasmalar çogullugunun renklerinin iç içe geçmisligiyle yasayıp, insana her

seye ragmen aynı yerde kalsa ya da kalmaya dirense dahi topragının altından kayıp baska

toprakların yerini alması hissini yasatır. Hele ki Anadolu yarımadası, sayıca bir hayli fazla

topluma yar olmustur, öyle ki ‘Anadolu toprakları’ dedigimiz ekinç varlıgının üzerinde

degisik ‘varolus’lar an gelip çakısmıs, çarpısmıs yahut kaynasıp iç içe geçmistir.

Geçmisinden bugüne Türk toplumu devinimsiz yasayamamıs, her daim yeni olusum ve

yapılar kurmustur. On dokuzuncu yüzyılın baslarında ve akabinde yirminci yüzyıla

gelindiginde, önce dogudan batıya dogru yayılan, sonra konuslandıgı yeni merkez olan

Anadolu’dan çevreye dogru yayılan ‘göç’ hareketlerinin yerini, çemberin dıs halkalarından

merkeze dogru daralan bir sekil almıstır. 2000’lerin ilk yıllarının yasandıgı su günlerde

toplumun geneli maddesel olarak ulus sınırlarının dısına göç etmese de manevi anlamda

2 “Göç, bu süreci yasayan herkes için (yetiskin, genç, çocuk, kadın, erkek) sarsıcı bir deneyim olma riskini

tasır. Herkes farklı düzeylerde ve farklı yönlerde (olumlu-olumsuz) de olsa bu süreçten etkilenir. Göç bir

sosyo-ekonomik sistemden digerine, bir kültürel sistemden digerine geçmeyi içerir…” (Gün, 2002: 7)

6

iletisim süreci içerisinde Batı’ya dogru yönelis istegi politik düzlemde devam etmektedir.

Bu durumda sunu ifade edebiliriz; Türk toplumu genel baslıgı altında toplanan “halk” çok

uzun yıllar öncesindeki gibi; ancak bu kez çagdaslasmanın uzantısı olarak dogudan batıya

dogru tekrar yatay bir hareketlenme seyrine girmistir.

Türkiye’yi dıs göç kadar etkileyen baska bir faktör ise iç göçtür. ‘Mekân’da meydana gelen

bu siddetli dalgalanmaların basta psikolojik, ekonomik, siyasal, sosyolojik ve benzeri

etkileri, eylemin ardından / beraberinde kaçınılmaz bir sekilde vuku bulur. Göç

gerçeklestikten sonra ‘göçmen’in kendi hayatını derinden etkileyebilecek sorunlarla

yüzlesmesi gerekebilir ki kimi zaman kisi bunun ayırdında da olmayıp hayatında neler

oldugunu kavrayamayabilir.

Göçten, göç eden insanlar kadar, bölgeye evvelden yerlesmis insanların da hayatı olumlu

ve olumsuz sekillerde etkilenebilir. Ayrıca göç’ün ardından yasanabilecek bu sorunların,

göçün müsebbibi olabilecegi de unutulmamalıdır.

Kullanıldıgı baglam tam anlamıyla yabancı göçmenleri içerse de mübadillere de

uyarlanabilenecek bir düsünceyi Abdelmalek Sayad kısaca su sözlerle ifade eder:

Göçmenler varlıklarını ‘mesrulastırma’ çabası içinde olmalarının yanında, bir ulusun

sınırları çerçevesinde yasamasına ragmen siyasal alandan dıslanır; çünkü ‘göçmen’ ulusal

olmayandır (Sayad, 2003: 27). Anadolu’ya yerlesen mübadil toplulugu; Türkçe bilmemesi,

gerçek / asıl yerleskelerinin nesillerdir Anadolu olmaması gibi nedenlerle bu topraklara

yabancılasmıstır. Göçmenler, yabancılasmanın kaçınılmaz hâlet-i ruhiyesi ne tam buralı ne

de tam oralı olma duygusunun bir sonucu olarak aidiyet ve kimlik sorunlarını yıllarca

yasamıstır. Bireysel çeliskilerin dısında baska bir çeliski unsuru da Türkiye’nin yasadıgı

birtakım iç sorunlardan dolayı bunları direkt ve yasamı sürdürdügü dogal çevre içinde

ifade edememe problematigidir. Bunun neticesinde kisi farklı ifade yolları, sanatta da

karsılasılan engeller düsünülürse patikaları bulur: Su bakımdan ki insanların kendini,

içinde bir türlü onulamayan ‘sey’leri edebiyat ve müzik gibi sanatsal etkinliklerle ifade

etmesi yazıdan daha eski bir tedavi yöntemi olarak görülebilir; fakat Türkiye’de

Yunanistan’dan farklı olarak sinema, müzik, sanat ve edebiyat alanlarında ancak

doksanlardan sonra Mübadele’nin, mübadilligin yansımaları belirgin olarak bulunur.3

3 Hâlâ Yunanistan’da yasayan Müslümanların (Pomaklar, Çingeneler, Türkler) azınlık diye kabul edilmesi

hakkında Jeanne Hersant su degerlendirmeyi yapar (Hersant, 2003: 85): “Her seyden önce, Müslüman

7

On dokuzuncu yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren ‘insan’; evrende yasanan siyasi,

teknolojik ve ekonomik anlamda olumlu / olumsuz gelismelerin sonucunda dünyaya

yabancılasmaya baslamıstır (insanın modern çaga adım atısını simgeleyen bir

yabancılasma kastedilmektedir). Bu baslangıç, zaman ilerledikçe insan’ı daha da

yalnızlastırıp, bireysellesmesine yol açmıstır. Dünyanın yeniden sekillendigi bu yıllar

boyunca ülkelerin gelecegini sekillendiren pek çok göç yasanmıstır. Genis ölçekte

vurguladıgımız yabancılasma kavramının içini biraz daha doldurmak gerekirse, kendini

anlamlandırma istegi, bulma arzusu ‘göç eden’ için ortaya çıkan ruh hâllerinden bazıları

olarak ifadelendirilebilir.

Göç olgusu psiko-sosyal açıdan irdelenirken üretilen teoriler arasında yabancılasma

kavramının kapsamında asagıda verilen bes faktör üzerinde durulur (Balcıoglu ve Samuk,

2002: 40-44):

“a) İktidarsızlık: Bireyin hâlihazır sosyal ve siyasal kurallar altında kendi sosyal ve siyasi dünyasına tesir

etme imkânının mevcut olmayısı inancı.

b) Anlamsızlık: Bireyin davranıs neticelerini yorumlayan ve yargıda bulunmasını saglayan kesin bir inanç

sisteminin eksikligi.

c) Normsuzluk: Ferdi davranıs üzerindeki sosyal normların gücünü düzenlemede beliren bozulmalar.

d) Tecrit (Soyutlama= Isolation): Bireyi kendi inanç sistemlerine baglayan yüksek degerlerden yani

toplumdan ayrılmıs olma duygusu.

e) Kendine Yabancılasma (Self-estrangement): Bireyin, içe ait anlamsızlıktan ziyade, dısa ait beklentiler

konusundaki davranıs bagımlılıgı.” (Balcıoglu ve Samuk, 2002: 40-44)

Bu maddelerin paralelinde yabancılasmıs ‘modern insan’ içinde “göçmen”in, bulundugu iç

ve dıs düzleme dogal olarak bir kat daha yabancılastıgı -Chambers’in ifadesiyle

heterotopik bir gelecekle karsı karsıya kalan göçmen insanlar hakkında (Chambers, 2005:

16)- kolaylıkla söylenebilir. Chambers, göç kavramını sorguladıgı çalısması içerisinde

‘kimlik’ olusumuyla ilgili olarak, ‘öteki’nin varlıgı kabul edildiginde insanın dünyanın

merkezinden uzaklastıgını, dolayısıyla merkez ve varlık duygularının da degistigini, buna

mukabil kisinin asıl köklerinden kopmasına da neden oldugunu ifade eder (Chambers,

2005: 39). Bu degerlendirme elbette çok genis perspektifli olup, bizim konumuzun oldukça

dısına çıkan çesitli göç konularına da isaret etmektedir.

Göçmen; kim olursa olsun, hangi çagda, uzamda bulunursa bulunsun geçmis varlıgının

izlerini yeni yasamında daima hissedebilir:

azınlıgın pozitif hakları ve sosyo-kültürel imtiyazlarının devamlılıgını güvence altına alan bu statü,

Müslüman azınlıgı, de facto (fiilen), Türk ulusal insa sürecinin dısında bırakmakla kalmamıs, Yunan ulusal

insa sürecinden de dıslamıstır; çünkü Yunan ulusal kimligi temelde ‘Helenizm’ üzerine kurulmustur. Ulusal

aidiyet sadece dil ile degil, ‘Ortodoksluk’ ile de belirlenmistir…” (Hersant, 2003: 85)

8

“…Miras olarak devraldıgımız seyler -kültür, tarih, dil, gelenek, kimlik duygusu- imha edilemez; ama

parçalanır, sorgulamaya açılır, yeniden yazılır ve yeni bir yöne sokulur. Dilimizin ve kimliklerimizin

unsurları ve iliskileri, ne yeni ve daha elestirel bir uyumlu bütünde yeniden bir araya getirilebilir ne de terk

edilip reddedilebilir…” (Chambers, 2005: 40)

Yerlesilen yeni mekân kisiyi tam anlamıyla içine almadıgı için aidiyetlere farklı bir yön

verilmek durumunda kalındıgı gibi, yavastan hızlıya dogru yelpazelenmis çesitlilikte

akabilen bir süreçte ‘degisim’ de devinim halindedir; çünkü bireyin yasadıgı cografya

kadar varlıgının cografyası da farklılasmıstır.

Chambers; seyahat, göç ve hareket edimlerinin sonucunda mirasımızın sınırlarına

varacagımızı; dolayısıyla eskiden beri devam eden alıskanlıklar ve düsünce kalıplarını

benimseyebilecegimiz gibi ikinci bir seçenek olarak ise korkularımızla yüzlesip mevcut

durumun üstüne gidebilecegimizi belirtmektedir (Chambers, 2005: 144, 145).

Aynı düsünüs biçimi kendi tarihimiz için de geçerlidir. Bu hususa daha evvel dikkat

çekmistik; ancak yinelemekte sakınca görmüyoruz; toplum yapımızı derinlemesine

etkileyen “göç”lerden ve bunun sonuçlarının hem küçük hem de büyük ölçekte nesnel bir

tutumla irdelenmesinden, farklı bir deyisle bu gerçekle ‘yüzlesmek’ten çekinmemeliyiz.

2000’li yıllarda dünyanın tüm bölgelerinde hızlı göç hareketleri yasanmaya devam ettigi

gibi yeryüzünde hiçbir zaman esit dengeye ulastırılamamıs esitsizler (ekonomik, sosyal,

hukuki, teknolojik gibi), adaletsizlikler, savaslar basta olmak üzere çesitli yıkımlar hâlâ

sürmektedir. Göçmen, göçebe, mülteci ve sürgünlerin çogunun bulundugu kosullar

hayatlarını yasamayı zorlastırmaktadır. İste bu sebeple göç üzerine yapılmıs çalısmaların

önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Dünyadaki belli baslı büyük göç dalgaları bese ayrılmıstır; bu göç dalgaları içinde

Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının 1. Dünya Savası sonucu dagılmasıyla olusan

göçler üçüncü grupta degerlendirilmektedir ki Lozan Mübadelesi de bu grupta yer alır

(Gün, 2002: 60). Diger büyük göç dalgaları su sekilde sıralanmıstır: Batılı devletlerin

XVII. yüzyıldan 1. Dünya Savası’nın sonuna kadar baska ülkelerde koloniler olusturması,

XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki köle ticareti, Batılı Devletlerin koloni kurdukları ülkelerdeki

yerli halkların bagımsızlıklarına kavusmasıyla Batılıların bu ülkeleri terk etmesi ve 1950-

1970 yıllarını arasında yogun olarak meydana gelen isçi göçleridir.

9

3 GENEL HATLARIYLA ULUSLASMA KAVRAMI VE OSMANLI

DEVLETİ’NİN ULUSLASMA SÜRECİ

Ne yaparsan yap bu yasam bir kurgudur,

Ve çeliskilerden olusur. (Blake, Ne Yaparsan Yap Bu Yasam Bir Kurgudur)

19. yüzyıl ve 20. yüzyılın özellikle ilk yarısı tüm dünyada imparatorlukların yıkılıp

yerlerine ulus devletlerin kuruldugu bir dönemdir. Lozan Mübadelesi de Türkiye ve

Yunanistan’ın uluslasma sürecinin önemli parçalarından biridir.

Server Tanilli’nin (Tanilli, 2005: 114-116) de belirttigi gibi dünya tarihinde bu sürecin asıl

temelini 1789 Fransız Devrimi olusturur ki ‘milliyetler ilkesi’ne göre de her halk

“bagımsız bir devlet” olma hakkına sahiptir:

“… Halkların kendine özgü bir kültüre sahip canlı varlıklar oldugu düsüncesi, Fransız Devrimi’nden önce

ortaya çıkmıstır…” (Tanilli, 2005: 114)

Bilindigi ve Tanilli’nin de isaret ettigi gibi Fransız Devrimi “bu düsünce”ye bir form verip

önemini ön plana çıkartmıs ve asıl temelini farklılastırmıstır (Tanilli, 2005: 115).

Milliyetler ilkesi konusunda önemli ve belki zaman zaman dikkatlerden kaçan hususlardan

biri de sudur:

“Milliyetler ilkesinin, Alman kaynaklı bir ‘romantik’ yorumu vardır ki ‘dil’e dayanır; Fransız kaynaklı

‘klasik’ yorum ise bu ilkeyi, ‘halkların iradesi’ne dayandırır…

Ama en çok yayılan, Fransız Devrimi’nin temeli olan yorum oldu: 1814’lerden baslayarak, milletler ilkesi,

Avrupa’da güçlü bir akım haline gelir. Ve sonuçta su formüle varılır: Ulusla devlet birbiriyle bütünlesen,

bütünlesmesi gereken iki gerekliktir…” (Tanilli, 2005: 115)

Milliyetler ilkesi, ilerleyen asamalarda belirtecegimiz gibi es zamanlı bir tarihte olmasa da

Osmanlı İmparatorlugu’nu uzun bir sürenin ardından etkiler.

Ulusal bagımsızlık fikri, uzun yıllar üzerinde konusulacak olan devlet olan Yunanistan’ı

1830’lu yıllarda etkilemis ve Osmanlı ‘onlar’ın bagımsızlıgını tanımak zorunda kalmıstır.

Yunanistan’ın arkasından Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi öbür Balkan

Devletleri de ulusal devlet olma yolunda hürriyetlerinin tanınması zorunlulugunun ortaya

çıkması sonucunda kısmi bagımsızlıklarını elde etmislerdir. Anderson da Fransız

Devrimi’nin etkisiyle dünyaya yayılmaya baslayan aydınlanmacı fikirlerden izah ettigimiz

gibi basta Yunanistan’ın etkilendigini aynı sekilde belirtmektedir (Anderson, 2001: 40).

Millî kimlikten önce milletlerin dogusuyla ilgili olarak Anthony D. Smith; modernistler

arasında millet kavramıyla ilgili tartısmalar yasanmasına ragmen onlara göre ‘millet’in

modern bir olgu oldugunu ve modernistlerin bu fikirlerinin dogrulugu kabul edilirse de

modern öncesi dönemlerde millet ve milliyetçilikten söz edilemeyecegini belirtir (Smith,

1 0

2004: 77). Smith; Antikite ve Orta Çag Dönemi’nde ise ‘millet’i ortaya çıkartabilecek

kosulların olmadıgını belirtip, bu ifadenin haklı yanlarının var olmasıyla birlikte

“milletlerin dogusunun ve mevcudiyetinin belirlenmesi” gibi noktalarda kitleleri ve

kadınları da kapsayacak biçimde sadece bir ölçütün belirleyiciligi fikri ile sınırlamaların

getirilecegini sözlerine ekler (Smith, 2004: 77). Eski uygarlıkların yapılarına bakarak bir

degerlendirmeye varmaya çalısan Smith, İkinci Tapınak döneminde bir Yahudi milletinin

varlıgından söz edilebilecegini söyle açıklamıstır (Smith, 2004: 85-86)

“…millet ideal tipine, geç İkinci Tapınak dönemi Yahudileri arasında antik dünyanın belki de herhangi bir

yerinden çok daha fazla yaklasıldıgını düsündürmektedir ve modernitenin baslangıcından önce millet

olasılıgından hatta bir dinî milliyetçilik biçiminden çok kolayca söz edilmemesi noktasında bizi ihtiyatlı

kılması gerekir. Seçilmis halk düsüncesinin derin dogurguları, kutsal topraklara ve merkezlere karsı

hissedilen tutkulu baglılık, kutsal dil ve vesikaların baglayıcı etkisi, yeniden dogusa olan umutlarını

besleyerek ve biriciklik duygularını koruyarak Antikite’den modern zamanlara dek pek çok insan için kalıcı

bir miras oldugunu göstermistir.” (Smith, 2004: 77, 85-86)

Bu konuda Smith’in (Smith, 2004: 75-116) çok daha ayrıntılı ifade ettigi; ancak tezimizin

baglamından uzaklasmamak için ayrıntısına girmeyecegimiz degerlendirmeler de yer

almaktadır:

Milletler çaglar boyunca (Antik dönemden beri) hep var olmustur; fakat gerek Antikite’de,

gerek Arap ve Mısır halklarında toplum içerisindeki çesitli yapılar bu durumun ortaya

çıkması için elverisli degildir. Bununla beraber bu düsüncenin sistemlesip eyleme

dönüsmesi baslangıç olarak Fransız Devrimi’ne tekabül eder. On dokuzuncu yüzyıl ve

yirminci yüzyılda uluslasma yolunda adımlar atan devletler, büyük çapta İngiltere, Fransa

ve İspanya’nın (kısmen de Hollanda ve İsveç) bu tarihi sürecinden etkilenmislerdir (Smith,

2004: 99, 113). On dokuzuncu yüzyıl içerisinde de “ulus” kavramı oldukça “dogal” ve

“modern” bir olgu olarak degerlendirilmeye baslanmıstır.

Sina Aksin de Batı toplumu dısında kalan toplumların uluslasması konusunda ‘yurtlarını

çagdaslastırma amaçlı’ hareketlenmeler içinde olduklarını söyler (Aksin, 1983: 1941).

Nitekim Osmanlı’da da devlet sınırları içindeki toplulukların uluslasma istekleriyle

çagdaslasma adına yapılan yenilikler, yaklasık olarak es zamanlıdır. Bu yeniliklerin

gerçeklestirilebilmesi için Osmanlı tarafından Batı’ya görevli olarak gönderilen elçilerin

modernlesme konusunda katkısı da önemlidir.

Bu sava yakın bir görüs Mardin tarafından dile getirilir. Serif Mardin, II. Mahmut’un

padisahlık yıllarının son zamanlarında gönderilen elçilerin Batı’nın bilinmeyen bir yönünü

kesfettigini, bunun da tebaanın verimliligini artırmak için devlet tarafından koruyucu

1 1

tedbirlerin politika hâline getirildigini çagdaslasmayla ilgili bir makalesinde belirtir

(Mardin, 2006:11, 12).

Fransız Devrimi’ne giden süreci ‘ikincil olarak’ ise Montesqueiu ve Rousseau gibi

düsünürler etkilemislerdir (Agaogulları, 2006: 173-174).

Bu düsünürlerin karsılarında kurdukları fikir sistemlerini benimseyebilecek bir halk kesimi

varken, Osmanlı’da aydın ve halk arasında böyle “iletisim agı” mevcut olmaması

uluslasma hareketlerine de yansımıstır.

Batı’da bu hareketlenmeler yasanırken, Osmanlı Devleti hem iç hem de dıs etkenlerle

uluslasma egilimlerinden etkilenmeye baslar. Fakat Osmanlı, Niyazi Berkes’in de belirttigi

gibi ne feodal ne de teokratik yapıda bir devlettir; toplum yapısında ‘mutlak monark’ların

çatısması bulunmadıgından, “klasik Grek ve feodal Batı Avrupa geleneginde olmayan”

‘kul’ sisteminin varlıgı Osmanlı’yı farklılastırır (Berkes, 2002a: 24-34).

Bunun dogal bir bileseni / sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunan çesitli

milletlerin “ulus”4 olma süreci Batı’dakinden farklı ilerlemis; çagdaslasma dönemi

boyunca gelismeler, devlet yapısında tavandan tabana dogru bir olusum izlemistir:

Osmanlı devlet rejiminin önemli taraflarından biri geleneksel yönünün sistemde son derece

etkin olmasıdır; padisahlar, Tanrı’nın birer halifesi olarak nitelenirler ve onun âdeta

yeryüzündeki gölgesi gibidirler. 5

Osmanlı İmparatorlugu’nda yasayan halka reaya (sürü) adı verilir (Berkes, 2002a: 30, 31).

Reaya, hükümdarın yönetimi altındaki vergi veren bütün Müslüman ve Gayrimüslimleri

temsil etmektedir (Ünsal, 1998: 3). Bunun yanında, “devlet ve toplum” iliskisinde

“Devlet”i, Tanrı meydana getirmistir. Hizmet sınıflarının toplumu temsil etmemesi

4 Balibar, “Reform ve karsı-Reform”, “Kilise ve Devlet” arasında çatısmanın ulusal devletin bazı özelliklerini

olusturmaya etkisi oldugunu; ancak bu dönemde yasanan olayların “yaratılıs olarak” herhangi ‘bir’ ulusun

kendi tarihine ait olmadıgını belirtir (Balibar ve Wallerstein, 2000: 111): “Baska bir deyisle, çok baska

(örnegin hanedanla ilgili) amaçların pesinde olan, ulusal olmayan devlet aygıtları, derece derece, ulusal

devletin unsurlarını üretmislerdir ya da iradeleri dısında ‘ulusallasmıs’ ve toplumu ulusallastırmaya

baslamıslardır… Modern döneme yaklasıldıkça bu unsurların birikiminin dayattıgı zorlama daha da güçlü

görünmektedir.”

5 Konumuzun baglamıyla dolaylı olarak baglantılı olsa da belirtmek gerekir ki her topluluk kendi edebiyatını

yaratır (keza biz edebiyatı evrensel olarak nitelendirmekteyiz); edebiyat, hangi akıma baglı olursa olsun

yasanılan dönemden uzak degildir. Osmanlı sarayı da kendi edebiyatını yani Divan Siiri’ni desteklemistir.

Tanpınar’ın da isaret ettigi gibi hükümdar, Tanrı’nın temsilcisidir ve günes sistemine benzer sekilde âlem

onun etrafında döner, ona baglıdır. Divan Siiri’ndeki ask da aslında hükümdara duyulan asktır, sevgili odur;

sevgiliye ait bütün unsurları kendinde barındırır. Özetlemek gerekirse, bu ask anlayısı da sosyal rejimdeki

‘kul’ anlayısının bir yansımasıdır (Tanpınar, 1997: 6, 7).

1 2

Osmanlı’yı Batı’dan ayıran baska bir yöndür (Berkes, 2002a: 31, 32). Osmanlı’da bu

yaklasımlara paralel ve devlet yapısının bir sonucu olarak burjuvazi gibi sınıflar

olusamadıgı gibi, ‘hükümdar tarafından korunup gözetilen halk’ arasında dolayısıyla

“yurttaslık” kavramı ve bilinci de olusamamıstır (Ünsal, 1998: 7-9).

Bilindigi üzere Osmanlı, Avrupa’da meydana gelen degisimlere zamanında ayak

uyduramamıs, beraberinde okuma-yazma sorunu da uygarlasmayı geciktiren nedenlerin

basında gelmistir.

Avrupa’daki bazı krallar zamanla tebaaya önem vermeye baslamıslardır. Böyle bir

olusumun bazı amaçları vardır: Öncelikle, bir ulus devleti kurmak isteyen kimi krallar,

tebaanın mülkiyet hakkını garanti altına almak gerektigini fark ettikleri için ‘halk

seviyesi’ndeki egitime dikkat-i nazar getirmislerdir. Böylece ulus devlet kurma yolunda

“orta sınıf”ı güçlendirerek (feodalizmin hâlen imtiyaz sahibi olan kesiminin belini kırmak

da bu dogrultuda bir amaçtır) “millî bütünlük kurmak” istenmistir (Mardin, 2006: 12).

Tanzimat Dönemi, bu fikir yapısının ısıgından nasiplenmistir ve Osmanlı’nın önde

gelenleri, kameralizm6 adı verilen aydın despotizmi ile devlet içindeki toplulukları

birlestirebileceklerine inanmaktaydılar (Mardin, 2006: 12).

İste uluslasma girisimlerinin ilk adımlarının atılmasında, Batı’ya güdümlü olarak millî

olmayan yapı taslarıyla millî bir bütünlesme hülyasının etkisi yer almaktadır ve

Osmanlı’da basta egitim alanı olmak üzere bazı yenilikler bu düsünüs biçimiyle

gerçeklestirilmeye baslanmıstır.

Bu durumu degistirmek için ilk adımlar III. Selim zamanında atılmıstır, keza Avrupa’nın

çesitli sehirlerine elçiler gönderildigini daha önce de belirtmistik (Berkes, 2002a: 99).

Burada dikkati çeken noktalardan biri, bu elçiler Avrupa dillerini bilmedikleri için onlarla

beraber Rum tercümanların gönderilmesidir.

Avrupa’nın bilimsel yöndeki modern düsünce sistemlerinin de yavas yavas Osmanlı’da

görülmeye baslanmasıyla beraber, bu fikirler içinde Fransız Devrimi’ni hazırlayan ideoloji

6 Serif Mardin, aydın despotizminin bazı merkeziyetçi hükümdarların (Avusturya Kralı II. Joseph, Prusya

Kralı Büyük Friedrich gibi) uyguladıgı bir gelisme politikası oldugunu yazar (Mardin, 2006: 83).

Hükümdarların amacı kendi güçlerini ve tekellerini sarsan bazı Ortaçag kurumlarını yok edip aydın

despotizmi vasıtasıyla merkezi bir idare olusturmaktır ki Fransız Devrimi de bununla yakından baglantılı

hatta uzantısıdır (Mardin, 2006: 83). Kameralizm de bu fikrin kuramsallastırılması olarak ifade edilir

(Mardin, 2006: 83).

1 3

henüz yoktur. Bunun yanında hatırlamalı ki Osmanlı, zamanla farklılasacak olsa da aradaki

dostane iliskiler dolayısıyla Fransız rejimini tanıyan ikinci ülkedir (Berkes, 2002a: 99-101,

121).

Fransız Devrimi’nin baska bir tetikleyicisi ise 5 Mayıs 1789’da Versailles’da çalısmalara

baslayan ‘États Généraux’tur: Devrimdeki en önemli unsur; toplumda gerek sosyal, gerek

siyasi, gerekse ekonomik olarak yolunda gitmeyen yasam kosullarının sonucunda

“toplumsal sınıflar”ın ‘düzen’den giderek daha yüksek oranda rahatsızlık duymalarıdır

(Agaogulları, 2006: 182-183). Öteki sınıflara oranla yönetime karsı olan burjuvalar

arasında ‘feodal monarsi’ ve ‘parlamenter monarsi’ yönünde iki egilim bulunmasına

ragmen, “Fransız monarsisi”nin mutlak olarak degismesi gerektigi noktasında fikir birligi

olusmus; artan ekonomik gücüne karsılık da siyasi ve sosyal haklar talep etmislerdir

(Agaogulları, 2006: 184-186).

Osmanlı’nın Fransız Devrimi’yle gelen rejimi tanıması ise bu ideolojiyi benimsedigi için

degil, “diplomatik” islerin yogunlasmasıyla olmustur. Berkes bu unsuru belirttikten sonra

rejimi ‘tanıma’ya etki eden su üç olguyu sıralar (Berkes, 2002a: 120): Öncelikle sebep,

Bab-ı Âlî’nin7 içine girdigi yogunluk dolayısıyla “Fenerli Rumlar”ın daha fazla önem

kazanmasıdır (Berkes, bu tercümanların Avrupa’yla olan diplomatik iliskilerde süpheli bir

duruma geldigini özellikle belirtir). İkinci sebep, Rum halkı içinde aydın kesiminin

etkisiyle Fransız Devrimi’nin yansımalarının artmasının yanında kendi aralarında Rusya-

Fransa ikiliginin olusmasıdır. Baska bir etkense “hükümdarın reformcuları arasında”

birbiriyle rekabet içerisinde Fransa ile İngiltere-Rusya siyaseti taraftarlarının olusması

gösterilir.

Bizce bu gelismelerdeki en önemli etkenlerden biri Yahudi, Rum ve Ermenilerin

matbaacılık konusunda Müslümanlardan daha fazla asama kaydetmesidir; dolayısıyla onlar

arasında okur-yazar sayısı ve Batı’yla iletisim kurma kanalları artmıstır.

Osmanlı Devleti içerisinde çesitli hareketlilikler yasanırken, Batılı devletler de Osmanlı

Devleti’nin aleyhine kendi siyasal ve ekonomik çıkarları için çesitli yollara

basvurmuslardır. Bu konuda önde gelen isimlerden biri Napolyon’dur. Berkes, bu

7 Smith Anderson, Bab-ı Âlî’nin 1654 yılından sonra Sadrazamların oturdugu saraya verilen bir isim

oldugunu, 18. ve 19. yüzyıldaysa Batı Avrupalılar tarafından Osmanlı merkezi yönetimini anlatan bir terim

olarak kullanılmaya baslandıgını belirtir (Anderson, 2001: 20).

1 4

olusumlara yönelik önemli bir hamle olan “Kodrika Muhtırası”ndaki iki projeden söz açar

(Berkes, 2002a: 122, 123): İlki; Osmanlı Devleti’nin Asya ve Rumeli olarak bölünüp,

dinsel aidiyet açısından Asya’nın Müslüman, Rumeli’nin de Hıristiyan kökenli devletler

olması yolundadır. İkincisi konumuzun baglamı açısından önem tasıyan bir proje gelir ki

Rumeli Bölgesi’ni, sınırları içerisinde “Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna, Kara

Yunanistan’ı ve Yunan Adaları olacak sekilde özerk veya bagımsız vilayetlere bölmeyi”

amaçlamaktadır.

Bu projelerin varlıgı, Osmanlı Devleti içerisinde yer alan halkları ister istemez etkilemistir;

nitekim dünyadaki rejimler ve sistemler de artık baska bir yöne dogru evrilmektedir!

Bu düsüncemizin paralelinde, batılılasmanın etkisiyle Japon ve Rus toplumlarından farklı

olarak Osmanlı Devleti bütünlesme yerine parçalanmaya sürüklenmistir (Berkes, 2002b:

117). Fransız Devrimi’nin yanı sıra Rus yönetiminin yaptıgı baskının da Hıristiyan halk

içinde bagımsız birer ‘ulus’ olma istegine neden oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 147).

Reayanın siyasal sistemde yer edinmeye baslaması ve halk, millet gibi kavramların

Osmanlı’da görülmesi resmi olarak ilk defa Kanun-i Esasi (1876) ile olmustur (Berkes,

2002a: 144).

Diger taraftan da Osmanlı’nın cografyasında mahallî cemaat önder ve örgütlerine baglı

yasayan Hıristiyan halklar (Sırplar, Bulgarlar, Rumlar ve Arnavutlar) özerk yapılarından

dolayı, kendi ‘ana dil’leri gibi bazı ‘ulusal nitelikleri’ koruyabilmistir (Berkes, 2002a:

149).

Bizce kısmen de olsa bu durumun nedenleri arasında, adlarını sıraladıgımız halkların

Müslümanlardan daha önce uluslasma sürecinden etkilenmesi yer alabilir. Osmanlı’da

ticaretle çogunlukla Müslüman olmayan halk kitlesi ugrasmıstır. Batı ile olan ticari

kanallar, onların Batı’dan gelen degisimlerin etkisine girmelerini kolaylastırmıstır (Berkes,

2002a: 150). “Avrupa pazarları ve yerli üreticiler arasındaki bagı” kuran da ticaretle

ugrasan Levanten ve Hıristiyan nüfus olup zaman içerisinde Müslüman halk ticaretin

dısında kalmıstır (Keyder, 1989: 24).

Aydınlanma Dönemi’nin etkilerinden biri olarak Batılı ve Rus aydınları arasında Helen

sevgisinin ve bir Grek Devleti kurulması fikrinin olustugu gösterilir. Diger etki de basta

Rumlar ve Romenler olmak üzere bu halkların ulusal bagımsızlıklarını kazanmak için

1 5

harekete geçmelerinin nedeninin daha çok Balkanlarda Osmanlı’nın çıkarına ters düsen

güçlenme siyasetinin oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 151).

Fransız Devrimi’nin ortaya çıkmasında önemli bir sebep; ancak Osmanlı’nın sahip

olmadıgı varlıklardan biri burjuva sınıfıdır. Berkes’e göre berat satısı yolu ile Avrupalı

ticaretçilerle aynı seviyeye getirilmek istenen tüccarlar -özellikle Rumlar- arasında “ticaret

burjuvazisi” olusumları görülmeye baslanmıstır (Berkes, 2002a: 152). Buna mukabil

Berkes, Rumlar ve Yunanlar8 arasındaki Osmanlılıga baglılık konusunda sunları dile getirir

(Berkes, 2002a: 155):

“Rumlar ve Yunanlılar arasındaki Osmanlılıga baglılık, Rus taraftarlıgı, İngiliz taraftarlıgı ve Fransız

Devrimi düsününe baglananlar arasındaki farklar yüzünden ulusal bagımsızlıgın gerçeklesmesine karsın

ulusal birlik tam olmamıstır.” (Berkes, 2002a: 155)

Hıristiyan tebaa içinde yasanan bu gelismeler, öncelikle kendi aidiyetini dini kimliginde

kabul eden Müslüman halk arasında, paralel zaman diliminde bu tarz bir uluslasma

fikirlerinin uyanmasına neden olmamıstır.

Niyazi Berkes’in imledigi gibi Hıristiyanların arasında yasanan gelismelerin aksine

Müslümanlar arasında dinsel kimlik daha da kuvvetlenmistir (Berkes, 2002a: 155).

Hıristiyan halklar içindeki uluslasma akımlarına karsılık, Müslümanlar içerisinde meydana

gelen bu gelisme, bir toplulugun kendi bekasını saglamak için birlestirici bir unsura ihtiyaç

duyması açısından dogallıkla karsılanabilir ki “din” olgusu, insanları bütünlestiren ve

gruplasmasına neden olan ögeler arasında önde gelen yapı taslarından biridir.

Müslüman halkların uluslasmayı saglayacak gerçek temelleri olmamasının yanında,

Hıristiyan halkların özellikle Islahat Fermanı’nın etkisiyle ulus olma yönünde yol almaya

baslamaları ve Kilise meclislerine Ruhban sınıfından olmayan üyelerin atanması

(laiklesme yolunda atılan adımlardan biridir) önemli gelismeler olarak gösterilir (Berkes,

2002a: 218, 228-229).

Taner Timur, Osmanlı Devleti’nde “modern-ulus devleti olusturacak etnik ve kültürel bir

temel”in olmadıgını belirttikten sonra halkı bir araya getiren unsurları söyle açıklar (Timur,

1998: 128):

8 Türkiye’de ‘Yunanistan halkından kisi’ anlamına gelen ‘Yunan’ kelimesi yerine ‘Yunanlı’ ifadesi

kullanılmaktadır. Oysaki Yunanistanlı ya da Yunan kullanımı daha dogrudur. Tezimizde de bu iki sözcük

benimsenecektir.

1 6

“Bunlardan birincisi E. Renan’ın altını çizdigi ortak anılar ve ‘emperyal gelenek’, ikincisi ise toplum

düzeninde isgal ettikleri yerden dogan hâkim millet bilinci ve kendilerini tüm imparatorluktan sorumlu kılan

üstünlük duygusu idi.” (Timur, 1998: 128)

Egitim alanında Tanzimat Fermanı’yla baslayan degisimlerin toplum üzerinde bazı

yansımaları ve etkileri olmustur. Bu etkilenme ve yansımaların sonucunda Galatasaray

Lisesi, Robert Koleji, Fransız ve Avusturya Katolik, İngiliz, Alman, İtalyan Lisesi gibi

İstanbul’un bazı köklü okulları kurulmustur. Papalık, Katoliklerin Galatasaray Lisesi’ne9

gitmesini yasaklamıs, Rus elçiligi de Ortodoks Rumların bu okula gitmemesi yönünde çaba

göstermistir; çünkü Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak istemektedirler. Bunun yanı sıra

aralarında Musevilerle varlıklı, zamanla seçkinlesen Müslüman Osmanlıların da bulundugu

pek çok ögrenci Galatasaray dısındaki bu okullara da yönelmistir (Berkes, 2002a: 242,

243).

Su asamada belirtmekte fayda görüyoruz ki bahsi geçen okullarda ögrenim gören Rum,

Bulgar ve Ermeni ögrenciler arasında milliyet duygusu belirginlesmis, milliyetçilik fikri

yaygınlasmastır. Bu nitelikteki okullarda “Batı kültürü” üzerine yogunlasan bir egitim

sistemi benimsenmis, Türk kültürü ile ilgili konulara Hıristiyan ögrencilerin hassasiyetleri

ve Osmanlılık ideolojisine ters olacagı düsünülerek yer verilmemistir (Berkes, 2002a: 244).

Bir toplulugun düsünce yapısının degismesi kolay degildir, bunun için salt uluslasmanın

yankıları kesinlikle yetmez. Dolayısıyla ‘Batı’, kendi kültürünü benimsetebilmek ve

yaygınlastırabilmek için bu tarz yavas; fakat uzak gelecekte daha etkili olacak yöntemleri

kullanmıstır. Osmanlı İmparatorlugu’nda ‘batılılasma’ her ne kadar Tanzimat’la beraber

baslasa da bahsettigimiz bu ögrencilerin yetistikleri ortam, geçmisten getirdikleri kültürel

özellikler, baglı oldukları din ve aldıkları egitim geregi ‘Batı kültürü’nü adapte olup, bu

ekine karsı bir aidiyet gelistirmeleri daha kolaydır.

Osmanlı Devleti’nde resmi dil, bir nevi ‘yapma dil’ olarak kabul edebilecegimiz Farsça,

Türkçe ve Arapça sözcüklerden olusan Osmanlıca’dır; ancak Osmanlıca, toplumun her

kesiminde aynı yogunlukla kullanılmamıstır.

9 Bu lisenin kurulus amaçlarından biri Fransız Kültürü ve Dili’ni yaygınlastırarak Müslüman, Rum, Ermeni,

Yahudi ögrencileri birbirine yakınlastırmaktır. Bu okullarda egitim verecek ögretmenlerin din adamı

olmaması gerekmektedir; ancak okul, basta Vatikan olmak üzere din çevrelerinden tepki almıstır (Berkes,

2002a: 242).

1 7

Bilindigi gibi iletisim olgusunun en önemli bileseni dildir:10 Fikirlerin gelisip

yaygınlasabilmesi için ortak zeminlerde bulusan araçların mevcut olması gerekir; ancak

Osmanlı Devleti’nde halkla, yönetim ve sanat çevreleri arasında belirgin bir kopukluk

bulunmaktadır; keza bu kopuklugun çesitli yansımaları edebiyat alanında da

bulunmaktadır.

Osmanlı’nın uluslasma yolundaki önemli sorunlarından birini “dil” problemleri

olusturmustur (Berkes, 2002a: 254). Bunun sebebi, açıklamaya çalıstıgımız gibi tavandan

tabana yayılmaya çalısılan bu fikirlerin çagdaslasma ekseninde gerektigi gibi

aktarılamamasıdır. Dolayısıyla belki günümüz için dahi geçerli olabilecek bir mantık

silsilesi hüküm sürer ki bu anlayıs yüzünden halk ile aydın kesimi arasında bir türlü

anlasma eksenine oturamayan farklar olusmustur. Aydın, toplumun önde giden kisisi

olarak kabul edilir; ancak ‘Türk’ aydını ismi altında topladıgımız grubun kanıksanır hâle

gelen sorunu; arkada kalanlarla fikirsel baglamda iletisim kuramaması, elitist bir fanusta

yasayan entelektüel ve aydınların sayısının bir hayli fazla olmasıdır.

Dil konusunda dikkati çeken baska bir husus, Müslüman tebaa arasında konusulan halk

dilinin Hıristiyanlar arasında da kullanılmasıdır. Uluslasma yolunda Mübadele’yi

anlamlandırabilme açısından yasanan sorunlardan biri de bu asamada olusmaktadır.

Berkes (Berkes, 2002a: 253, 254), Hıristiyanların eski ulusal dillerinin günlük ve edebi dil

olarak yeni kurulan okullarda kullanılmaya baslandıgını ifade etse de daha önce isaret

ettigimiz gibi bizce, lisan uluslasmanın çok önemli bir bileseni olmakla beraber

“Milliyetler ilkesi”nin ‘dil’den ziyade ‘halkların iradesi’ne dayanması sebebiyle, bu

okullardaki dile yönelik çalısmaların ulus olabilmek için mutlak etkiyi göstermemesidir.

Bu durumda Anadolu topraklarında yasayan Ortodoks Rumların halk dili olarak Türkçe

konussalar bile, ulusal bir yapı içinde bir araya gelebilme açısından Türk kültüründen daha

uzak oldugu dikkatimizi çekmektedir. Benzer kosullar Yunanistan’da yasayan

Müslümanlar için de geçerlidir. Onların dilleri Yunanca’dır; ancak tasıdıkları kültür

Anadolu’daki Müslümanların ekinine daha yakındır.

10 Iain Chambers, 21. yüzyıldaki göç, kültür ve kimlik iliskisini Amerika kıtasını baz alarak yaptıgı

degerlendirmede, dilin iletisim aracı olmaktan önce ‘kendiliklerimizin ve anlamın kuruldugu kültürel bir insa

aracı’ oldugunu, ‘kendi beden ve benligimizden’ soyutlanamayacagını vurgular (Chambers, 2005: 37).

1 8

Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüsümü hakkında

Nuri Bilgin su yorumu getirir:

“Türkiye Cumhuriyeti, baslangıcından itibaren, ulusal aidiyeti yurttaslık iliskisi olarak kavramsallastıran bir

anlayıs tasır. Bu anlayıs 1924 yılında tesis edilen Teskilatı Esasiye Kanunu’nda açıkça görülmektedir.”

(Bilgin, 1998: 142)

Görüldügü gibi bu iki topluluk ulusal bir bilince sahip olmaya baslamalarına ragmen, kendi

aralarında bir bütün olusturacak bilince henüz ulasamamıslardır. Daha önce bu noktayı

imlemistik; uluslasmada düsünüs biçimi olarak “ortak degerler”, “ortak dil”den daha önce

gelmektedir. Rum cemaatler, Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmelerine ragmen burada

kalan Ortodoks Rumların Lozan Mübadelesi’yle takasına bu neden de etken olmus olabilir;

çünkü ulusal birlik o dönemlerde her iki yakada da aslında saglanamamıstır. Saglam

temelli bir ulus bütünlügü için de ‘siyasetin kuralları geregi’ -toplum yapısında önemli

degismelere neden olacak heterojen bir olusumdan homojen bir olusuma geçme pahasına

da olsa- Mübadele gerçeklestirilmistir. Keza, ulus devlet altında yasama istegi Rumların

birçogunda daha önceden olusmustur.11

Osmanlı’da sözü edilen bu dil problemlerini asmak ve halk kitlesine ulasmak için basta

Tanzimat Dönemi olmak üzere, çesitli isimler özellikle halkı bilinçlendirme yönünde

eserler vermislerdir.

Sinasi, Türkçe’yi daha sade bir düzeye ulastırmak için çabalayan Osmanlı aydınlarından

biridir. Siir yahut nesir olsun ürettigi eserler ve olusturdugu fikirlerinin katkısı çagı

itibariyle dil çagdaslasması açısından önemlidir (Tanpınar, 1997: 191-210 ve Berkes,

2002a: 283).

“Müslüman Osmanlılar / Türkler” arasında eskiden beri olusturulan devlet yapısından

dolayı, bizim bugün algıladıgımız gibi bir Türk ulusu kavramı bulunmamaktadır.

Osmanlı Devleti içindeki öteki yabancı gruplar bunun aksine, geçmislerinden gelen bir

‘millet’ kavramına sahiptir, o kadar ki ‘İslam ümmeti’ olgusu ‘millet’ olarak algılanmaya

baslamıs ve ‘ulus’ kavramı Türk ulusu niteligini kısmen II. Mesrutiyet’in ilanından sonra

kazanmıstır (Berkes, 2002a: 404, 405). Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı’ya hâlâ baglı

bulunan gayrimüslim halk açısından önemli bir gelisme de Tanzimat yönetiminin Rum ve

11 Bu asamada su hususu belirtmekte fayda görüyoruz: Bozkurt Güvenç cumhuriyet ve kimlik üzerine yaptıgı

bir çalısmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber “çok dinli, dilli ve milletli” Osmanlı

Devleti’nin ardından kurulan devletimizde kimlik sorunlarının yasandıgını ve hâlâ da yasanmakta oldugunu

belirtir (Güvenç, 1998: 117).

1 9

Ermeni halklarının anayasalarına onay vererek onlara “yarı-özerk ulus” yapısı olma

fırsatını vermis olmasıdır (Berkes, 2002a: 408).

Gayrimüslim halkın; on dokuzuncu yüzyıldaki bu gelismelere kadar Osmanlı içinde

tarihsel perspektifte ticari yasamdaki özne konumları bir kenara bırakılırsa geri planda

kaldıgı, “19. yüzyıldaki ayrılıkçı-milliyetçi akımlarla birlikte” tekrar tarihin sahnesinde ön

sıralara geldikleri, Osmanlı İmparatorlugu’nun çok kültürlü yapısı kapsamında Esra

Danacıoglu tarafından belirtilen hususlardan biridir (Danacıoglu, 2001: 17).

Osmanlı Devleti’nde ‘din’ vurgusunu koyulastırmasının yanında ulusçuluk yönelimlerini

artıran etkenlerden biri de Balkan Savasları’dır: “Türk Hükûmeti, Ordusu” gibi

adlandırmalar ilk defa bu dönemde telaffuz edilmis ve basta ‘Osmanlılar / İslamcılar’

olmak üzere pek çok kisi bu terimlere karsı çıkmıstır (Berkes, 2002a: 435, 436).

Birinci Dünya Savası’nın ardından Osmanlı’nın bekasını saglamak için çesitli görüsler

ortaya atılmıstır. Bunlardan biri; Wilson Prensipleri’ne göre “ulusların kendi yazgılarını

kendi özgür isteklerine göre kararlastırmaları”, öbürü ise Milletler Cemiyeti’nin üyelerinin

birinden “mandat” rejimini talep etmektir (Berkes, 2002a: 475). Yine Berkes’in

vurguladıgı bir baska önemli ayrıntı, Anadolu üzerinde 1917 Bolsevik Devrimi’nin de

etkilerinin olmasıdır (Berkes, 2002a: 477):

Müttefik ülkeler bu rejimi çerçeve içine almak ve yayılmasını engellemek için, mütarekede

belirlenen yerlerin dısında toprakları isgal etmis, Yunanistan’ı da isgal için tesvik

etmislerdir. Wilson Prensiplerine karsı cevap niteligi tasıyan “Misak-ı Millî” (1920)

bildirisinde Osmanlı Devleti’ne baglı Türk nüfusun daha az oldugu ülkeler ulusal

bagımsızlıgını elde ettigi takdirde çagdaslasma girisimlerinin baslayacagının açıklanması,

daha önce konusulan ve ülke yönetimi açısından izlenmesi istenen politikaların reddiyle

beraber Osmanlı Devleti’nin dagıldıgının da kabulü niteligindedir.

Dikkati celbeden ve Atatürk’ün Nutuk’ta belirttigi hususlardan biri; ülkenin daha önce

zikredilen siyasal sistemlerle yönetilemeyeceginin asikâr oldugu, rasyonalist bir yaklasımla

devletin ‘ulusal’ bir siyasi tutum sergileyecegidir (Berkes, 2002a: 493).

Osmanlı Devleti’nin mevcut toplumsal yapısı hakkında daha evvel çesitli bilgiler

aktarmıstık; bu yapıda insanın birey olarak yeri yoktur. Osmanlı Devleti’ni sistem ve rejim

degisiklikleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüstürme asamasında Atatürk’ün farkına

vardıgı noktalardan biri de “kisi onuru”dur, öyle ki Batılı devletlerin yapısında kisilerin

2 0

egemenligi söz konusudur (Mardin, 2006: 18). Bu farkındalık elbette ki batılılasma ve

uluslasma açısından önemlidir.

Göstergelerin isaret ettiginden daha uzun zaman dilimini kapsayan Türk ulusunun

yaratılma sürecine dair olarak Danacıoglu’nun su yorumuna da mutlak yer vermek gerekir:

“Toprak probleminin temelinde, küçülen Osmanlı İmparatorlugu’nun daralıp kaldıgı ve Cumhuriyet’in

devraldıgı –o ana kadar vatan olarak tanımlanmamıs- cografyayı ulus-devlet için anlamlı bir millî yurda

dönüstürme çabası vardır. Neye tekabül ettigi müphem bir Osmanlı vatanı yerine ‘millî yurdun’ insası da

dogal olarak, tarihçiler eliyle bir tarih bilincinin olusturulması sürecidir.” (Danacıoglu, 2001: 11, 12)

Her toplulugun kendi edebiyatını yarattıgını da belirtmistik; Osmanlı’da meydana gelen

siyasi, sosyal ve ekonomik çagdaslasma, edebiyat alanına da yansımıstır: Klasik anlamdaki

simetrik uyum içerisindeki Divan Siiri çoktan bırakılmaya yüz tutmustur; ancak çesitli

dönemlerde nitelikleri farklı eserler ortaya çıkar. Bu durumun göstergelerinden biri,

Servet-i Fünûn Dönemi Edebiyatı ile Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi Edebiyatları

arasında çok fazla farkın olmasıdır. Artık daha realist ve natüralist nitelikte ürünler

üretilmekte; belirtik üslupta eserler okuru egitme, bilgilendirme, ona net bir tez sunma

amacı gütmekte; ‘toplum hayatı’ da bu ürünlere özellikle sosyolojik, siyasal ve tarihsel

açıdan net bir sekilde yansıtılmaktadır. ‘Birey’i ön plana alan yeni yapının edebiyatı da -

her ne kadar benligini o dönemde tam bulamasa bile- yenidir. Alt ve üst yapıda meydana

gelen dönüsümler kendi edebiyatını da beraberinde getirmistir ki unutmamalı; ‘roman’ türü

burjuvanın edebiyatı olarak kabul edilmektedir -konumuzun sınırlarını zorlayarak sunu da

ifade etmeliyiz; Cumhuriyet Dönemi millî bir burjuvazinin yaratıldıgı bir süreçtir- ve bizim

edebiyatımızda baskın tür olmanın yanı sıra Osmanlı’yı yansıtan siir (siirin de kendi içinde

çok çesitli oldugu kaidesini bir kenara bırakmamak kosulu ile) zamanla geri plana itilerek

roman ön plana çıkarılmıstır.

2 1

4 MÜBADELE ÖNCESİNDEKİ DÖNEMDE EGE VE ÇEVRESİNİN KONU

BAGLAMINDA BİR DEGERLENDİRMESİ



Dogdugun yer, bu eski dünya

Doydugun yer, bu yaslı dünya

Bir gün gelmis, gülmez olmus

İsmi artık anılmaz olmus

Anatolia, Anatolia

Sevgim seninle bu zor günlerinde

Anatolia, Anatolia

Kalemi kır cezamı kes ama onurumu geri ver… (Pentagram, Anatolia)

Dogu Akdeniz12 cografyasının geçmisinin mirasına bugün tüm dünya ortaktır. Felsefeye

dayanan bilim dalları Antik Yunan sayesinde bugünkü ayrımlarına ulasabilmistir. Salt

Antik Yunan degil, Eski Mısır gibi Akdeniz’e kıyılanan ya da Mezopotamya misalinde

oldugu gibi kıyısı olmasa da yakın bir yörüngede yer alan uygarlıkların varlıgıyla can

bulan insanlıgın kültür hücreleri, ruhunu kendinden sonraki devirlere aktarmıstır. Bu

sayede dünya ekini membaını Akdeniz’le köklestirmistir demek hatalı bir yargı degildir

(Uzakdogu, Güney Amerika gibi geçmisleri antik döneme dayanan kültürler konumuzun

oldukça dısında oldugu için degerlendirmeye tabi tutulmamıs olup, kültürler arası üstünlük

yarısı gözetilmemistir).

Anadolu yarımadası, Akdeniz’in en önemli uzuvlarından biridir. Anadolu, farklı ve es

zamanların uygarlıklarının kalıntılarını vücudunda katmanlastırıp çocuklarına aktarmıs; bir

nevi ister istemez günümüzdeki kendi varlıgıyla alakalı devletlerin DNA’sını belirlemistir.

Bu durumun beklenen bir sonucu olarak da bu kadar eski bir varlıgın sorunları, içerigi ne

sekilde biçim alırsa alsın eskidir.

Tarihte yasanan deneyimlere dayanarak olusturulan genelgeçerliklerden biri söyle izah

edilir: Göçmenler ya da göçebeler; bir toplumda sahip oldukları niteliklerin gücü hangi

seviyede olursa olsun göç ettigi topraklardaki kültürden büyük parçaları özümserler; çünkü

yerlesik toplumun olusturdugu kültür daha baskındır. Türkler de Anadolu’ya göç

ettiklerinde Anadolu’nun o güne kadar olusturdugu kültürden etkilenmistir. Bu

12 Braudel, Akdeniz nedir sorusuna söyle bir cevap verir: “Bin bir seyin hepsi birden. Bir peyzaj degil, sayısız

peyzajlar. Bir deniz degil, birbirini izleyen birçok deniz. Akdeniz’de gezen, Lübnan’da Roma dünyasını,

Sardinya Adası’nda tarih öncesini, Sicilya’da Yunan kentlerini, İspanya’da Arap varlıgını, Yugoslavya’da

Türk İslamı’nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta’daki megalitik yapılara ya da Mısır piramitlerine

uzanır. Bugün hala yasayan çok eski seylerin yanında, asırı modern seylerle karsılasılır… Bu, hem adaların

antik dünyasına dalmak hem de her türlü kültür ve kazanç akımına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen,

kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karsısında saskınlıga düsmek demektir. Bütün bunlar

Akdeniz’in çok eski bir yol kavsagı olmasındandır. Bin yıllardan beri, her sey ona kosmus, tarihinin altını

üstüne getirip onu zenginlestimistir…” (Braudel, 1995: 7, 8)

2 2

etkilenmeler basit izahatlara sahip degildir ve sadece toplumun yalınkat hayatında

görülmemistir.

Tarihsel açıdan da Osmanlı İmparatorlugu’nun daha önce açıkladıgımız yönetim

sisteminde Bizans ve Dogu Roma Devletlerinin etkileri görülmektedir (Keyder, 1989: 13).

Tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, feodal bir yapı Anadolu topraklarında hiçbir

zaman var olmamıstır. Dolayısıyla Çaglar Keyder’in de dillendirdigi üzere “küçük

köylülük” Avrupa’nın aksine bu topraklarda varlıgını korumus, sınıf yapısı içerisinde

“köleler” ortaya çıkmamıstır (Keyder, 1989: 13). Toplum içinde farklı dine ve milliyete

mensup kisiler arasında ayrılıkların olusmaması, Anadolu’nun hem eski bir gelenegi hem

de döneminin kosullarına göre daha iyi yönetim sekline sahip olmaktan kaynaklanan bir

nitelik olarak degerlendirilebilir. Bu durumda sınıfsal ayrımlar olmadıgı için mevcut

grupların birbirlerinden etkilenmeleri daha olanaklı hâle gelmektedir ki iki toplum

arasındaki benzerlikler düsünüldügünde kurulan ulus-devletlerin bile bu mirası

degistirebilme yetkinligini gösteremedigi yargısına varılabilir.

Osmanlı’nın hüküm sürdügü son yüzyılda (1864 itibariyle) Anadolu yönetim olarak

vilayetlere ayrılmıstır; 1. Dünya Savası’na kadar olan zaman diliminin büyük bir kısmında

14 vilayet ve 2 bagımsız sancak mevcuttur (McCarthy, 1998a: 1). Bu ayrımlar,

Türkiye’deki cografi bölge ayrımlarına benzese de aradaki önemli fark, idari sistemden

kaynaklanır; çünkü bugünkü ayrımın siyasi bir yanı yoktur.

Bu vilayetler su sekilde sıralanmıstır: Bugün Ege Bölgesi diye adlandırdıgımız ve

konumuz açısından oldukça deger tasıyan bölge Aydın vilayeti, Çanakkale’nin batısı Biga,

Bursa ve çevresi Hüdavendigar, İç Anadolu’nun merkezi Ankara, Çukurova yöresi Adana,

bu yerler arasında kalan bölge Konya, Batı Karadeniz Kastamonu, İstanbul’un Anadolu

yakası ve Kocaeli İzmit, Dogu Karadeniz Trabzon olarak adlandırılmıstır. Dogu ve

Güneydogu Anadolu Bölgeleri ise Halep, Sivas, Erzurum, Bitlis, Elazıg, Diyarbakır ve

Van olmak üzere vilayetlere ayrılmıstır (McCarthy, 1998a: 1, 3).

Yukarıda verildigi üzere Yunan isgali altında kalan İzmir ve çevresi, Aydın vilayeti olarak

adlandırılmaktadır. Ayrıca farklı vilayetlerde yönetim açısından da farklılıklar olusmus

olabilir ki bu, oralarda yasayan nüfus yapısı açısından önemli bir ayrımdır.

Anadolu’daki nüfus yapısı, Türklerin Anadolu’ya göç etmesiyle önemli yapısal

degisikliklere ugramıstır. Nitekim, Hıristiyan nüfusta azalmalar olmus, bazı Hıristiyanlar

2 3

ise Müslümanlasmıstır; ancak yine de toplum yapısı oldukça kozmopolittir. Bunun yanında

belirttigimiz bu süreç içerisinde de Anadolu’nun nüfusu yarı yarıya artmıstır (McCarthy,

1998a: 1, 2, 111). Osmanlı Devleti’nin bu nüfus yapısına karsı yaklasımı Türk, Arap, Rum

gibi milliyet ayrımları degil kisilerin mensup oldugu dine yönelik ayrımdır. Bir kisinin

Türk ya da Kürt olup olmamasından ziyade, Müslüman olup olmaması deger tasımaktadır.

Bu durumun nedenlerini uluslasmayı ele aldıgımız bölümde aktarmıstık, önemli olan nokta

Hıristiyan tebaaya da aynı sekilde yaklasılmasıdır (McCarthy, 1998a: 6).

Anadolu’daki Rum nüfus belirli merkezlerde toplanmaktan çok, genis alanlara yayılmıs

olup, Balkan Savaslarının sürdügü yıllarda sayıca yüksek rakamlara ulasmıstır (McCarthy,

1998a: 90-104, 116). Ancak bu sayılar çok kısa bir süre sonra düsmüstür ki dünyanın

basına gelen en büyük yapay felaketlerden biri olan 1. Dünya Savası’nın baslamasıyla

Anadolu’daki özellikle etnik nüfusun karısık oldugu bölgelerde her türlü dinden ve etnik

kökenden pek çok insan ölmüstür (McCarthy, 1998a: 120, 146, 147).

Yönetim nezdinde soy açısından degil de din açısından birlik gösteren bu topluluklar,

Mübadele’yi anlamlandırma yolunda deger kazanır; çünkü Osmanlı’nın takındıgı bu tutum

ister istemez halkın yasamı ve davranısını da etkilemistir. 19. yüzyılda da iki gruba ait halk

içinde henüz hatları belirlenmis, net bir ulusal bilinç uyanmadıgından, ortaya ulusal

bilinçten önce dinî bilinç çıkmaktadır. Dogal bir gelisme olarak Lozan Antlasması sonucu

yapılan halkların “takas”ı biraz daha anlam kazanır.

Balkanlar her ne kadar Akdeniz’e uzak topraklar olarak kalsa bile gerek Osmanlı

İmparatorlugu’nun, gerekse baska devletlerin yönetimi altındayken hararetli dönemlerin

sürekli yasandıgı bir geçis bölgesinde yer alır. Önemli bir geçis alanında yer alması, burada

yasayan insanların -isin özü cografyanın bütününde- siyaset ve tarihin karısık, zaman

zaman kimliklerin iç içe geçtigi sahnesinde bir sekilde yer almalarına sebebiyet vermistir.

Osmanlı Devleti’nin, bünyesinde yer alan milletlerle yasadıgı sorunlar; kısa bir zamanda

ve tek bir etkene dayanarak ortaya çıkmamıstır. Bilindigi gibi İmparatorluk, on sekizinci

yüzyıl ve sonrasında fetih politikasına devam edememis, akabinde toprak kayıpları

gelmeye baslamıstır. Osmanlı için önemli dönümlerden birini Rus İmparatorlugu ile 1774

yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlasması olusturur; bu antlasmayla Osmanlı, devlet

politikasından ve prestijinden bir hayli ödün vermistir (Anderson, 2001: 11, 12). Bunun

ötesinde Osmanlı İmparatorlugu’nun topraklarının hem çok genis olması hem de

2 4

uygulanan yönetim sisteminden dolayı sultanların, bastan beri ülkenin her noktasında aynı

oranda hüküm sürdürememesidir:

“…Balkanlarda İstanbul’un hiçbir zaman dogrudan yönetmedigi büyük alanlar vardı. Tuna boyunda uzanan

Eflak ve Bogdan, Sultan’a vergi ödemelerine karsın, önemli ölçüde özerkliklerini koruyordu. İstanbul’un

atadıgı Voyvoda bu eyaletleri yönetiyordu. 18. yüzyılın basından itibaren bu görev, yerel toprak sahibi

ailelere (boyarlar) degil, önemli Yunan ailelerinden gelen kisilere verilmeye baslamıstı…” (Anderson, 2001:

15)

Anderson’un yine isaret ettigi üzere, Ege Adalarında ve bugün Yunanistan’ın güney

bölgesini olusturan Mora Yarımadası’nın ulasılması zor yerlesim yerlerinde “fiilî ya da

hukukî” bakımdan bagımsız olan Yunan toplulukları bulunmaktadır (Anderson, 2001: 15).

Bu durumda adı geçen bölgelerde yasayan Yunan topluluklarının gerçekte özerk bir yapıya

sahip oldukları söylenebilir. Yunan Bagımsızlık Savası içerisinde Mora Yarımadası’nın bu

yapısal özellikleri, Osmanlı’nın bölge ve halkıyla diyalogsuzlugu neticesinde büyük yer

tutmustur; buna mukabil deniz hâkimiyetini ele geçiren Yunanların bagımsızlık hareketleri,

öteki Balkan ülkelerinden de bagımsız gelismeler olarak ortaya çıkmıstır (Anderson, 2001:

74, 75).

Ege Adaları ve Mora Yarımadası’yla ilgili bahsedilen durumların benzer örnekleri

dogallıkla ülkenin Balkanlar ve Anadolu da dâhil olmak üzere çesitli bölgeleri için de

geçerlidir (Anderson, 2001: 15):

“…Derebeyi ve ayanlar Sultan ve yöneticilerine tam olarak itaat etmekten kaçınıp, yerel hanedanlıklar bile

kurabiliyordu. 18. yüzyılın ilk yarısında, Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünde etkili olan Karaosmanoglu

ailesi, bunun en iyi örneklerinden biridir…” (Anderson, 2001: 15)

Görüldügü gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinin berisinde de mevcut yönetime

tam anlamıyla paralel olmayan baska egilimler bulunmaktadır. Böylece bu halkların hem

öteki topluluklarla iletisimi kolaylasmıs hem de kolay iletisim kurabilmenin önemli bir

sonucu olarak çesitli etkilenmelere açık yasamıslardır.

Osmanlı İmparatorlugu’nun -nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın- uzun yıllar varlıgını

sürdürmesinin baska nedenleri de vardır:

Devlet salt 18. yüzyıldan sonra degil, İmparatorlugun görkemli zamanlarında dahi eyalet

valilerine özgür bir ortam tanımıstır (Anderson, 2001: 16). Ancak bu özgürlük alanı

bugünün ulus-devlet ve demokrasi anlayısına göre degerlendirilmemeli, Osmanlı

Devleti’nin yapısı göz önünde bulundurulmalıdır.

2 5

Balkanların millet yapısında 17. yüzyıldan sonra önemli degismeler olmaya baslamıstır.

Nüfusunun önemli bir bölümünü olusturan ve aynı zamanda ticaretle ugrasan Yahudi ve

Ermeniler çogunlukla Batı Avrupa’ya göç etmis, bölgedeki Türk nüfusunda da göze çarpan

azalmalar olmustur (Anderson, 2001: 16).

Bu gelismenin bölgeye yansıması ise Yunan, Arnavut ve benzeri toplulukların sahip

oldugu millî unsurların daha fazla öne çıkmasına, Balkanların çok daha önceden

türdeslesmeye baslamasına neden olmustur.

1914 yılına gelindiginde Balkan Savasları nedeniyle Balkan nüfus yapısında

Müslümanların sayısı, savas öncesinde üstün bir konumdayken göç ve ölümler yüzünden

azalmıs ve Müslümanlar azınlık statüsünde kalmıslardır (McCarthy, 1998b: 186). Ancak

Balkan Savasları sonucunda olusan bu durumun aksine Yunanistan sınırları için benzer bir

süreç söz konusu degildir (McCarthy, 1998b: 188).

Bu durum imlemektedir ki Balkanlardaki Bulgaristan gibi ülkelerde nüfus takasını

gerektirecek bir olusuma gerek kalmadan nüfus yapısı zaten degismis; Yunanistan ve

Anadolu’daki konumun ters açılardan farklı olmasının sonucunda buralarda devlet eliyle

çesitli yaptırımlar uygulanmıstır.

Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorlugu’ndan aldıgı toprakların batısında büyük oranda Rum

sayısı fazlayken, dogu bölgelerinde Müslüman sayısı ön plana çıkar: Selanik de

Müslümanların daha fazla oldugu kentlerden biridir (McCarthy, 1998b: 187).

Anadolu’da sayısı tam olarak belli olmayan miktarda Rum’un Yunanistan vatandası olması

ve bunların çogunun İzmir’de yasaması da ilginç bir saptamadır (McCarthy, 1998a: 90).

Bu saptama gösterir ki Ortodoks ya da Katolik olsun, Rumların içindeki bir grup, aidiyet

olarak kendisini daha net tanımlamaktadır. Bu Rumlar, Osmanlı Devleti’nin henüz

netlesmemis sınırları içerisinde yasasalar bile vatandaslık bagları baska bir ülkeye aittir.

Osmanlı’nın siyasi hatalarından biri olan kapitülasyonların sagladıgı ayrıcalıklar,

Avrupalıların himayesinde yer alıp Rum, Ermeni veya Yahudi olan bazı sahıslara da özel

statü olarak tanınmıstır (Anderson, 2001: 17). Bu gruplar ticaretin kendilerine saglamıs

oldugu özgürlük alanından faydalanmıslar; özellikle de Rumlar, Yunan Bagımsızlık

Savası’nda Yunanistan’a destek olmuslardır. Müslüman tebaa ise basta dini sebepler olmak

üzere çesitli nedenler sonucunda ticaretle içli dıslı olamamıstır.

2 6

Bunun yanında Müslüman ve Hıristiyan tebaanın özellikle dini açıdan tamamen esit

kosullarda yasadıgını ileri sürmek de açıkçası zordur: Osmanlı Devleti, kiliselerin iç

islerine karısmayıp onları özerk bir yapıda var olmalarına izin verse de bu dine mensup

üyeler, siyasi ve askeri alanlarda üst sınıflara pek yükselememektedirler (Anderson, 2001:

19).

Balkanlar ve Yunanistan’da yasanan gelismelerde “Büyük Güçler” olarak tabir edilen

devletlerin kendi ülkelerinin yararlarını da göz önünde bulundurarak uyguladıkları

politikaların bu bölgelerdeki yansımaları önemlidir (Anderson, 2001: 73-104). Bu konuda

Rusya ile Yunanistan arasındaki iliskiler dikkatle incelenmelidir ki bir devletin destek

görmeden bagımsızlıgını kazanması o dönem için oldukça güçtür.

Özerk bir yönetime sahip Yunan Devleti’nin kurulması için 1886 yılında İngiltere - Rusya

protokolü imzalanmıstır: Bu protokole göre Yunanistan yönetiminde Sultan’ın sınırları

Büyük Güçlerce belirlenmis bir rolü ve Fransa, Avusturya, ayrıca Prusya da antlasmanın

garantör ülkeleri olacaktır (Anderson, 2001: 84).

Yukarıda da açıklandıgı gibi Osmanlı’nın hâlen kendi sınırları içerisinde olsa bile Balkan

Devletleri üzerindeki hükmünün 19. yüzyılda son derece azalmıs olması, bu devletler

açısından bir süre sonra gerçeklesecek olan tam bagımsızlık ortamına hazırlık

niteligindedir. Gelismeler bu yönde ilerlemesine karsın Anderson; İngiliz, Fransız ve Rus

Hükûmetlerinin, bir dönem için, özerk yapıda bir Yunanistan’ı, bagımsızlıgını tamamen

kazanmıs bir Yunanistan’a tercih ettiklerini de sözlerine eklemistir; sebebi ise Avrupa’nın

mesruiyet temelli yönetimine zarar gelebilecegi endisesidir (Anderson, 2001: 92).

Yunanistan’ın bir ulus devleti kurma yolunda attıgı adımlara ragmen, ülkenin yönetim ve

kimlik yapısında karmasa hâkimdir. Nitekim halkın büyük bir bölümü yoksuldur ve

kendini “Yunan” olarak tanımlayan insanların ancak küçük bir bölümü ülke sınırları

içerisinde yasamaktadır (Anderson, 2001: 94, 95).

Ortodoks Kilisesi’nin Yunan halkı üzerinde önemi yadsınamayacak etkilerinden biri de

sudur (Glenny, 2001: 40): Çesitli gazetelerde ve yazısmalarda Rumca konusmayan halktan

“Les Grecs” olarak bahsedilmesi, onların Ortodoks Kilisesi üyeleri oldugunun

göstergelerinden biridir. Bunun yanında Rumca konusan halkın içinde de kendini

Hıristiyan, Romalı, Yunan gibi adlandırmalarla tanımlayanlar da mevcuttur. Misha

Glenny, Ortodoks Kilisesi’nin Yunan kimligini tanımlamada en önemli unsur oldugu

2 7

kadar, en tutucu unsur da olduguna dikkat çeker, öyle ki Osmanlı’da yasayan Rumlar

açısından da din zaten kültürden önce gelmektedir (Glenny, 2001: 42).

Bu ufak ayrıntı konumuz itibariyle önemlidir; çünkü fakirlik ve kötü yönetimle beraber

kargasa ortamını yaratan öteki sebeplerden biri de kimlik sorunudur. Kimlik sorunları

bagımsızlasarak homojenlestirilmis ulusal yapıda bir devletin önündeki en önemli

sorunlardan biridir. Bu sorun kanaatimizce Yunan tarafı için Lozan Mübadelesi’nin

gerçeklesmesine neden olan etkenlerin basında gelmektedir.

Buna paralel olarak Glenny de Rumların mücadelelerinin ideolojik yönünün agır bastıgını;

çünkü kimliklerini bütünüyle bilmedikleri yorumunu yapar (Glenny, 2001: 43). Aslında,

bu cografyada yasayan bir toplumun böyle bir sorunla yıllarca kavrulması olagan dısı bir

durum da degildir.

Yunan isyancıları arasında bölünmeye sebep olan diger bir unsur, kültürel miraslarıdır

(Gleny, 2001: 48). Yunan toplumu da bir tarafıyla Türk toplumuna benzer sekilde

Dogulu’dur ki iki toplum arasındaki geçmisten gelen ortak özellikler dikkati çeker; ama

Yunanlar diger bir taraflarıyla da Batılı’dırlar. Glenny, her iki Yunan’dan birinin Batılı ya

da Dogulu olmayı seçtigini imler (Glenny, 2001: 48); ancak atlanmaması gereken bir nokta

vardır: Osmanlı’nın mirasçısı olarak görülen Türkler, Bizans’ın mirasçısı olarak görülen

Rumlara oranla çeliskileri daha yogun bir “ikilik” arasında uzun yıllar yasamak zorunda

kaldıgı gibi hâlâ da yasamaktadır, oysa Yunan toplumu öbür yakaya eklemlenmeyi

basarmıstır.

Rumlar sadece ticaret gibi konularda degil, basta İstanbul Rumları olmak üzere bu halkın

içinde bazı kisiler Osmanlı devlet politikasında önemli roller oynama sansına sahip

olabilmislerdir (Glenny, 2001: 40). Daha sonra ayrıntılı olarak deginecegimiz gibi Lozan

Mübadelesi İstanbul Rumlarını kapsamamaktadır; bu durum onların Bizans’ın mirasçısı

olması ve kimlik sorunlarını yasamamalarından kaynaklanıyor olabilir.

Yunan Bagımsızlık Savası basladıgı zaman isyan sonucu yapılan kıyımlarda görülen

çeliskilerden biri, Mora ve Girit’te Müslümanlıgı önceden kabul etmis olan Rum nüfusun

da öldürülmesidir (Glenny, 2001: 45). Bu çeliskiler ve olaylar, Ortodoks Kilisesi’nin

toplum üzerindeki yaptırımını bir kez daha gösterir.

Girit gibi su anda Yunanistan’a baglı olan kentler ve adalar, Yunan uluslasması ve

bagımsızlasmasında Osmanlı’ya karsı isyanların yogun oldugu bölgelerdendir. 1866-1868

2 8

yılları arasında çıkan Girit isyanı, Yunan isyanına uluslararası bir boyut da getirmistir

(Anderson, 2001: 175, 176). Girit, bagımsızlasma süresince Osmanlı’nın basına oldukça

dert açmıstır; ada fethedildigindeyse öteki bölgelerde oldugu gibi Müslüman halktan

kimseler adaya akınlar halinde göç etmemislerdir. Girit’te yüksek sınıfa ait kisilerden

Müslümanlıgı kabul edenler olmustur; ancak bu kisiler Rumca konusmaya devam etmis,

adanın büyük bir bölümünde Osmanlı yönetimi benimsenmemistir (Glenny, 2001: 174).

Nitekim, Sabâ Altınsay’ın romanı Kritumu, Girit’in bu karmasık ortamını kurmaca bazında

basarılı bir sekilde sergilemektedir.

Birinci Dünya Savası ardından tamamen dagılan ve içinden yepyeni uluslar çıkan Osmanlı

İmparatorlugu topraklarının paylasılması konusunda Batı Trakya için Büyük Devletler

tarafından düsülen konum, bu bölgenin Yunanistan kontrolüne verilmesidir (Anderson,

2001: 368). Bu paylasımın sonucunda bölgenin önemli merkezlerinden biri olan Selanik13

kenti de Yunan yönetimi altında kalmıstır. Yunan ordusunun Batı Ege’yi isgali ile çok

çetin bir sürecin yasanmasına karsın, İzmir de dâhil olmak üzere (Anderson, 2001: 380),

yörenin Türkiye toprakları içersinde yer alacagı Lozan Antlasması ile kesinlesmistir.

Türkiye topraklarında yasayan yabancılar bu konferansın en önemli sorunlarından birini

teskil etmistir. Fransa basta olmak üzere konferasın diger katılımcı ülkeleri Türk

Hükûmeti’nin “yabancı hakları” konusunda Türklerle yabancılar arasında esit dagıtılmıs

haklar sunacagına pek ihtimal verememektedirler (Anderson, 2001: 382). Bahsi geçen bu

‘güçler’, batılı niteliklere sahip olabilecek bir Cumhuriyet’in kurulusuna ise destek

vermektedirler (Anderson, 2001: 403).

Yukarıdaki açıklamalarımızın ısıgında degerlendirmelerde bulunmak gerekirse bu güçlerin

Türkiye’ye olan güvensizliginin Lozan Mübadelesi’nin gerçeklesmesinde son derece etkili

oldugu kanısını tasıyoruz.

Balkanlarda Osmanlı yönetiminin zayıflıgını ve himayesinin yetersizligini gösteren

hâllerden biri de uzun süreden beri varlıgı devam eden “armatalos”lardır. Bu armatalos’lar

13 Selanik kenti de İzmir gibi büyük bir yangın atlatmıs ve yeniden insa edilmistir (Glenny, 2001: 290, 291).

Her iki kentin de isgal altında olup, hem mimari hem de nüfus yapısı açısından tekrar insa edilip bir nevi

yaradılısının degistirilmesi ilginç bir tesadüftür. Ancak bir gerçeklik daha vardır; o da bu yangınlar kentlerin

tarihini degistirmek adına bilinçli olarak düzenlenmistir. Selanik yangınıyla Venizelos, sehri kendi amaçları

dogrultusunda modernlestirmek daha açık bir ifadeyle yayılmacı planlarının -Megali İdea’nın- bir parçası

niteliginde degerlendirmistir (Glenny, 2001: 292). Bu yangın ve kentin degismesi, önemsiz bir ayrıntı gibi

gözükse dahi bir kentin kaderini dolayısıyla insanın kaderini degistirmekle aynı anlamlara gelir.

2 9

eskıyalar arasından seçilerek devlet yönetimi ve yasaları adına koruyucu zabıta rolünü

oynamıs, II. Mahmut zamanında da Yanya’daki Ali Pasa ordusuna katılmıstır (Glenny,

2001: 42).

Anderson, Osmanlı Devleti’nin çöküs sürecinde ortaya çıkan uluslararası sorunların / Dogu

Sorunu’nun Lozan Antlasması ile ortadan kalktıgını iddia eder (Anderson, 2001: 397).

Oysa bu kısmi bir çözüm olarak görülebilir ki esasında sorunlar farklı bir yöne çevrilmistir.

Nitekim Yakındogu’nun topraklarında her dönem çesitli problemler bas göstermistir.

4.1 Yunan İsgali Hakkında

Yunan Devleti, Batı Anadolu’yu isgaliyle (1919-1922) 10 Agustos 1920 Sevr

Antlasması’na göre Anadolu’dan toprak alma hakkına sahip olmaktayken Türk Kurtulus

Savası, bu planların degismesine neden olmustur.

Yunan isyanı kendi kendine olusmamıstır. Büyük Güçlerle birlikte Venizelos’un

uyguladıgı politikaların da isyan sürecinde yasananlara etkisi yadsınamayacak bir

gerçekliktir:

Alexander Pallis’in14 ifadelendirdigine göre Balkanlarla birlikte II. Abdülhamit

Dönemi’nde Girit’te meydana gelen olaylar ve 1908 yılında Jön Türklerin iktidarı ele

geçirmesinin de etkisiyle Yunanistan’daki cunta liderlerinin isi kolaylasarak 1909’daki bir

askerî darbeyle Venizelos’u hükûmetin basına getirmislerdir (Pallis, 1997: 18).

İsgal 1919’da baslamıstır. Bu ortamı hazırlayan olusumların tarihinin Büyük Britanya

Hükûmeti için Sir Edward Grey’in Yunanistan’a kendilerinin safında savasa katılma

kosuluyla “Batı Anadolu kıyılarında taviz verme teklifine” dayandıgı belirtilir (Pallis,

1997: 24).

Balkanlarda ulus-devlet kurma yönündeki yaklasımlar ne idiyse Yunan isgalinde de aynı

amaç tasınmaktadır; fakat Batı Anadolu’da Balkanlarda oldugu gibi Müslüman nüfus

dagınık degildir. Müslüman nüfusun sayıca daha fazla ve etnik olarak da yogunlukla Türk

olması, onlar açısından durumu dezavantaja çevirmistir (McCarthy, 1998b: 277).

Yunanların Anadolu topraklarından çıkarılmasında Türk Ordusu’nun sarf ettigi güç bilinen

bir gerçekliktir; fakat bu sonucun olusmasında özellikle Yunanistan açısından baska

14 Pallis’in kitabı Mübadele’den kısa bir süre sonra, 1937 yılında basılmıstır. Bu degerlendirmenin olaylar

henüz tazeyken ve 2. Dünya Savası öncesinde içerden bir bakıs açısıyla yapıldıgı unutulmamalıdır.

3 0

nedenler de bulunmaktadır. Misha Glenny bunları su sekilde izah etmistir (Glenny, 2001:

319):

“Yunanlılar’ın en büyük sorunları içerden kaynaklanıyordu. Ordunun morali çok bozuktu. 1920 yılı

geldiginde ordu sekiz yıldır savasıyordu. Devlet hazinesi bombostu ve Anadolu’nun isgalini sürdürmek

Mora, Attika ve Teselya’dan olusan Eski Yunanistan’da büyük sıkıntılara neden olmaktaydı. Venizelos bütün

enerjisini Paris’teki diplomatik mücadelede harcamaktaydı. Megali İdea’yı elde ettigine göre milliyetçi ruhun

dalgasına kapılıp tekrar iktidara getirilmeyi bekleyerek 1920 Kasım’ında seçime gitti” (Glenny, 2001: 319)

Görüldügü gibi Yunanistan ordusunun, çesitli etkenlerle daha kötü yönetilmeye baslaması

Türk ordusu açısından büyük bir fırsat yaratmıstır.

Pallis, Müttefik olarak isbirligi yapılan ülkelerin bu isbirligini bozabilecek bir noktayı su

biçimde ifade eder: Yunanları, İtilaf Devletleri ve Alman taraftarı olmak üzere ikiye ayıran

propaganda da Yunanistan açısından taktik hatalardan biridir (Pallis, 1997: 13).

Pallis’in Yunan isgalinin nedenlerini degerlendirdigi kitabında üzerinde özenle durdugu

noktalardan bir digeri, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarmasının dezavantajlarının

Venizelos tarafından dahi bilinmesine ragmen,15 İngiltere basta olmak üzere Fransa, İtalya

ve Rusya’nın kendi çıkarları dogrultusunda uyguladıgı politikalar neticesinde Türkiye ile

savasa girismis oldugudur (Pallis, 1997: 17-92).

Bu asamada su ayrıntıyı ifade etmenin zamanı gelmistir:

Rusya, öteki İtilaf Devletlerinin aksine yasanan Bolsevik Devrimi ile birlikte iki senedir

Anadolu’ya karsı uyguladıgı politikanın açısını bir anda degistirmistir. Ruslar, Türk - Rus

Savası’nın ardından aldıkları Kars ve Ardahan’ı geri vermis, Türkiye’ye Kurtulus

Savası’nda para ve cephane yardımında bulunmuslardır (Pallis, 1997: 45, 79).

Bu politika degisikliginin belirgin sebebi Anadolu’yu önemsemekten ziyade devrime İtilaf

Devletleri tarafından gelebilecek zararları engelleyebilmektir.

Yunanistan’ın özellikle İngiltere nezdinde öteki Balkan Devletlerine oranla daha fazla ön

plana çıkmasının belli baslı sebepleri arasında Yunanistan’ın ekonomik olarak daha iyi

konumda ve bilhassa deniz ticareti bakımından Ege ve Karadeniz’deki en etkin Balkan

15 Bu dezavantajlar Pallis tarafından söyle sıralanır (Pallis, 1997: 31, 32): İlki Anadolu’daki Rum nüfusun

hem dagınık hem de sayıca Müslümanlardan daha az olmasıdır. Müslümanların çogunun geldikleri kültür

daha savasçı bir yapıdadır; ancak Hıristiyanlar askeri egitim almamıslardır. Baska bir sebep de Anadolu’nun

cografi yapısından dolayı savasın çok zor olacagının bilinmesidir. Ayrıca böyle bir savasın Yunanistan

üzerindeki mali yükü bir hayli fazladır ki ülke zaten yıpranmıs bir hâldedir.

3 1

Devleti olmasıyla birlikte, İngiltere ile aralarındaki mali alısveris sirkülasyonunun aktif

olması da gösterilmektedir (Pallis, 1997: 65).

Yasanan isgal, İzmir basta olmak üzere Anadolu kentlerinin zamanını âdeta “cehennemde

bir mevsim”e çevirmistir ki İzmir, isgalden kurtulduktan sonra hiçbir zaman eski

kozmopolit ortamını yakalayamamıstır.

Yunanistan ise bu savasın ardından ekonomik olarak çok zarar gördügü için kötü bir

devreye girmis, ülkede sosyal sorunlar bas göstermistir (Glenny, 2001: 326). Bu denli

olmasa da ekonomik sorunlar, küçük isletme sahibi yabancı uyruklu halk gittigi için

Türkiye açısından da geçerli olmustur (Glenny, 2001: 326). Sonuçta her iki toplum da uzun

yıllar süren önemli savasların içinden çıkmıstır; ancak su ayrıntıyı da eklemek gerekir ki

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk ekonomisi ve toplumsal hayatı her seye karsın -bugün

tam tersi bir durum söz konusu olsa da- Yunanistan’dan daha iyi bir konumdadır.

Yine hatırlamak gerekir; Yunanistan ve Türkiye’nin dünya üzerindeki sahip oldugu söz

hakkı zamandizinsel sıraları farklı da olsa tarihin eski dönemlerinde kalmıs; 18. yüzyıldan

itibaren her iki ülke de siyaset sahnesinde basta ekonomik yetersizlikleri yüzünden Batılı

Güçlerin nüfuzundan etkilenmistir.

4.2 Girit’te Yasananların Genel Bir Degerlendirmesi

İlk yerlesim bulguları MÖ 8000’li yıllara kadar giden (Gökaçtı, 1998: 34) Girit Adası’na

ayrı bir baslık olarak deginmemizin nedenlerinin basında Sabâ Altınsay ve Ahmet

Yorulmaz’ın romanlarında adanın merkez olarak ele alınmasından ileri gelmektedir. Girit

Adası, Akdeniz için önemli adalardan bir tanesi olmasının yanı sıra Ege Denizi’nin

Akdeniz’le birlestigi kritik bir bölgede yer aldıgı için de Türk-Yunan Savası’nda kilit

cografyalardan birini olusturmustur. Baska bir açıdan ise Girit olayları, Yunanistan’la

baglantılı sorunlarla neredeyse es zamanlı meydana çıkmıstır.

Girit tarihine bakıldıgı zaman 1692’de Osmanlıların yönetimi altına girmeden önce Küçük

Asyalılar, Roma, Venedikliler, Bizans gibi farklı toplumların egemenliginde kaldıgı

görülmektedir (Tukin, 1986: 85, 86 ve Gökaçtı: 1998: 34-37). Osmanlı Devleti adada

Hıristiyan nüfusla dengeyi saglayabilmek amacıyla Anadolu’dan Girit’e nüfus naklederek

Müslüman nüfus sayısını bilinçli olarak arttırmıstır (Tukin, 1986: 88). Buraya yerlestirilen

Müslüman nüfus zamanla kendi dilleri Türkçe yerine Rumca’yı benimsemislerdir.

3 2

Bu tarz dil / kültür degisimlerinin açıklamasını daha önce yapmıstık; tarihteki örneklerinde

göç alan yerlesim bölgelerinde yerlesik kültür göçebe kültürden daha baskın gelmistir,

bunun dogal bir sonucu ise, adadaki Müslümanların zamanla dil degistirip mevcut kültür

odaklarından etkilenmelerinin yanında, kendi kültürlerinden parçaları da mekâna ve ada

üzerindeki halka yansıtmalarıdır.

Adaya yerlestirilen Müslümanların kendi lisanlarını zamanla unutarak Rumca’yı

kullanmaları konusunda Nükhet Adıyeke, Ortodoks sınıfa mensup ruhbanların kendilerine

saglanan özgürlük ortamını “bilinçli bir sekilde” kullanarak Müslümanları etkilediklerini

belirtir (Adıyeke, 2000: 86).

Osmanlıların adada hâkimiyet kurmalarının ardından uzun bir süre Hıristiyanlar ve

Müslümanlar arasında önemli problemler yasanmamıssa da zamanla Osmanlı’nın öteki

bölgelerinde yasanan huzursuzluklar Girit’e de sirayet etmistir. Bunun bir yansıması olarak

da Girit’te 19. yüzyılda pek çok ayaklanma meydana gelmistir (Tukin, 1986: 89). Adada

ayrılıkları atesleyecek çesitli faaliyetleri olan gruplar da bulunmaktadır. Bunlardan biri,

yüzyılın baslarında ortaya çıkan, aralarında Rus ve Avrupalı sahısların da üye oldugu Filiki

Eterya dernegi gibi misyoner bir dernek, Rumları bagımsız bir yapıda bir araya

getirebilmek için çesitli çalısmalar yapmıstır (Adıyeke, 2000: 15).

Dönemin Rus Hükûmeti yani Çarlık Rusyası ise, İttifak Devletleri arasında yer alıp

Osmanlı aleyhinde fikirlere destek olmustur:

Çarlık Rusya, bu stratejinin bir uzantısı olarak Girit Bölgesi’nde kurulacak tampon bir

devletin varlıgını desteklemis, buna paralel olarak da 1828-29 yıllarında Osmanlı’yla

yaptıgı savasın ardından imzalanan Edirne Antlasması ile Yunanistan’ın bagımsızlıgını

Osmanlı Devleti’ne “dikte ettirmistir” (Adıyeke, 2000: 17). 1877-78 yılındaki Osmanlı -

Rus Savası’nın ardından imzalanan Ayastefanos Sözlesmesi’ne göre, “Balkanlardaki siyasi

dengeyi kendi çıkarları” yönünde yapılandırarak Girit’te uzlastırıcı ve müdahil bir rol

üstlenmeyi Rus Hükûmeti kendi yönetim kadrosu için uygun görmüstür (Adıyeke, 200:

27).

Ruslar, Çarlık Rusyası’nın yıkılması ve 1917 Bolsevik Devrimi’nin yapılmasının ardından

tam bir strateji degisikligine gitmistir.

3 3

Nükhet Adıyeke, 1868’de çıkan isyanla Girit’teki sorunların sadece “Türk - Yunan sorunu”

olmanın ötesine geçerek İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bası çektigi devletlerarası bir

problem hâline dönüstügünü imler (Adıyeke, 2000: 22).

Adada yasayan halkın ulusçuluk fikirlerinden etkilenmelerinde ticaret kadar baska

faktörler de söz konusu olmustur:

Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda yogunlukla gerçeklestirdigi batılılasma hareketleri

sonucunda okur-yazar düzeyinin artmıs, kültür düzeyinin de yükselerek özellikle Rumî

halkın Avrupa ile olan baglarını daha da kuvvetlendirmis olması, Giritlilerin ulusçuluk

fikirlerinden etkilenmesinde rol oynamıstır (Gökaçtı, 1999: 17).

1878’de imzalanan Halepa Sözlesmesi’nin sartlarına göre de adanın yönetim yapısında

degisikliklere gidilmistir:

Bu sözlesmenin önemli maddelerine göre Girit valisi Hıristiyan birisi olacak ve 5 yıl

süreyle Büyük Devletler tarafından tayin edilecektir; Girit genel meclisinde Hıristiyan aza

sayısının Müslümanlardan daha fazla olması kosulunun yanında, yönetim ve memuriyet

kademelerinde de Hıristiyanların sayısı Müslümanlardan fazla olması kararlastırılmıstır.

Buna ek olarak belirtilmesi gereken baska bir madde de birbirinden ayrılan adli ve icra

kuvvetlerinde resmi dil olarak Türkçe’nin yanı sıra Rumca’nın da kabul edilmesidir. Buna

mukabil Bab-ı Âlî tarafından 1889 yılında yayınlanan bir fermanla Halepa Sözlesmesi ile

saglanan bu ayrıcalıklara kısıtlamalar getirilmistir. Bu kısıtlamalara ragmen bu sözlesme

sayesinde Rum halkı içinde ulusal bilincin olusması kolaylasmıstır (Adıyeke, 2000: 28, 29,

34-36, 147).

Adanın siyasi yapısında bunun gibi degismeler olurken paralelinde sosyolojik yapısında da

önemli degisimler gözlenmektedir: Girit Müslümanları ve Hıristiyanları arasında belirgin

sınıflasmalar olusmakta, kırsal kesimde yasayanların hayatı zaman ilerledikçe zorlasırken

kentte yasayan ve özellikle ticaretle ugrasan nüfus giderek zenginlesmektedir (Adıyeke,

2000: 84).

Egitim konusunda da Rumlar, Türklere oranla daha avantajlı konumda bulunmaktadır:

Rumlar arasında Yunanistan’a gidip orada egitim alan ve Girit’e geri dönen kisi sayısı

İstanbul’da egitim alan Türklerden daha fazladır (Adıyeke, 2000: 87).

3 4

İki farklı dine mensup bu gruplar arasındaki egitim yönünden olusan ayrım, elbette

farklılıklara da yol açmıstır. Öncelikle basın araç ve gereçlerinden Türklere oranla daha

fazla faydalanan Rumlar, ada üzerinde uygulanan propagandalara daha açıktır ki

“medya”nın toplum üzerindeki etkisi ve yaptırımları bilinen bir gerçekliktir. Bunun dısında

Osmanlı’nın matbaayı Avrupa’dan oldukça geç bir tarihte kullanmaya baslaması, Bab-ı

Âlî’de basın-yayın organlarının ancak 19. yüzyılda toplumdaki aydın kisilerin öncülügünde

yayın hayatına dâhil olmasının adada yasayan Müslüman Türkleri de bir sekilde

etkiledigini düsünüyoruz.

Toplumdaki asayisi koruma adına olusturulan kolluk kuvvetlerinden jandarma, zamanla

topluma yarar getirmekten çok, ada halkı için huzursuzluk kaynagı olmustur (Adıyeke,

2000: 137). Bu durum adada yasayan insanlar için dünyanın her bölgesinde karısık bir

yüzyıl olan 19. yüzyılın daha da zor bir devir hâline gelmesine neden olmus ve güvensizlik

ortamını daha da katmanlastırmıstır.

Girit, yasanan bu olayların gösterdigi gibi Büyük Güçlerin dogu politikasında uzun yıllar

önemli bir yer teskil etmistir. Uygulanan bu politikalar neticesinde ise adada durgun yahut

huzurlu dönemler pek yasanmamıstır. Nitekim kaos ortamı 1897’deki muhtariyetin

(özerkligin) ilanına kadar da devam etmistir. Venizelos ve Hükûmeti ise bu sürece, savas

ortamında Girit’in kendileri açısından tasıdıgı önemin bir ifadesi, bir nebze de olayları

mesrulastırma hissiyatıyla Adıyeke’nin dikkat çektigi üzere (Adıyeke, 2000: 150, 151,181)

“Girit Devrimi” adını vermektedir.

Muhtariyetle birlikte Girit’in sosyal, siyasi ve ekonomik yapısında bazı degisimler

meydana gelmistir. Sosyal yapıda meydana gelen degisimlerin en önemlilerinden biri

Giritlilik üzerinde durulmasıdır. Buna göre resmi dilin Rumca oldugunun ilan edildigi Girit

Kanun-u Esasi’sinde uzun zamandan beri Girit’te ikamet edenler, mensup oldugu millet ne

olursa olsun Girit halkından olanlar, Girit halkının özgürlügü için mücadele edenler

Giritlilik hakkını kazanmıstır (Adıyeke, 2000: 265, 266). Bu hakkaniyet göstermektedir ki

ait oldugu din, ırk, milliyet, mezhep ve benzeri ne olursa olsun belli kuralları yerine getiren

herkes Giritli olarak kabul edilmektedir; ancak siyasette paylar göründügü kadar esit

dagıtılamayabileceginden adadaki fiilî yasam bu sekilde tezahür etmemistir.

Girit’e muhtariyetin verilmesi Osmanlı’nın adadaki siyasi ve askerî açıdan (Adıyeke, 2000:

198) yönetim haklarını tam olarak kaldırmasa dahi; girilen bu yolun dönüsünün olmadıgı,

3 5

sadece bir geçisi yansıttıgı, ufukta gökle denizi ayıran çizginin gözüktügü, yalnız kopus

gününün gelmesinin her iki halk tarafından da sancılı bir sekilde beklendigi ifade

edilmelidir. Mehmet Ali Gökaçtı da Yunan Kralı’nın oglu Prens Georgi’nin adaya 1898’de

komiser olarak atanmasının gayriresmî yoldan Osmanlı hâkimiyetinin sonu oldugunu

belirtir (Gökaçtı, 1998: 38).

Adanın Osmanlı Hükûmeti ile Yunanistan arasında paylasılamaması, kaçınılmaz olarak

nitelendirilebilecek sonu gerçeklestirmistir. Girit olayları, Osmanlı - Yunanistan Savası’na

sebebiyet veren etkenlerin basında gelmektedir. 1913 yılında Londra ve Bükres

Antlasmalarıyla alınan kararlar sonucunda adanın Yunanistan’a ilhakı uluslararası

boyutlarda da netlesmistir (Gökaçtı, 1998: 38).

Mehmet Ali Gökaçtı’ya göre (Gökaçtı, 2004: 51) adada yasayan Yunan asıllı kisilerin yanı

sıra Müslüman ve İtalyanların da bulundugu, zıt unsurlarına ragmen birkaç yüzyıl

zıtlıkların uyumunun yasandıgı günler artık Girit’in mazisinde kalmıstır.

3 6

5 1923 LOZAN ZORUNLU NÜFUS MÜBADELESİ

Deniz kıyısındaki

o ahsap ev yıkılmadan,

taslıgında acı suyunu

kova kova çekip

taraçaya döken yorgun ihtiyar

Girit’ten getirdigi kitaplarını

kiloyla eskiciye satmadan,

teneke kutularda karanfil yetistirir,

nargilesini fokurdatırdı denize karsı.

Deniz, yumusak dalgalarla,

sallar, uyuturdu evi.

Evdeki öksüz kızlarını düsünürdü adam,

kim bilir kimlerle evlenip

nerelere gideceklerini.

Arada bir gemi geçip giderdi

Uzaktan uzaklara. (Çapan, 1998: 34)

Buraya kadar yaptıgımız degerlendirmelerdeki esas amaç; 1923 yılında gerçeklesen Türk-

Yunan Mübadelesi’ni ana hatlarıyla temellendirmektir. Bu bölümde ise Mübadele ayrıntılı

olarak ele alınacaktır.

5.1 Lozan Protokolü’ne Hazırlık Süreci

Yunanistan ve Türkiye arasındaki sorunların çözümü için önerilen Mübadele fikri yalnızca

politik düzlemde yer alan kisiler arasında degil, Tanin gazetesi gibi Türk medya

kuruluslarında daha önce de gündeme gelmistir (Zengin, 1998: 26). Toplum içinde bu

yönde çıkan haberlerin yankısı hakkında bilgi verilmese de en azından medya gibi güçlü

bir meta aracılıgıyla bir nebze de olsa Mübadele üzerine düsünüs biçimlerinin toplum

katına yansımıs oldugu ileri sürülebilir.

Lozan Sözlesmesi sonucu 1,200,000 civarında Anadolulu Ortodoks Rumla yaklasık olarak

400,000 Müslüman Türk’ün takası bilindigi gibi Mübadele kararı verilir verilmez ortaya

çıkmıs bir sayı ve süreç degildir. Unutmamalı ki aktardıgımız sorunların tarihi daha eskiye

dayanmaktadır, bunun bir getirisi olarak Anadolu topraklarındaki “göç” hareketleri de daha

evvel baslamıstır. Özellikle Anadolu’dan pek çok Rum, Mübadele gerçeklesmeden önce

Yunanistan’a göç etmistir.

Bu baglamla ilgili olarak Ayhan Aktar’ın sözlerine yer vermek gerekir (Aktar, 2005a: 42,

52-54 ve Aktar, 2005b: 119-125): Dogal kosullarla göç eden halk bir kenara bırakılırsa,

Mübadele yasanmadan önce “mübadele fikri” ortaya çıkmıstır. Buna göre, Balkan

Savasları sonunda yasanan kaos, mübadele fikrinin ilk kez ortaya atılmasına neden

olmustur. Osmanlı Devleti 1. Balkan Savaslarını kaybetmistir ve bu savaslarda en çok

3 7

zarar gören gruplardan biri Rumeli Müslümanlarıdır. Rumelili Müslümanların Anadolu’ya

göç etmesi beraberinde, Rum halkıyla aralarında sorunlar çıkmasına neden olmustur. Aynı

durum Trakya’dan Yunanistan’a göç eden Rumlar için de geçerlidir, onlar da Müslüman

köylülerle sorunlar yasamaktadırlar. Bu sorunları göz önüne alan Atina Elçilik Müstesarı

Galip Kemâli Bey, 12 Mayıs 1914’te Sadrazam Sait Halit Pasa’ya çektigi bir telgrafta

Makedonya’daki Müslümanlarla Aydın Vilayeti’nde yasayan Rumların zorunlu

tutulmadan Mübadele edilmesi için hükûmetten yetki ister; ancak Birinci Dünya Savası’nın

çıkmasıyla bu yöndeki çalısmalar fiiliyata geçemez.

Bunun yanı sıra Yunan Hükûmeti’nin Rumlara Ege adalarına yerlesmeleri yönünde yaptıgı

tesvikler sonucu Anadolu’dan adalara büyük bir kitle aynı dönemlerde göç etmistir (Aktar

2005b: 122). Bu tarz desteklerin etkisi ve Yunanların isgali kaybetmeleri neticesinde

Anadolu’da barınmalarının oldukça zorlastıgını fark eden Rumlar içerisinde Yunanistan ve

adalara göç had safhadadır: Bu göçmenlerin sayısı “…15 Aralık 1922 itibariyle 890.626

olarak tespit…” edilmektedir (Aktar, 2005b: 56). Bu rakamlar bize Lozan Mübadelesi’nin

aslında iki ülke arasında göç hareketlerine son noktayı koyup, bu hareketlenmeleri yasal

düzleme tasıdıgını da gösterir.

Yogun nüfus hareketleriyle beraber “toplumsal dengelerin” bozulması, Kemal Arı’nın da

altını çizdigi gibi Mübadele gibi bir takası bir nevi zorunlu hâle getirmistir; nitekim

göçmenlerin de göç etmek için deniz kıyısındaki sehirlere yıgıldıgı gözlemlenmistir (Arı,

2003: 6, 7). Bu insanlar, bir taraftan baslarına gelebilecekler için hazırlık yapmaya

çalısırlarken beklestikleri bu sahil kentlerinde oldukça zor kosullar altında hayatlarını

sürdürmüslerdir.

Baska bir taraftan da Yunanistan topraklarına göç edebilen Rumlar, yüksek düzeydeki

yıgılmalar sonucunda burada yasayan Türkler için zaman zaman önemli bir baskı unsuru

olmuslardır (Arı, 2003: 8).

Galip Kemâli Bey ve Venizelos arasında yapılması düsünülen antlasma gerçeklesmeyince

bu kez iki ülke arasına bir aracı koyularak çözüm üretilmeye çalısılır. Bu kisi Milletler

Cemiyeti’nce görevlendirilmis olan Dr. Fridtof Nansen’dir (Aktar, 2005a: 57). Dr. Nansen

karsılıklı yaptıgı çesitli görüsmeler sonucunda protokolun hazırlanmasına katkı saglayıp,

Nüfus Mübadelesi’ni teklif olarak sunar (Aktar, 2005a: 60); ancak Nansen’in ilk teklifi

olan Yunanistan’daki Müslümanlarla, İstanbul hariç Anadolu’daki Ortodoks Rumların

3 8

istege baglı olarak yerlerinin degistirilmesi fikri kabul görmez (Arı, 2003: 16). Bu noktada

dikkat çekmeliyiz ki Lozan Antlasması’ndan daha önce sartları kesinlesmese dahi

Mübadele’nin gerçeklestirilmesine karar verilmis, sadece protokolun toplanması

beklenmistir.

İki ülke arasında ‘bir mübadele’nin gerçeklesmesini ve bunun da zorunlu olmasını isteyen

ülkelerin basında İngiltere gelir. Böylece hem anlasmayı uygulamak kolaylasacaktır, hem

de bu insanların kendileri farkında olmasalar da yeni yeni olusmaya baslayan ‘dünya

düzeni’ne katkıları önemli ölçüde artacaktır (Oran, 2005: 163).

Uluslasma amacı bir kenara koyulursa Türkiye’nin Rumların gitmesini istemesinin öteki

nedenlerinin basında Büyük Devletlerin Hıristiyan azınlıkları kullanarak Osmanlıların iç

islerine karısmasını engellemek gelir. İkinci sebep olarak antlasmadaki “Azınlıkların

Korunması” bölümü sayesinde “Rumlardan mümkün oldugunca kurtulmak bu ‘pozitif

haklar’ın” müdahale etkisini ve Yunan isgalinin üzerinden çok zaman geçmedigi için

tekrar böyle bir durum içine girme riskini azaltma amacı gelmektedir (Oran, 2005: 165).

Protokol sonucu alınan kararlar dogrultusunda Çaglar Keyder; her iki ülkenin

politikacılarının da Wilson Prensiplerinin halkların kendi kaderlerini tayin etme ilkesini

benimsemekten çok, daha önce üzerinde durdugumuz gibi agırlıklı olarak “etnik

homojenlik” anlayısı çerçevesine baglı olduklarını yazmıstır (Keyder, 2005: 57).

5.2 Lozan Protokolü ve Mübadele

Lozan Barıs Konferansı, Türkiye ve Batı arasındaki savas ortamına son vermek adına

düzenlenmis olup, konferansta ekonomik, siyasal ve hukuksal problemlerin çözümleri

aranmıstır (Arı, 2003: 15). Antonios Pavlidis’in parmak bastıgı gibi Lozan’da yasananlar

diplomatik savası andırmaktadır; çünkü her ülke kendi ‘büyük çıkarları’nı gözetmektedir

(Pavlidis, 1997: 14). Lozan’da 1 Aralık 1922’de baslayan görüsmelerin sonucunda 30

Ocak 1923’te Yunanistan ve Türkiye arasında, Türk topraklarında yasayan Otodoks Rum

dinine mensup Türk uyruklularla Yunan topraklarında yasamakta olan Müslümanlıgı

benimsemis Yunan uyruklu kisilerin 1 Mayıs 1923 itibariyle mübadele edilmesine karar

verilmistir. Bu maddenin devamında yer alan hükme göre de Hükûmetler karsılıklı olarak

izin vermedikçe göç eden kimseler, terk ettikleri ülkeye yerlesmek için geri

3 9

dönemeyeceklerdir.16 Yalnız, Mübadele’de İstanbul’da yasayan Rumlarla Batı Trakya’da

ikamet eden Müslümanların kapsanmamasına karar verilmistir. Bu kararla beraber -her

kaynak farklı rakamlar telaffuz etse de- Anadolu’dan Yunanistan’a hemen hemen

1.200.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise yaklasık 400.000 civarinda insan göç etmistir.

Görüldügü gibi Türkiye’den Yunanistan’a giden göçmenlerin sayısı, Türkiye’ye gelen

göçmenlerin sayısının 3 katı kadardır.

Yunanistan tarafı Mübadele’nin istege baglı olarak gerçeklestirilmesini teklif etse de böyle

bir göçün çok uzun sürecegi gerçegine dayanarak her iki ülkenin de ekonomik olarak bir an

önce kalkınmaya baslaması ve göç edenlerin ekonomiye katkı saglamaları amacıyla bu

istek kabul görmemistir (Arı, 2003: 17). Lozan’daki görüsmeler sırasında üzerinde en çok

tartısılan konulardan birini İstanbul Rumlarının durumu olusturmustur (Zengin, 1998: 47).

Zaten Mübadele kararına ragmen Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların tam

anlamıyla çözümü için de hakikatte Ankara Anlasması (1930) beklenmistir.

Mübadele’nin yürütülmesi içinse 11 üyeli Karma Komisyon olusturulmustur ki Yunanistan

ve Türkiye’den komisyon için 4’er üye seçilmis, bunlara ayrıca 3 tarafsız üye daha

eklenmistir (Zengin, 1998: 111, 112). Kuskusuz, bu tarafsız üyelerin komisyona

eklenmesindeki amaç, aradaki dengeyi saglayabilmektir.

Lozan Barıs Antlasması gibi büyük çaplı bir protokolde göç edecek insanların sosyolojik,

psikolojik ve ekonomik yönlerden nasıl etkileneceginin önemi arka planda kalmıstır.

Önemli olan tek tek insanlar degil; bu insanların bir bütün olusturdugunda yerlestirildikleri

ülkeye getirecekleri katkılardır. Nitekim sadece Yunanistan ve Türkiye’nin ülkesel

politikaları için degil, Batılı devletlerin kendi yararları için de bu olay gerçeklestirilmistir.

Mübadele antlasmasında yer alan maddelere göre17 “göçmenler (emigrants)” hiçbir engelle

karsılasmalarına izin verilmeden göç edebilecek, içlerinde kesinlesmis cezası olanlar

cezasını çekmesi için ya da sorusturması devam edenler yargılanmak üzere ilgili makama

ulastıkları yerde teslim edilecek, göçmenlerden vergi alınmadan her türlü tasınır mallarını

götürmelerine izin verilecek, mallarını götüremeyenler ise oldukları yerlere mallarını

bırakabileceklerdir. Bıraktıkları bu malların dökümü çıkartılarak degeri saptanacak, 4

nüsha hâlinde gerekli mercilere (bir tanesi yerel makamlarca saklanacak, biri karma

16 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm

17 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm

4 0

komisyona sunulacak, üçüncüsü gidilecek olan ülkenin hükûmetine verilecek ve sonuncusu

da bizzat göçmenin kendisinde kalacaktır) verilecektir. Eger malları zarar görmüsse de

tazminatları gittikleri ülkede kendilerine ödenecek, yahut o ülkenin borç hesabına dâhil

olacaktır. Baska bir maddeye göre de göçmenler gittikleri ülkede, kendi mallarının degeri

ve niteligi karsılıgında mal alabileceklerdir. Yine, hükûmetler arasındaki arıtım islemleri

sonucunda borçlar birbirine denk çıkarsa hesap kapanmıs olacak; ancak denklestirme

sonucunda bir taraf digerine borçlu durumda kalırsa, bu borcun degeri karsılıgında borçlu

taraf öteki hükûmete pesin para ödemek zorunda kalacaktır (Arı 2003: 20). Bu isler içinse

Türkiye ve Yunanistan’da kurulmak üzere savasa katılmıs devletlerin üyelerinden

meydana gelen karma bir komisyon olusturulmustur. Bu komisyon gerekli durumlarda alt

komisyonlar meydana getirebilme hakkını da elinde bulundurmaktadır (Arı, 2003: 19).

Sunu belirtmek gerekir ki bu maddeler her ne kadar göçmenlerin haklarını korumaya

yönelik hazırlansa da göçmenler, gittikleri ülkede oyunun bir kuralıymısçasına maddi -

manevi zararlarla karsılasmıslardır.

Renée Hirschon, Mübadele’nin her iki ülke için “asimetrik” özelliklere sahip sonuçlarının

oldugunu belirtir (Hirschon, 2005: 17). Bu asitmetrik deneyimler kısaca siyasi, ekonomik,

demografik, kültürel ve toplumsal genel baslıklarının yanında son olarak yerlesim düzeni

adı altında da toplanır (Hirschon, 2005: 17-28). Nev-i sahsına münhasır bu takasın

sonuçlarını ayrıntılı olarak bir sonraki asamada degerlendirecegiz; fakat bu asamada

Hirschon’un su saptaması belirtilmelidir: Zorunlu göçe tabi tutulan Müslümanlar ve

Ortodoks Rumlar için Mübadele, kendi vatan topragına dönüs degildir (Hirschon, 2005b:

11).

Bugün Lozan Mübadelesi ile ilgili olarak yapılan tartısmalardan biri, ‘Mübadele’nin sart

olup olmadıgı yönündedir. Bazı arastırmacılar tarafından o dönemin açıkladıgımız sartları

içinde iki devlet arasında yapılması zorunlu olan bir sözlesme oldugu da savunulmaktadır.

Bunun yanında bazı arastırmacılarsa karsı bir tez ileri sürerler ki bu arastırmacıların

yaklasımları konu üzerinde daha fazla çalısılarak baska çözümler bulunabilecegi

yönündedir. Geriye dönme olanagı olmadıgından bilim adına bu çesit tartısmaları

sonlandırmak oldukça güçtür. Yalnız eklemeliyiz ki dönemin kosulları içerisinde farklı

çözüm yolları üretilebilme ihtimali, bu çözümlerin daha iyi bir seçenek olduguna ilk elde

isaret etmez. Mübadele Sözlesmesi’nin maddeleri de hukuk önünde kabul edilen

4 1

kosullardır; oysa reel ortamda yani baska bir ifadeyle uygulama sahasına geçildigi zaman

yasanılanlar, hukuksal süreçte kabul edilenlerle paralel gitmeyebilmektedir. Bu sonucun

nedeni tabii ki insan faktörünün devreye girmesidir, öyle ki insan, uluslararası alanda çok

önemli bir sözlesmeyi kendi varlıgını ortaya koymasıyla fiziki gerçeklik düzleminde

parçalamaktadır.

5.3 Mübadillerin Anadolu’ya Yerlestirilmesiyle İlgili Yasanan Sorunlar

Türkiye’de mübadillerin karsılasacagı sorunları bertaraf edip, yerlesmelerini ve bir nevi

topluma uyumlarını saglamak amacıyla Mübadele kararından kısa bir süre sonra 8 Kasım

1923’te İmar ve İskân Kanunu da çıkarılmıs (Arı, 2003: 33-36), İzmir mebusu Mustafa

Necati Bey de Mübadele İmar ve İskân vekili seçilmistir (Zengin, 1998: 70). Mustafa

Necati’nin 6 Mart 1924 tarihinde Adliye Vekili olarak atanmasıyla birlikte Mahmut Celal

Bayar bu göreve getirilmistir (Cengizkan, 2005: 307).

İmar ve İskân Kanunu’na göre Türkiye’ye göç edenlerin nakil, barınma, beslenme ve

yerlesme islemlerinin yerine getirilmesi görevi İmar ve İskân Vekâleti’ne verilmis,

ardından da Vekâlet bu görevini yerine getirebilmek için arka arkaya çesitli

Talimatnameler (bunlardan biri de İase18 Talimatnamesi’dir) yayımlanmıstır (Zengin,

1998: 78-80).

Mübadiller, Balkanlarda sorunların baslamasıyla beraber daha önce yasadıkları yerlesim

yerlerinde rahat edemez hâle gelmislerdir. Bu tarz yasayısın dozu, Lozan Antlasması’yla

beraber azalmak yerine artmaya baslamıstır; çünkü Rumlar Yunanistan’a göç etmeye

baslamıslar; keza Müslümanlarla Rumlar yan yana, iç içe hatta aynı evde yasamak zorunda

kalmıslardır (Zengin, 1998: 159). Sonunda Müslümanların göç etmeye baslamaları ise

problemlerinin bitmesi degil, yön degistirmesi olarak tanımlanabilir; çünkü onları

Türkiye’de farklı zorluklar beklemektedir.

Türkiye ile Yunanistan arasında yer degistiren insanların sayısı düsünülünce Yunanistan’ın

imar ve iskân konusunda Türkiye’den daha dezavantajlı oldugu ortaya çıkar; fakat Türkiye

cografyasında da farklı açılardan problemler meydana gelmistir. Gerçi bu konuyla ilgili

18 İase kelimesi Arapça kökenlidir. İlk anlamı “yasatma” olmakla beraber ikinci anlamı “geçindirme,

beslenme”yi yüklenir (Develliloglu, 1999: 401). Dikkat edilirse çıkan bu talimatnamenin adından da

anlasılacagı gibi göçmenler için çok önemlidir; çünkü her ne kadar öncelikli amaç beslenme problemlerini

çözmek olsa da kelimenin ilk anlamı düsünülürse mübadillerin yasama devam edebilmelerine de isaret

ettigini görebiliriz.

4 2

olarak sosyoekonomik ve fiziki topografya çıkarılmaya ve mübadiller uygun mevkilere

konuslandırılmaya çalısılsa (Arı, 2003: 49, 50) da istenen sonuçların alınmasında bazı

pürüzler ortaya çıkmıstır.

Günümüzde büyük kentlerde yasamak, kentin sorunlarını da hayatta duyumsayıp

kabullenmek zorunda kalarak sehre ayak uydurmak olarak betimlenebilir ki yasanılan sehir

zaman mevhumunu belirsiz kılabilir. Yunanistan’dayken daha küçük yerlesim

merkezlerinde yasayan mübadiller, Türkiye’de Rumlardan geriye kalan evlere

yerlestirildiklerinde de sehir hayatının çesitli zorluklarıyla yüzlesmek zorunda kalmıslardır:

Köylere yerlestirilecek mübadillerin isi sehirlere yerlestirilenlere oranla daha kolaydır ki

iskân edilme sürecinde ele alınan kıstaslar daha ziyade köyler için geçerli olmakla beraber,

o günün kosullarında onları bekleyen sehir hayatı daha belirsiz bir yasama adım attıklarının

baska bir göstergesidir. Ayrıca sehir hayatının bürokrasisi de göçmenlerin mallarının

karsılıgını almalarını zorlastırmıstır; ama bunun yanında her daim oldugu gibi o dönemde

de ekonomik açıdan sınıfsal farkını kullanarak sartları kendi lehine çevirip, olumlu

kosullara daha çabuk ulasanlar da olmustur (Gökaçtı, 2004: 250, 252, 253).

Türkiye açısından öne çıkan sorunlar ‘yapısal engeller’ ve ‘konjonktürel sorunlar’ olmak

üzere iki asamada degerlendirilebilir (Aktar, 2005b: 126-141): Konjonktürel sorunların

ilki; Yunanistan da dâhil olmak üzere bazı Batı ülkelerinin Anadolu’yu isgal etmesinin

sonucunda, Anadolu topraklarının 1. Dünya Savası’nın ardından savas bölgesi hâline

dönüsmesi ve halkın büyük zararlar görmesidir. Konjonktürel ikinci sorun ise Rumların

Yunan isgali ve 1. Dünya Savası sırasında büyük oranda ülkeyi terk ederek fiilî manada

Mübadele’yi tek taraflı gerçeklestirmelerinin yanında, Mübadele kararı ile Müslümanların

Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmelerine kadar geçen sürenin bir yıl kadar bir zaman

dilimini kapsamasıdır. Rumlar, Anadolu’yu Mübadele kararı verilmeden daha önceden

yavas yavas terk etmeye baslamalarına ragmen, orada yasayan Müslümanlar için aynı

durum söz konusu degildir. Bu yasantının bir sonucu olarak Yunanistan’a göç eden

Rumlarla orada yasayan Müslümanların yan yana barınmaları, özellikle ülkeyi terk

edecekleri kesinlesen Müslümanlar için hayat kosullarını oldukça zorlastırmıstır. Rum

halkı da İzmir’in 9 Eylül 1922’de isgalden arındırılmasıyla Anadolu’da yasayamaz hâle

gelmelerinin olumsuz bir sonucu olarak, bu tarihten 1923’e kadar geçen süre içerisinde göç

hareketlerine devinim kazandırmıstır.

4 3

Yapısal sorunlar baslıgı altında ele alınması gereken ilk madde, takas edilen halkların

köken açısından farklı olmasıdır. Anadolulu Rumların çogunlukla sehirli ve Yunanistanlı

Müslümanların da köylü olması, Türkiye’ye yerlesen göçmenlerin özellikle sosyolojik

bakımdan sorunlar yasamalarına neden olmustur (benzer sorunlar Yunanistan’a göç

edenler için de düsünülebilir) (Aktar, 2005b: 139). Dogal olarak Anadolu’ya yerlesen

insanlar, daha önce uzagında oldukları yasam standartlarına uyum saglamakta

zorlanmıslardır. Yapısal ikinci problemse Türkiye’ye gelen göçmenlerle ilgili bilgi

eksikliklerinin sonucunda yasanan iskân sorunları olarak saptanmıstır; keza göçmenler

arasında da kendi kültürlerine hiç uygun olmayan yörelere yerlestirilenlerin sayısı bir hayli

fazladır.

Bu sorunu su sekilde katmerlendirebiliriz; cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye hem

toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta önemli bir kavsaga girmekte, hem de yeniden

yapılanan bu yapı içerisinde mübadiller yeni bir forma bürünmeye çalısmaktadır. Bu

yüzden mübadillerin sorunları, normal kosullara sahip olmadıklarından daha da

artmaktadır.

Saglıklı bir iskân politikasının yapısal olarak üçüncü engelini bu görev için tayin edilen

memurların niteligi olusturur; bu kisilerin arasında ordudan ayrılanlar, emekli askerler ve

isinden tasfiye edilmis eski memurlar da bulunmaktadır (Aktar, 2005b: 141). Ayrıca iskân

sürecinde görev yapan memurların islerinde yetersizligi de mevcut sorunların artmasına

neden olmustur.

Yukarıda belirtilen engellerin bir uzantısı olarak mübadiller, sanıldıgı gibi Yunanistan’a

göç eden Rumlardan sayıca az olmalarının avantajını kullanarak Anadolu’ya

yerlesmemislerdir.

Anadolu’nun mübadillerin yerlesmesi için çesitli yerlesim tasarımlarına ayrılmasının en

önemli sebebi, Rumlar göç ettikten sonra kalan malların dagılımından kaynaklanmaktadır

(Arı, 2003: 53). Böylece Anadolu’ya gelen göçmen grubun buralara yerlesebilecegi

düsünülmüstür.

Lozan Protokolü’nde saptanan maddelerin içerdigi belirsizlikler beraberinde göç edecek

kisilerin mallarının degerinin nasıl saptanacagı, tasfiye islemlerinin hangi yollarla

yapılacagı gibi soruları da getirmistir. Uygulanan yöntem, bu soruların arkasından

gelebilecek farklı sorunların çözümünün komisyonlara bırakılması olmakla birlikte, bu kez

4 4

de her komisyonun içerikte farklı yapı sergilemesi problemi ortaya çıkmıstır; çünkü bunlar,

hos olmayan çesitli davranıslara açık uygulamalardır. Göçmenlerin Türkiye’ye bir an önce

getirilmesi gerektiginden malların saptanması konusunda uygulamada antlasmadan daha

farklı bir yöntem izlenmek zorunda kalınmıstır ki Müslüman grup mallarını çogu zaman

kendisi tespit edip, kendi semtinin ihtiyar heyeti üyelerine teslim etmistir. İhtiyar heyeti de

kendilerine sunulan bu beyannameleri komisyonlara iletmistir. Sistemin bu sekilde

islemesindeki en büyük neden, komisyonun tek tek sahıslara ve ailelere ait malları

saptamasının çok uzun zaman alabilmesi riskidir (Arı, 2003: 72, 73-75).

Yunanistan’dan gelirken göçmenlerin ellerinde olması gereken belgeler su sekilde

sıralanmıstır (Arı, 2003: 89, 90):

1. Aile Kimlik Belgesi,

2. Ası Belgesi,

3. Tasfiye Talepnamesi,

4. Yunan makamları tarafından Müslümanların mallarına karsılık verilmis olan çesitli

makbuz ve resmî tutanaklar.

Tüm bu maddelere ek olarak belirtmek gerekir ki Türkiye’ye gelir gelmez göçmenlere

“ilgili iskân müdürlügünce ası durumunu ve iase edildiklerini gösteren bir baska kimlik

daha…” verilmektedir (Arı, 2003: 90). Bu kimlik tam anlamıyla bütünü kapsamasa da

modern devlet yapısının ‘insan’ üzerindeki nüfuzunun temsilidir. Mübadiller de bu

modernlesen devletin sınırları içerisine dâhil olduklarından, ellerinde bulunan belgelere

karsın kimliklerinin üstüne bir kimlik daha eklenmistir.

5.4 Mübadillerin Anadolu’ya Göç Etmesiyle Gelisen Ortam

Bu insanların “zorunlu göçmen” olarak seçilmesinin baslıca nedenlerinden birinin,

kullandıkları lisanın göç edecekleri ülkedeki insanların lisanından farklı olsa da kendilerini

daha yakın hissetikleri kültürün, yasadıkları ülkelerin kültür yapısı olmamasından

kaynaklanabilecegini uluslasma baslıgı altında belirtmistik.

Anadolu halkı her ne kadar savaslardan son derece zarar görmüs ve yorgun olsa da

mübadilleri genel olarak sıcak, hosgörülü yaklasımlarla karsılamıstır. Nasıl ki kamuoyunda

mübadillerin Anadolu’ya gelisleri ile beraber toplum içinde heyecan bas göstermis ve halk

elinden geldigince göçmenlere yardım etmeye çalısmıstır (Arı, 2003: 90). Hatta mübadiller

4 5

için yardım kampanyası düzenleyenler sadece Türkiyeli Müslümanlar degildir; Museviler

de hahambaslarının öncülügünde bir yardım kampanyası baslatmıslardır (Gökaçtı, 2004:

190).

Gökaçtı ve Arı, mübadillerin iskân edilecekleri yerlerdeki evlere yerlesememelerinin

nedenini, bu mekânların “fuzuli isgal” altında olmasına baglar (Gökaçtı, 2004: 195 ve Arı,

2003: 105). Oysa bu evleri, haksız yere isgal eden fırsatçıların dısında Türkiye’ye özellikle

Kafkaslardan gelen göçmenler basta olmak üzere savas döneminde zarar gören

felaketzedeler, İzmir yangınında evlerini kaybeden harikzedeler ve mülteciler de

kendilerine mesken edinmislerdir. Gerçi Kemal Arı’nın da belirttigi gibi bazı evler yerli

halka kiralanmıs olmasının yanında hükûmetin de yerlestirme çalısmalarında yanlıs

uygulamaları olmustur (Arı, 2003: 115). Bu haklı açıklamaların yanında hatırlanması

gereken bir durum var; o da dönemin zorluklarını salt mübadillerin degil; dili, dini, ırkı,

uyrugu ne olursa olsun bu topraklar üzerinde yasayan bütün insanların yasamıs oldugudur.

Bunun dogal bir sonucu olarak, daha iyi yasam kosullarına ulasmak için kendilerine bosluk

açmaya çalısmaları pek yadırganmamalıdır (en azından bulundugu veya baglı oldugu

konum ne olursa olsun her türlü fırsatçıyı bir kenara bırakırsak o günleri yasayan bir grup

insan için bunun düsünülmesi gerekir).

Savastan zarar gören masum halkın dısındaki bazı güçlerin Rumlardan kalan yerleri isgali,

farklı bir degerlendirme boyutunu gerektirir. Nitekim Rumlarla Ermenilerin büyük

çogunlugunun Anadolu’yu terk etmesinden sonra, onlardan geriye kalan bos arazi ve evleri

‘yerel düzeyde güçlü’ ya da ‘politik baglantıları kuvvetli’ sahıslar elde etmislerdir. Bu

tespitlere, Mübadele ile birlikte bu malların devletin mülkü hâline gelerek uluslasma

sürecine dâhil oldugunu da eklemek gerekir (Keyder, 2005: 62).

Mübadillerin iskânı esnasında çesitli gazetelerde çıkan haberlere göre komisyon

üyelerinden Tevfik Rüstü Bey ve Mösyö Papas arasında bir anlasma yapılmıstır. Bu

anlasmaya göre; Türkiye’den kaçan Rumlar geri dönüp, mallarını tekrar alabileceklerdir.

Bu haberlerin kamuoyuna yansımasıyla birlikte mübadiller karara yogun tepki

göstermislerdir; çünkü hem yurtlarından olmuslar hem de yeni yurtlarında mülksüz kalma

riski ile karsı karsıya kalmıslardır (Gökaçtı, 2004: 216, 217). Bu olay her ne kadar

dogrulugu tartısılabilecek bir haber olsa bile, mübadillerin Anadolu’ya yeni gelmis

olmalarına ragmen burayı benimseyip sahiplendiklerine de delalet eder.

4 6

5.5 Lozan Mübadelesi’nin Türkiye’ye Çesitli Açılardan Yansıması

Yunanistan’a göç eden halkın Yunan toplumunun hayatına etkisi, Türkiye’ye göç eden

grubun Türk toplumuna etkisinden daha fazladır (Keyder, 2005: 59). Bu etkinin en önemli

nedeni, daha önce Hirschon’un sözü edilen asitmetrik sonuçlarından ileri gelir:

İki ülkenin birbirlerinden karsılıklı aldıgı göçmen sayısı arasında tahminlere göre üç kat

kadar fark vardır. Ayrıca baska bir asimetri de Yunanistan ve Türkiye’nin genel nüfusu

arasındaki farktır; Türkiye savaslarda ve savasların sonrasında birçok insanını kaybetse

dahi mübadiller, maddi ve manevi olarak toplum içinde daha küçük bir alan isgal

etmektedir.

Uluslasma adına gerçeklestirilen bu degis tokusun Yunanistan ve Türkiye’deki geçis süreci

birbirinden farklılık gösterir (Keyder, 2005: 60): Yunanistan, ulusal devletin gerçek

özelliklerine Türkiye’den daha önce ulasmıstır. Yunanistan’a göç eden Ortodoks Rumlar

hazır yapının içine bir sekilde dâhil olduklarından edebiyat, kültür, müzik gibi alanlarda

kendilerini Türkiye’ye göç eden Müslümanlardan daha önce gösterebilmislerdir. Buna

mükabil Müslümanlar, kendilerini bu çesit hazır bir yapının degil de ulus devletin

olusumundaki en önemli halkalardan biri olarak bulmuslardır. Uluslasma kavramını ve

Osmanlı uluslasmasını degerlendirdigimiz bölümde vurguladıgımız gibi, mübadillerin

Türkiye’nin ulus-devlet olma sürecine etkisi yüksektir.

Göçmenlerin yerlesmelerini sagladıktan sonra üzerinde durulan ilk islerden biri, toplum

içindeki etkinligini artırabilmek amacıyla onları üretici konumuna getirebilme adına

yapılan çalısmalardır (Arı, 2003: 129). Onları üretken hâle getirmek, özellikle o dönemin

kısıtlı ekonomik kosullarına sahip Türkiye’si için gerçekten güçtür. Bir kere Mübadele

edilen halk, ekonomik anlamda Rumların bosalttıgı alanı esit kosullarla doldurabilecek

niteliklere sahip degildir; nitekim daha önce de dikkat çektigimiz gibi aileler, ticaretle

ugrasmıs olan Rumların aksine çiftçi kesiminden olusmaktadır. Rumların Osmanlı’da

ticaret kollarını ellerinde bulundurmalarından dolayı onların gitmesiyle bu alanlarda büyük

bosluklar olusmustur.

Mübadillerin çiftçi insanlar olmaları, onların Rumlardan arta kalan tarım topraklarını

paylasmalarında sorunlar yasamalarına ve göçmenlerin ekonomik yönden üreticiye

dönüsmeleri sürecinde, tarımsal üretim açısından Türkiye’nin Yunanistan’a oranla daha

fazla sorunla bogusmak zorunda kalmasına neden olmustur (Arı, 2003: 130).

4 7

Mübadillerin farklı toplum kesimlerinin özelliklerine sahip olmaları, onların bosta kalan bu

ticaret aglarından faydalanamamalarının etkenlerinden biri olarak görülebilir; ancak bu

yeterli bir sebep olarak ele alınmamalıdır. Bu konuyla ilintili olarak Çaglar Keyder

dönemin Türk ticaret yapısı ile ilgili su noktaları imlemistir (Keyder, 2005: 63):

Dönemin Müslüman is adamları, olusum asamasında olan yeni ekonomide kendilerine is

fırsatları yaratmayı basarmıs olmalarının yanı sıra, devlete Rum tüccarlara oranla daha

baglı olmalarının avantajını kullanarak Rumlardan arta kalan ticaret aglarını elde etmekle

kalmayıp, politik düzlemde de kontrol mekanizmasına dâhil olabilmislerdir. Tekrar

etmeliyiz ki Türk burjuvazisi, daha sonraki yıllarda farklı yapılara bürünse de bu dönemde

devlet eliyle olusturulmustur.

Göçmenler; Anadolu’ya gelene kadar yasadıkları zorlukların yanında, burada sistem

eksikliginden kaynaklanan sorunlarla da bas etmek zorunda kalınca oldukça güç durumlara

düsmüslerdir (bir grup göçmen boslukları kullanarak yüksek gelir elde edebilmistir; fakat

bu durum genele yayılmamalıdır). Bu sebeple bir kısım mübadil; hayatlarını tamamiyle

degistiren dıs göçün ardından daha iyi hayat kosullarına ulasabilmek, is olanaklarını

artırabilmak, tanıdıklarının yakınında olabilmek gibi nedenler adına bir de iç göç yasamak

zorunda kalmıstır (Arı, 2003: 147-158). Hatta iç göç sebebiyle 28 Ekim 1925 tarihinde

Türkiye’ye daha önceden gelmis ve daha sonra gelecek olan göçmenler için, göç ettikleri

yerde bes yıl süreyle oturmaları zorunlulugu getirilmistir (Arı, 2003: 155).

Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Lozan Sözlesmesi’nden sonra bu antlasmayı

tamamlayıcı nitelikte olan bir antlasma daha imzalanmıstır. Bu antlasma 10 Haziran 1930

tarihli Ankara Anlasması’dır (Arı, 2003: 161). Bu sayede İstanbul Rumları ile Batı Trakya

Türkleri ‘établis’ nitelemesiyle tanımlanmaya baslanmıs, mübadillerin mülkiyet hakları

tamamen Yunan Hükûmeti’ne, buradan giden Rumların malları da Türk Hükûmeti’ne

devredilmistir (Arı, 2003: 162).19 Bu anlasmayla beraber iki ülke arasında Mübadele’den

kalan pürüzler de yok edilerek, göçmenlerle ilgili uluslararası yasal problemler tamamen

çözüme kavusturulmus gibi gözükmektedir.

19 Bu konuda Pavlidis ve Zengin, Mübadele Sözlesmesi’nin 2. maddesine göre sadece İstanbul’da yasayan

Rumlar için “établi” yani “yerlesmis” sıfatının kullanıldıgını belirtirler (Pavlidis, 1997: 16 ve Zengin, 1998:

187, 188). Ancak maddede açık bir sekilde hem 1913 Bükres Antlasması ile çizilen sınırın dogusunda kalan

Batı Trakya’daki Müslümanlar hem de 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da oturan Rumlar için kullanılmıstır

(http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm).

4 8

Mübadele kararı verilmeden önce de Yunanistan’dan Türkiye’ye göçler olmustur. Basta

Selanikli is adamları olmak üzere ticaretle ugrasan bazı kisiler, Mübadele’yi beklemeden

Türkiye’ye göç etmisler ve ‘devlet’in de destegiyle Türkiye’nin sanayilesmesinde öncü

rolü üstlenmislerdir (Gökaçtı, 2004: 265-267).

Bu sayede iki ülkede de yeni olusumların katmanları arasındaki yapıstırıcı niteligi gören ve

Türkiye’de, Ece Ayhan’ın sözlerinde oldugu gibi âdeta “gizli bir vezin geregi” mübadil

olarak adlandırılan göçmenler, yavas yavas istenilen bagı olusturmaya baslamıslardır.

Mübadele Sözlesmesi’nden hem önce hem de sonra göçün insanlar üzerindeki fiziksel

olarak hasar bırakıcı etkilerinden biri de saglıksız kosulların neticesinde ortaya çıkan

hastalıklar ve bu hastalıkların akabinde gelen ölümlerdir (Türker, 1998: 36). Bu yüzden

pek çok aile parçalanıp dagılmıstır. Bu fiziki harabiyet kaçınılmaz olarak kusaklardan

kusaklara aktarılan ruhsal sorunları da beraberinde getirmistir.

5.6 Zorunlu Göçün Mübadillere Manevi ve Kültürel Etkileri

Göç olgusunun insan hayatına baslı basına bir etkisi oldugunu önceden açıklamıstık. Bir

göç türü olan Mübadele, Anadolu’ya gelen insanların hayatını deyim yerindeyse ters yüz

etmistir. Kemal Arı’nın da isaret ettigi gibi Mübadele’yle birlikte gelen göçmenler toplum

yapısında önemli uyum sorunlarının dogmasına neden olmuslardır (Arı, 2003: 164). Bu

toplumsal uyum sorunu ise bilissel etkilerden uzak tasavvur edilmemeli; aksine bir bütün

olarak ele alınmalıdır.

Göçmenlerin yerli halkla kaynasmasıysa kimi zaman daha zor kosullarda gerçeklesmis,

kimi zaman daha kolay olusagelmistir. Eger topluluk hâlinde bir göç yasanmıssa

göçmenlerin kendi kültürleri daha baskın gelmekte, parçalanmıs olarak göç etmislerse de

yerli halkın kültürünü benimseme yönünde bir egilim gözlemlenmektedir (Arı, 2003: 167,

168). Bu egilimin yanında “kisi”, en nihayetinde insan teki oldugu için her ne kadar grup

içinde kendi kültürel varolusunu gerçeklestirse de toplumla uyum içerisinde bir gelisim

sergilemiyorsa (toplumsal uyumdan kastımız, belli bir dizgeye eklemlenen bir parça olmak

degildir), psikolojik açıdan yıkıma ugramaması düsük bir olasılıktır ki aykırı kimliklerde

buna kolaylıkla rastlayabiliriz.

Bu uyum sürecinde özellikle de yerli köy halkı da teknik anlamda kendine ait bazı kültürel

benimsemeleri bırakıp, göçmenlerin kültürüne yönelmistir (Arı, 2003: 169).

4 9

Yasadıkları kimlik çatısmalarını simdilik bir kenara bırakırsak, kimliklerini gizleme

mecburiyeti hissederek de ayakta kalmaya çalısanların sayısı azımsanamayacak kadar

çoktur. Genç mübadiller, Yunanca’yı anadilleri gibi iyi konusabildiklerinden; kimi zaman

gerçek kimliklerini gizleyip Rum ustalarının yanında çalısmıslar ve çesitli zanaat

dallarında usta olabilmislerdir (Gökaçtı, 2004: 260). Adaptasyon sürecindeki bir

toplulugun kendisi için böyle bir çıkar yolu seçmesinin sebepleri olmalıdır. Her seyden

önce toplumun her kesiminden aynı tepkiyi alamamaları buna etken etmis olabilir.

Önceleri fiziksel açıdan kendilerini koruyabilmek daha sonraları da benliklerine

gelebilecek zararları minimalize edebilmek için böyle bir tavır gelistirmeleri psikolojik

açıdan dogaldır; çünkü insan, dogası geregi kendini güvenli bir uzamda hissetmek ister,

güvenli ortam ise en yakın çevre olan aileden baslar. Göçmenlerin hayatı daha bu güvenli

ortamın olusum sürecinde sekteye ugramıs; aileleri “çagın kosulları geregi” parçalanmıstır.

Geriye dönük bir sistemle olayları anlamdırmak bizler için daha kolaydır, oysaki o

dönemde bu kadar zorlugu yasamıs bir kisi için yasadıklarını dünya konjonktöründe siyasi

kosulların zorunlulugu olarak görmesi çok zordur. Her an açlık ve yoklukla yüz yüze

kalabilme olasılıgı içinde bulunmak ise, bireyin birincil ihtiyaçlarını yerine

getirememesiyle karsı karsıya kalması riskinden daha öte bir anlam ifade eder. Yine

toplum tarafından dıslanmaları, zaman zaman hakarete ugramaları da onları olumsuz

yönde etkileyerek, ‘yabancılasma’larına neden olmustur.

Mübadiller topluma yabancılasmalarıyla birlikte, karsılastıkları toplulukların tam

anlamıyla içlerine nüfuz edememeleri sebebiyle kendi içlerindeki küçük gruplara daha

fazla baglanmıslardır. Bunu bir koruma çemberi olarak tasavvur edebiliriz ki çevreden

gelebilecek zararlara karsı toplu hareket etme dürtüsünü de içinde barındırır. Bu

açıklamalarımızdan göçmenlerle yerlilerin birbirinden bıçakla kesilmis gibi ayrılmıs

oldugu izlenimi edinilmemelidir, zaten zamanla karsılıklı kültürler melezlesmis ve

kaynasmalar had safhaya çıkabilmistir.

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yasayan mübadillerin hayata karsı durusunda dikkatimizi

çeken baska bir unsursa yasadıkları olayların neticesinde bunları tekrar yasamamak ya da

riski en aza indirmek için devlete yakın durma hissiyatıyla hareket etmis ve bu çabalarının

da karsılıgını almıs olmalarıdır (Gökaçtı, 2004: 271-279).

5 0

Mübadillerin yasadıgı kültürel sorunların belki de en önemlisi lisan problemleridir

(Göakçatı, 2004: 281-283). Bilindigi gibi insan bir kültür varlıgıdır ve bunun

kurulmasındaki en önemli bilesenlerden biri de dil’dir. Dil sorunları da göçmen halkın

toplumun öteki kesimlerine yabancılasmasına olumsuz anlamda katkıda bulunmaktadır.

Kendi dünyasına “ait olanları” yitiren göçmen, öteki dünyalara “ait olmak” için gerekli

donanıma sahip olamadıgından (donanımlardan biri lisandır), kendini aidiyetsizlik

sürecinin içinde kaybolmus hissedebilmektedir.

Yunanistan ve Türkiye’de yasayan insanların Mübadele’ye daha en basından farklı

yaklastıgını dil konusunda gösteren bir örnek olarak göçmenlerine mübadil / mülteci

adlandırmalarıyla yaptıkları ayrı hitapları verebiliriz. Yunanların Rum göçmenleri mülteci

olarak adlandırması, birbirine örgülenmis olan dil ile kültür arasındaki iliskinin iyi bir

örnegidir.

5 1

6 MÜBADELE’NİN TÜRK EDEBİYATI’NA YANSIMASININ GENEL BİR

ANALİZİ

Batılılasma sürecinde Batı’nın sanayi, siyaset ve benzeri alanlarda geçirdigi çagdaslasma

etkinlikleri Osmanlı’ya uygulanmaya çalısılırken, bir yandan diger alanlara yansıyan bu

tesir, edebiyatımızda da görülmüstür. Batı’da “roman”ın geçmisi siir, tiyatro türleri gibi

çok eskiye gitmemekle birlikte, Türk Edebiyatı’ndaki yeri çok daha yenidir. Batılılasma

sürecinde devlet yapısının yukarıdan asagıya yayılan sistemi içerisinde bir grup Türk

aydını tarafından hem çeviri hem de ilk tecrübeler yoluyla roman, hikâye ve tiyatro eserleri

yayımlanmıstır. Türk Edebiyatı’nın genel yapısına kus bakısı göz atıldıgında -Servet-i

Fünûn gibi II. Abdülhamit Dönemi’nin İstibdat yönetimi zamanında kendi içine daha

dönük dönem yapılanmalarını özel bir konumda degerlendirip bir kenarda tutarsaközellikle

Millî Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi basta olmak üzere “tarih ve edebiyat”

iliskisi baglamında üretilen eserlerin tarihi oldukça eskiye gider. Dolayısıyla Türk

Edebiyatı’nda iskeletini tarihsel veya tarihî gerçekliklere yaslayan yahut da bu

gerçeklerden esinlenerek meydana getirilen, kısaca tarihle bir sekilde ilintili eserlerin

varlıgının önemli ölçüde oldugunu düsünüyoruz.

Bu eserlerin çogunda tarihsel unsurlar gerçege baglı kalınarak ele alınmıstır, bunun dısında

postmodern eserler basta olmak üzere bazı romanlarda ise tarihsel ögeler daha çok

“kurgu”nun gerektirdigi “oyun” için kullanılabilmektedir. Türkiye’nin cografyasının tarihî

yogunlugu süphesiz sanat eserlerini de bir ölçüde etkilemistir. Kanaatimizce Cumhuriyet

Dönemi’nin yönetimi ve devleti destekleyen romanlarını kenarda tutarsak, siyasal hayatta

yasanan ve toplum hayatını derinden etkileyen olaylar hem nitelikli kurmaca ürünler

açısından hem de bu metinlerin ikincil kaynakları açısından hâlen yeteri kadar

irdelenmemistir, öyle ki toplum bilincinde ve bilinçaltında hâlâ nitelikli ve derinlikli

degerlendirmesi yapılması gereken anılar bulunmaktadır.

Tarih - roman sarmalının bir uzantısı olarak 1990’lı yıllardan beri hız kazanan bir ivmeyle

Lozan Mübadelesi’ni konu edinen yapıtlar da Türk Edebiyatı içerisinde kendine yer

bulmakla birlikte; Mübadele’nin tarihsel çizgisini göz önüne alırsak, bu baglamda üretilen

yapıtlar için geç kalmıs bir yansımadır. Geç kalmıslıkla alakalı olarak Herkül Millas,

Mübadele’den 1960’lı yıllara kadar geçen hemen hemen kırk senelik zaman diliminde

5 2

yalnızca ‘birkaç cümleyle Mübadele’den söyle bir ancak bahsedildigine’ isaret eder

(Millas, 2005c: 130).

Yunan Edebiyatı’nın isleyisi ise Türk Edebiyatı’yla mukayese edildiginde tematik

nitelikleri açısından farklı yapıda bir tarihî roman / tarihsel roman seyridir. Mübadele’nin

gerçeklesmesinin ardından kısa bir süre içerisinde Yunanistanlı yazarlar (ilk yıllarda

Anadolu’dan göç eden yazarlar agırlı olarak bu konuda ürünler vermistir), hızla tarihsel

fonunu Mübadele’nin olusturdugu çesitli eserler üretmislerdir ki bu yazarlardan bazıları

söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 126-129):

“I. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, F. Kontoglou, D. Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y.

Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis, Ch. Samoulidis, T. Athanasyadis, A. Nenedakis,

A. Kurtyan, Y. Andreadis, M. Veinoglou, K. Zarokosta.”

Bu yazarlar arasında Türkiye’de en popüler isimler Dido Sotiriou ve Nikos

Kazantzakis’dir; ancak çeviribilim açısından su saptamayı belirtmeden de geçmemeliyiz ki

onların anlatılarının Yunanca asılları ve Türkçe çevirileri arasında bazı imgesel farklılıklar

bulunmaktadır [Yunanca eserlerin Türkçe’de sansürlenmesi konusuna Millas’ın bir

degerlendirmesinde de deginilmektedir (Millas, 2005a: 151-163)]. Bu yazarların eserleri

Türkçe’ye aktarılırken çevirmenler ve yayınevleri tarafından sansürlenmekte, bunun

sonucunda da Yunanca eserlerdeki Türk imgesini algılamamızda farklılıklar olusmaktadır.

Böyle bir uygulama yöntemi seçilmesindeki amaç, herhangi bir sekilde yasalar tarafından

kovusturmaya ugramamaktır. Çeviride bu sistemin benimsenmesi sonucunda ise eserler,

yazarlarının ilk ürettigi ürünlerden farklılasarak bir nevi farklı yapıtlar hâline, çevirmenler

de bir nevi eserin ikinci yazarına dönüsmektedir.

Yunan Edebiyatı’nda Mübadele’ye yönelik ilgi giderek azalmasına ragmen (Millas, 2005c:

126) Türk Edebiyatı’nda bu ilgi tersine bir akısla artmaktadır. Bir toplumun yazarlarının bu

derece önemli bir konuyla oldukça geç bir tarihte ilgilenmelerinin çesitli sebepleri

olmalıdır.

Millas, 6 madde halinde bu sebepleri açıklar (Millas, 2005c: 132, 133). Bu maddeler;

Yunanistan’ın Türk-Yunan Savası’nda kaybeden taraf olması, Türkiye’ye göçün

Yunanistan’a oranla daha kontrollü olması, Türkiye’nin Balkan Savasları dolayısıyla daha

önceden çesitli göçler yasaması, Rumlar arasında okuma yazma oranının daha yüksek

5 3

olması ve o dönemlerde Türkiye sınırları dısındaki Türklerle ilgilenmenin hos

karsılanmaması seklinde özetlenebilir.

Bizim fikrimize göre bu maddelerin en önemlilerinden biri Yunanistan’ın Anadolu’yu isgal

etmesinin sonucunda Megali İdea20 düsüncesinin hayat bulamaması, bunun neticesinde de

Türklerle Yunanlar arasında yapılan savasta Yunanistan’ın umulmadık bir hesapla

kaybının daha fazla olmasıdır. Bu sekilde toprakları Ege’nin batısında kalan Yunanistan

için Türkiye, ulus devlet olma sürecinde ‘öteki’ hâline dönüsmüstür.

Nedret Kuran-Burçoglu’nun da (Kuran-Burçoglu, 2005) “İmgebilim” üzerinde dururken

isaret ettigi gibi toplum tarafından kalıplasmıs yargılar olusturulmasında öteki tarafın

düsman olarak algılanmasında edebiyat ortamı yardımcı bir rol üstlenmektedir. Yunan

toplumunun uluslasma sürecinde birlestirici unsuru olusturan bu imgeyi besleyen tarihî

olaylardan biri Lozan Nüfus Mübadelesi’dir; keza Mübadele’den kısa bir süre sonra bu

konuyla ilgili eserler de üretilmeye baslamıstır. Türkiye’de ise nesnel zaman algısının

ötesinde, zamanın ruhu dönemin sisteminde farklı algılandıgı için edebiyatçılar da baska

temalar kullanma yoluna gitmislerdir. Özellikle o yıllarda Cumhuriyet’in kurulusunu

destekleyici nitelikte eserler ön plandadır, nitekim bir önceki dönemde de Millî

Mücadele’yi destekleyen eserler dikkati çeker. Hatta Halide Edip gibi Millî Mücadele

sürecinde yönetimle ve halkla bütünlesmis yazarlar daha sonra yönetime aykırı

kalabilmistir. Bunun yanında daha sonraki yıllarda Mübadele konusuna deginilmemesinde

yine Türkiye’nin “siyasî hassasiyetler”i de söz konusu olabilir. Tüm bu ifadelerimizin

dısında bu topraklarda yasanmıs tek önemli olayın Mübadele olmaması da etkilidir; keza

sadece Cumhuriyet tarihine bakıldıgında bile çok hareketli bir cografyada yasanıldıgı

görülebilir. Bu ahvalin bir uzantısı olarak sözünü ettigimiz tarih ve roman iliskisi ile ilintili

eserlerin yelpazesi de genislemistir. Nitekim baslı basına “göç” olgusunu Türkiye’nin

yasadıgı farklı açılardan konu edinen siir, roman ve hikâyeler de mevcuttur.

Yunanistan’ın ulusal kimlik konusunda daha bütünlüklü bir devlet olması da onların

Mübadele konusunu daha erken ele almasının nedenlerinden bir digeridir (Millas 2005b:

342). Daha önce açıkladıgımız gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma / Batılılasma süreci, bu

sürecin devamında (sonucunda degil; çünkü Türkiye Devleti için de bu süreç devam

etmektedir) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve ulusal yapının topluma benimsetilmesi

20 Konumuzla baglantılı olarak Megali İdea fikri kısaca söyle özetlenebilir: Yunanistan’ın baskenti İstanbul

olan bir devlet kurma mevhumudur (Demirözü, 2005: 157).

5 4

oldukça çetrefilli olmustur. Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal yapısını / kimligini destekleyen

noktalar Yunanistan’ınkilerden farklılasmaktadır.

Bazıları kapsamlı olmamakla beraber ’80’lerden sonra Mübadele’yi konu edinen kitaplar

sunlardır (Millas, 2005b: 334-339):

Fikret Otyam’ın Pavli Kardes (1985) adlı romanı, Salim Sendil’in Karagedik (1980) adlı

kısa öyküsü, Mario Levi’nin En Güzel Ask Hikâyemiz (1992) ve Mehmet Eroglu’nun Yürek

Sürgünü (1994) adlı romanları, Feride Çiçekoglu’nun Suyun Öte Yanı (1992) adlı yapıtı

yayınlanmıs bu kitaplardan ön plana çıkanlardır. Öteki yazarlar ve eserleri de genel

hatlarıyla söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 143): Barıs Balcıoglu, Çayınızı Türkçe mi

alırsınız? (1996); Oya Baydar, Hiçbiryer’e Dönüs (1998), Yigit Okur, Hulki Bey ve

Arkadasları (1999), Sergun Agar, Askın Senaryosu Selanik’te Kaldı (2001), Rıdvan Akar,

Bir Irkçının İhaneti (2002). Bunlara eklememiz gereken diger bir yapıt da Kemal

Anadol’un Büyük Ayrılık (2003) adlı romanıdır.

Türkiye açısından bu konuda bir miktar Dogulu diye tabir edilen tutumu da görmekteyiz;

bu özellik, olayları nedenleri ve sonuçlarıyla yeteri kadar irdelemeden benimseyebilme

özelligidir. Bunun dısında Türklerin göçebe yapısı, yani göç kavramının bilinen

tarihlerinden beri hayatlarındaki baslıca olgu olması da Mübadele’yi gölgeleyip,

bilinçaltına bir sekilde itmis olabilir.

Yunan toplumunda salt edebiyat alanındaki çalısmalar degil Mübadele üzerine yapılan

tarihî / sosyolojik metinler de dikkati çeker; bunlar arasında birinci kusak göçmenlerin

agzından derlenen sözlü tarih çalısmaları da yer tutar ki Mübadele’yi irdeleyen tüm bu

metinler göç öncesinde, esnasında ve sonrasında yasananların toplumun zihninde sürekli

olarak yinelenmesini saglar. Ayrıca Mübadele’nin üzerinden henüz çok az zaman geçmesi

dolayısıyla nesnel bir tutum edinmek de bu yazarlar için güç bir kosuldur. Bu açıdan Türk

yazarları, her iki ülkenin olayları konu edinme egilimlerini de düsünürsek daha uzak bir

zaman diliminden olayları degerlendirebilme sansına sahip olmaktadırlar.

Bunun yanında bir toplum, kendi tarihini pek çok nedenden ötürü aynı oranda ve

zamanlarda sindiremeyebilir; üstelik Mübadele gibi çok önemli bir olayı da toplum

nezdine sunabilmek için önce yazarın bu olguyu sindirmis olması gerekmektedir.

Yukarıda Mübadele ile Türk Edebiyatı arasındaki iliskiye genel hatlarıyla deginmis

olmakla birlikte, asıl amacımızın daha özel açılardan da bu konuyu degerlendirmek

5 5

oldugunu belirtmistik. Edebiyat eserlerini irdelerken kurmaca olduklarını daima göz

önünde bulundurmak gerekir; çünkü bir edebiyat metni hiçbir zaman tarih, sosyoloji ya da

siyaset metni özelliklerini aynen tasımak yükümlülügünde degildir. Bu ifadeden anlatmak

istedigimiz yazarların önemli tarihî hataları degildir; bir metinde anakronizme yer vermek

farklı, yazarın eserini yazmadan önce yeterli arastırmayı yapmayıp bilinçsiz bir sekilde

yanılgılara düsmesi farklı bir olgudur. Keza bu yanılgılar metin içerisinde imgesel açıdan

önemli hataları da dogurabilir.

Bu minvalde tezimizin kapsamı dogrultusunda seçtigimiz eserleri sırasıyla irdeleyecegiz.


Su Fırat’ın suyu akar serindir

Ölem ölem derdo ölem akar serindir

Yarimi götürdü (anam) kanlı zalimdir

Ölem ölem kanlı zalimdir.

....

Ahbapların gelmis agıtlar yakar

Ölem ölem derdo ölem agıtlar yakar

Söyletmeyin beni anam yaram derindir

Ölem ölem yaram derindir nasıl gülem. (Su Fırat’ın Suyu Akar Serindir)


Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Yasar Kemal’in asıl adı Kemal Sadık

Gögçeli’dir. O, eserlerini klasik roman sanat anlayısına baglı kalarak anlatılarını olusturur;

ancak romanlarında masal, destan gibi farklı türlerin özelliklerine yer vermesinden dolayı

tam anlamıyla klasik gerçekçi roman anlayısının sınırları içerisinde de yer almaz. Lozan

Mübadelesi’ni tarihselligi içerisinde yazdıgı dörtlemesinin ilk kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor

Baksana (2003) inceleyecegimiz ilk romandır. Bir Ada Hikâyesi’nin ikinci cildini

Karıncanın Su İçtigi, üçüncü cildini ise Tanyeri Horozları adlı romanlar olusturur.21

6.1.1 Özet

Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Kemal, 2003) adlı bu romanı Bir Ada

Hikâyesi dörtlemesinin ilk kitabıdır. Roman, Mübadele’nin hemen sonrasındaki dönemi;

cumhuriyetin ilk yıllarını konu edinerek Türkiye sınırları içerisinde kalan bir adada, Rum

halkından bir gençle eski bir Türk yüzbası arasında gelisen olayları aktarır.

Mübadele olayının gerçeklesmesinin ardından adayı terk etmeyip saklanan Hıristiyan Rum

Vasili’yle, adaya yerlesen Müslüman Türk Poyraz Musa’nın hikâyesi roman içerisinde

21 Ada hikâyeleri dörtleme olarak tasarlanmıstır; ancak tezimizi olusturdugumuz süre içerisinde dördüncü

cildi henüz yayımlanmamıstır.

5 6

geriye dönüslerle (flashback) ele alınır ve bu iki karakterin çeliskileri bununla es güdümlü

olarak verilir.

Yüzbası Poyraz Musa (Abbas), savas bittikten sonra mübadeleyle bosaltılıp ıssızlastırılmıs

bir adaya (Karınca / Mirmingi Adası), kısmen geçmisinden kurtulmak ve kendini takip

edenlerden kaçmak için ‘göç eder’ ve tüccar Manolis’in köskünü satın alır. Adalı Vasili ise

adadan ayrılmak zorunda kalanlarla gitmeyip adada saklanmıs, oraya gelecek ilk ‘insan’ı

öldürmeye yemin etmistir. Vasili ve Musa, ilk zamanlarda birbirlerinin varlıgını hissetseler

de teshir edilmeye cesaret edemezler (Vasili konumu geregi daha bilinçli bir tercih yapar).

Bu iki farklı dine mensup karakter, uzun bir süre birbirlerinden kaçarlar; daha dogrusu

adalı Vasili varlıgını belli etmemek için uzun süre çabalar. Savasta birçok ölüyü arkasında

bırakmıs olan Vasili, Poyraz Musa’yı öldürmek için buldugu fırsatları kararından o an için

vazgeçerek bir sekilde kullanmaz. Savas yıllarında pek çok insanı öldüren Musa da kendini

savunmak için olsun ya da olmasın, karsı taraftan zarar görme ihtimalini bildigi hâlde yüz

yüze karsılastıklarında Vasili’yi, buldugu ilk fırsatı da kullanmayarak öldürmez.

Tüm bunlar yasanırken adaya yavas yavas baska göçler de olur; Poyraz’dan sonra adaya

gelen ilk kisi, Ali Pasa Selim Bey’dir. Ali Pasa, Selanik’ten gelen varlıklı bir mübadildir;

ancak malvarlıgının esdegerini göç ettigi topraklarda alamamıstır.

Lena adlı bir Rum kadını ise bir süre sonra adaya dönmeyi basarır ve zamanla Poyraz’la

aralarında dostluk olusmaya baslar. Lena’nın varlıgı, Musa’yla Vasili’nin arasında da bir

iletisim olusmasına neden olur ve bir gün, fırtınalı bir havada Vasili, onu bogulmaktan

kurtarır ve masalsı denebilecek bir sekilde ‘dostluk’ları baslar!..

Ada Hikâyelerinin Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana adlı ilk cildinin ana hatları bu

sekildedir.

6.1.2 Yasar Kemal ve Bir Ada Hikâyesi 1 Hakkında Ön Deginmeler

Yasar Kemal, Adana’nın Kadirli ilçesine baglı simdiki adı Gökçedam olan bir köyde

çocukluk yıllarını geçirmis olmasına ragmen aslen Türkmen’dir; ailesi o bölgeye 1915

yılında göç etmistir (Kabacalı, 2004: 10). Seçtigimiz diger romanların yazarlarının aksine

Yasar Kemal, mübadil olmamakla beraber, ailevi kökleri nedeniyle göç duygusunu kisisel

olarak tadan bir yazardır. Bu duygulanım yazarlıgını da ister istemez etkileyip Mübadele

konusuna ilgi duymasına neden olmus olabilir; ama onun için asıl önemli olan dogayla

5 7

bütünlesmis insan’ı anlatmaktır. Modern ozan gibi bir sıfatla da kendisini

tanımlayabilecegimiz Yasar Kemal’in, toplum hakkında duyarlı bir yazar olması nedeniyle

mübadil olmamasına ragmen Mübadele konusunu yazınsallastırmasını beklenmedik bir

durum olarak karsılamamak gerekir.

Kendisi de insanın soyut bir varlık olarak degil, toplum gerçekligiyle birlikte ele alınması

gerektigini savunur (Andaç, 2003: 61). Bu düsüncesine paralel olarak onun yarattıgı

karakterlerin toplum içinde ‘akis’leri bulunabilir.

Onun beslendigi kaynaklar söyle sıralanabilir: Çukurova, Toroslar, Anadolu, tabiat, insan,

eskiya gelenegi, destanlar, masallar, agıtlar, Karacaoglan, Köroglu, Dede Korkut

Hikâyeleri ve daha nicelerinden damıttıklarını öz üslubuna dönüstürmeyi basarabilmesi,

onu özgün kılan özelliklerinden birini olusturur. Bu özgün anlatım içine dünyanın öz’üne

hitap eden evrensel degerleri de ilistirir ki Stendhal, Çehov gibi evrensel kalemler, yazınını

roman sanatına ‘baglama’ tellerinden bazılarıdır.

Adnan Binyazar’ın ifadesiyle o, toplumda saptadıgı bir sorun varsa buna bir hesaplasma

içerisinde dogrudan yönelmek yerine “bireyin gerçegi, toplumun çektigi acı, özellikle

anlatımına getirecegi açılım”la yaklasır ki bu baglamda söz konusu romanı sadece

Mübadele’yi konu edinmenin ötesinde bir eserdir (Binyazar, 2003: 256, 257).

Cografya, nam-ı diger Çukurova onun anlatılarının degismeyen uzamıdır; Kemal,

Çukurova yöresini romanının vatanı olarak degerlendirir (Andaç, 2003: 93). Hatta onun

yinelenen bir söylemidir ki her yazarın bir Çukurova’sı, kendini yerele baglayan bir

mekânı olmalıdır (Fethi Naci, Yasar Kemal’le söylesi, 1-2 Mayıs 1993). Mekân olarak

Çukurova’yı leitmotif olarak degerlendirebiliriz; çünkü o aslında her neresi olursa olsun

kendi romanının Çukurova’sını anlatır.

“Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinde de onun edebiyat içindeki “gerçeklik” algısını

bulabiliriz: Öncelikle Anadolu insanının toplumsal gerçekligini yeni bir dünya yaratarak

ortaya koymak, daha sonra da ‘olagan dısı, abartı ve simgesel ögeleri’ni öne çıkartıp, bunu

bu insanın gerçekligini evrensel boyuta tasıyabilmektir (Andaç, 2003: 97, 98).

Yasar Kemal’e göre Türk toplumunun temeli göçebeliktir; kültürümüzün temelini halk

kültürü, halk kültürünün de temelini göçebe kültürü olusturur; bunun neticesinde

Anadolu’da olusan edebiyat, temelinde yörük kültürünü barındırmakla beraber, Türklerden

önce bu bölgede yasayan göçebe olmayan uygarlıkların izlerini de barındırır (Tekin

5 8

Sönmez, Yasar Kemal’le söylesi, 29 Mayıs 1978). Onun göçebelik kültürüne bu yaklasımı

Mübadele’yi ele aldıgı bu romanında da kendini göstermektedir; çünkü göç’ün Türk

toplumunun temelinde geçmisten gelen bir dayanagı vardır. Dolayısıyla Yasar Kemal için

göç olgusu, edebiyat içerisinde tanıdık bir konudur.

Yasar Kemal bir röportajında ‘Bir Ada Hikâyesi’ni kurgulamasının ana nedenini “insan

gerçegine” daha fazla yaklasabilmek olarak dile getirir (Andaç, 2003: 169). Bu insan

gerçekligi ise daha önceki romanlarında oldugu gibi dogaya aittir ya da dogaya dönmüstür.

Onun romanlarını sadece Köy Edebiyatı gibi bir sınıflandırmaya dâhil etmek yetersiz bir

tanımlamadır ki doga, bir varolus biçimine öncelik edip tıpkı Fırat Suyu Kan Akıyor

Baksana adlı romanında oldugu gibi insanın varlıgını tamamlar.

Bu noktada Yasar Kemal’in roman anlayısını folklorik roman olarak nitelemek, onun söz

dünyasına girmeden önce yapılacak tanımlamalardan biri olabilir.

6.1.3 Mübadele’nin Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ya Yansımasının Analizi

Bu romanın ilk basım tarihi 1998’dir ve bu zaman Türkiye ile Yunanistan arasındaki

degisim sürecine, ardından iki ülkenin özellikle politik platformda diyalogunun daha farklı

bir yola girdigi ilk yıllara tekabül eder. Mübadele’nin üzerinden geçen zamanın etkisiyle

de bu olayı algı ve alımlayıs açısından toplum nezdinde degisimler gözlemlenebilmektedir.

Mübadele’nin Türk Edebiyatı’nda daha önceki yıllarda neden yer almadıgını açıklamıstık;

bu noktalardan hareketle Yasar Kemal’in (bittabi öteki yazarlar için de aynı durum söz

konusudur) çok daha uzun yıllar önce yazsaydı bu dörtlemesinin Mübadele’yi isleyisi ve

toplum tarafından algılanısının farklı olma ihtimali vardır.

Bu saptamalarımızın yanında belli bir okur kitlesi tarafından geçmiste kalan bir konuyu

islemekle elestirilen Yasar Kemal, aslında bugünün algılama kodlarıyla geçmisimizin ve

insanımızın gerçekligini ele almaktadır. Nitekim okurların alımlamaları konunun tasıdıgı

hassasiyet dogrultusunda farklılasabilmektedir. Benzer bir süreç yazar için de söz konusu

olabilmektedir; yazarın yarattıgı imgeler bugünün kosullarında tarihsel konumu içerisinde

daha uzak bir bakıs açısıyla ele alınmıs oldugundan, özellikle Yunan Edebiyatı’ndaki

örnekleri düsünülünce, imgelerin alımlanısı ve karakterlerin kurgulanısı bakımından yapıcı

bir yaratım ortaya çıkmıstır. Yukarıda genel nitelikleriyle Yasar Kemal’in yazarlıga

yaklasımı ele alınmıstı; bu durumda iki süreç ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, Yasar

Kemal’in hayatı ve insanı algılayısı ile Mübadele’yi kendi edebiyatını olustururken

5 9

kullandıgı kodların süzgecinden geçirip bir kurgu yaratarak kendi dil’iyle biz okurlara

sunması, ikinci olarak da her türlü okur kitlesinin degerlendirme süreci içerisinde eserin

alımlanıs sürecine eklemlenmesidir.22

6.1.3.1 Karınca / Mirmingi Adası

Romanın ilk sayfalarından itibaren Yasar Kemal’in yazarlıgıyla bütünlesen unsurlarla

okuyucu bulusur. Bu romanda ana mekân çogu romanında oldugu gibi somut anlamda

Toroslar ve Çukurova degildir. Edebiyatta özel bir yeri tutan uzam; “ada” ile karsılasılır:

“…Önce denizin aklıgı kaydı gitti, bir anda gözden silindi. Ardından denize yansımıs seftali çiçeklerinin

pembesi birden uçtu gitti adanın üstüne kondu. Yıldızlar parladı söndü. Bir balık, nerdeyse bir çocuk boyu,

denizden fırladı, havada çakarak çelik mavisi, çelik yesili, çelik moru, çelik kırmızısı ısıklarını fıskırtarak

geri düstü…” (Kemal, 2003: 7, 8)

Yasar Kemal’in kendi doga algısından daha önce ada, reel yasamdaki imgelerinin üzerine

edebiyattaki / Türk Edebiyatı’ndaki varolusunu da yüklenmekte ve bu anlam olanaklarının

bütünü Karınca Adası’nın romandaki imajını (image) tamamlamaktadır. Ada’nın insan

tekine imledigi algılardan biri kaçıs duygusunu içinde barındırmasıdır; çünkü ada

baglantısız bir kara parçasıdır. Romantik bir yorumlamayla kendini sınırlayan deniz / su,

mecazi olarak sınırlarını olusturmaz: Ada, bilinçaltında ‘özgürlük’ hissini çagrıstırır ve

insanın özledigi dünyanın hayalini kurabilecegi bir mekân olarak teklesebilir. O, insanın

düslerinin hayat bulabilmesi adına dünyadaki en uygun mekânlardan biri oldugu gibi,

hayal ve umutların bir toprak parçası üzerinde hissedebilmesini olanaklastırır. Bu fikrimizi

desteklercesine dörtlemenin ilk romanı boyunca Karınca Adası’nın tam olarak neresi

oldugu hakkında bilgi verilmez; Karınca Adası ile ilgili tanımlamalar okuyucunun

hayalgücüne bırakılır.

Ada olgusu hakkında Yasar Kemal’in degindigi nitelikler, Mübadele’yi konu alan bir

romanda adanın mekân olarak kullanılmasının bilinçli bir tercih oldugunu gösterir:

“Tarihin belirli noktasında adadan, yakın geçmiste yasananlara bakmak, insanların yakın geçmisiyle o andaki

yasamları arasında baglantı kurmak için... Ada; âdeta o badirelerden geçtikten sonra gelecegini kurmaya

girisen insanları bir araya getiren bir laboratuvar...” (Yasar Kemal, söylesi Alpay Kabacalı, 30 Mayıs 2002)

Ada’nın yüklendigi misyon en az romandaki karakterler kadar önemlidir. Karınca

Adası’nın varlıgı, köksüz kalmıs bu insanları bir araya getirip, onları kendi varlıgında

22 Altan Gökalp yazdıklarımıza benzer bir saptama yapar; Yasar Kemal’in köy olgusunu romanlarında kendi

edebiyata yaklasımı çerçevesinde kullanması Türkiye’de yanlıs algılamalara yol açmıstır: Yasar Kemal için

“imgelemin en dizginsiz toprakları bile fiziksel çevresi, insanları, tarihi ve kültürüyle gerçekligin bir

uzamında kök sal[maktadır] )” demek onun cografyasına verdigi önemi gözler önüne serebilir (Gökalp, 1998:

13-15).

6 0

birlestirerek yeni ve bütün bir hâlde kök salabilmelerine olanak saglar. Keza, Fırat Suyu

Kan Akıyor Baksana, Mübadele kararı verildikten sonraki bir zaman dilimini kapsar.

Seçilen bu vakit aralıgı, her bir roman kisisi için uzun yılların ardından tekrar hayata

basladıgı, ölüp yeniden dogdugu bir zamandır. Böyle bir zaman imgesi yaratılmıstır.

Yasar Kemal, Alpay Kabacalı ile yaptıgı söylesisinin devamında Karınca Adası’nın canlı

islevi görmesiyle beraber; cennet gibi ve tek kisilik oldugunu da belirterek dörtlemenin son

cildinin isminin Çıplak Ada Çıplak Deniz olacagını, bu sayede Ada’nın da islevini

tamamlayacagını belirtmistir (Yasar Kemal, söylesi Alpay Kabacalı, 30 Mayıs 2002).

Belma Ötüs Baskett, Yasar Kemal’in cografyasının zaman içerisinde degisiklige

ugradıgını, Ada Hikâyeleri’nin de ‘deniz romanları’ olarak ayırdıgı sınıfa dahil oldugunu

yazmıstır (Baskett, 2003: 211-213). Yasar Kemal ise her yazarın bir Çukurovası olması

gerektigini; Kafka, Dostoyevski ve Çehov gibi büyük yazarların da kendi Çukurovalarını,

baska bir ifadeyle kendi cografyalarını yazdıklarını belirtir (Kabacalı, 2004: 14, 15). Bu

söylemden hareketle aslında Ada’nın da Çukurova imgesinin bir parçası, devamı oldugu

düsünülebilir. Su sebeple ki Yasar Kemal’in “romancılıgının vatanı” Çukurova,

olusturdugu doga dizgesinin tezahürüdür. Ada; insanın dogaya aitligi ve dogayla birlikte

zenginlesebilme imgesinin içinde yer alır.

Kemal, Mübadele yasandıktan sonra insanlar üzerinde olusan yıkımın engellenebilecegi

yeni bir dünya kurgusunun hayalini metinlerinde temsil eder / kurgular. Epik bir söz

büyücüsü olan bir yazar için epik imgeler tasıyan Karınca Adası’nın varlıgı

yabancılasmayı yok edebilme yetisine sahiptir; çünkü kim olursa olsun her insanın özü

dogaya ait oldugu kadar kisi, o mekânda kimliginden sıyrılabilme özgürlügünü de elinde

bulundurur.

Ada, okurun önceki deneyimlerine dayalı olarak olusturdugu “beklenti ufku”na23 hizmet

edebilecek bir uzamdır. Aksi hâlde roman farklı bir mekân üzerine kurulmus olsaydı, bir

Rum’un benimsememelerine karsın kendileri hakkında ve ulus-devletin bekası için

çıkarılmıs kanunlara karsı baskaldırısına yardım edemeyebilirdi ki Yasar Kemal’in öteki

eserlerinde de görülen roman kahramanının memnun olmadıgı düzene karsı bas kaldırması,

23 Kavram olarak Karl Popper ve Karl Mannheim tarafından ortaya atılmıs olup, H. R. Jauss tarafından bu

kavramın anlamına okurun bir metinden yazınsal, kültürel ve toplumsal açıdan beklediklerinin bir dizgesi

yorumu da dâhil edilmistir (Kuran-Burçoglu, 1996: 38).

6 1

yani ‘bas kaldırma’ leitmotif’i Bir Ada Hikâyesi’nin ilk cildinde bu sayede ortaya

çıkmıstır.

Lozan Mübadelesi ile Ada tamamen bosaltılmıs ve geriye sadece Ada’nın yerlisiyken

kaçak konumuna düsen Vasili kalmıstır. ‘Ada’ onun hayatta kalabilmesi için gerekli

seylere sahiptir; fakat gerçek anlamda yasayabilmesi için varlıgının ihtiyacı olan ‘herhangi

bir insan’, kimsenin orada yasamak istememesi nedeniyle ancak bir süre sonra oraya

yerlesmistir.

Baslı basına bir kimlik sahibi olarak kurgulanan Ada, romanın ana karakterleri Poyraz

Musa ve Vasili için Mübadele ile birlikte olusan çeliskilerinin, var olmakla yok olmak

arasındaki gidis gelislerinin bitip, kimliklerini tamamladıkları bir mekân olarak da öne

çıkar.

Mirmingi Adası aynı zamanda, karakterlerin maziden ve gelecekten kurtulabildikleri

düs’ün de mekânıdır.

6.1.3.2 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi

Romanın Mübadele gerlestikten sonraki bir tarihte basladıgını belirtmistik. Karakterlerin

Mübadele’den önce savas dönemlerindeki yasamları, kötü anıları ise flashback’lerle

(geriye dönüs) okuyucuya aktarılmıstır. Onur Bilge Kula ve Cemal Sakallı’nın Yasar

Kemal’in eserlerinde ortaya koydugunu belirttikleri; onun yazarlıgının temelini

olusturmasının yanı sıra bas kaldırının, umudun ve direnisin üreticisi konumundaki

“mitolojik bilinç” (Kula ve Sakallı, 2003: 230-235) Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da da

görülmektedir. Mübadele romana yansıtılırken Yasar Kemal’in mitsel düs süzgecinden

geçirilerek kurgulanmıstır. Bu sebeple konuya duyarlı kimi okuyucuların nezdinde roman -

edebî bir eserin bu yönde degerlendirilmemesi gerekirken- içerisinde gerçeklikten sapma

görülebilir.

Poyraz Musa, hiçbir göçmenin yerlesmeyi istemedigi Ada’nın tamamen bos oldugu

düsüncesiyle geçmisinden kopmak ve kaçmak (bu kaçıs üst anlamda Yezidilerin onu

öldürmek istemesinden de kaynaklanır) için oraya yerlesmeye karar vermistir.

Romanın yan karakterlerinden biri olan Berber Nuri, Mübadele’nin gerçeklesmesinin

küçük esnafın hayatını nasıl etkilediginin tanıklarındandır (Kemal, 2003: 19-22). Berber

Nuri, İstanbul’daki berber dükkânında çalısan Rum kalfalarını kaybetmesinin ardından

6 2

(İstanbul’daki Rumlar Mübadele’ye tabi tutulmadıkları hâlde yazar, berberin kalfalarını

nasıl kaybettigi konusuna açıklık getirmez), Ada’nın yakınındaki kasabaya yerlesmistir;

ancak Rum halkının varlıgına özlem duyar. Bu yüzden, dünyanın artık aynı dünya

olmadıgını düsünmektedir. Bu, ayrıntıda kalan bir örnek olmakla birlikte, romanın gidisatı

açısından okuyucuya yol da göstermektedir. Berber ve Poyraz Musa arasındaki diyalog,

Rumların Anadolu’yu terk ettikten sonra bıraktıkları izler açısından degerli oldugu kadar

da simgeseldir. Berber kendi algı sınırları içerisinde bir degerlendirme yaparak onların

gitmesiyle birlikte Anadolu zanaatinin eksikliklerinin farkındadır; çünkü bunu yasayarak

görmüstür. Bunun yanında neden gitmek zorunda olduklarını anlayamamaktadır. Eski bir

asker olan Musa içinse su asamada Rum imgesi farklı algılamalara sahiptir. O, katı bir

tutumla geçmisin geçmiste kalabilecegi inancındadır; ancak Rumları kendilerinin sürgün

ettigini kabul edecek mertlige de sahip bir karakterdir. Bu diyalogta Yasar Kemal’in öbür

romanlarında görülen bir unsur belirir: Mevkilerini kötüye kullanarak haksız kazanç

saglayan Mal Müdürü ve Kaymakam gibi mal-mülk edinmis insanlar da elestirilir.

Osmanlı’nın son zamanlarında bu tür insanların sayısında artıs olmustur; ama bu insanlar,

daha önce niteliklerinden bahsettigimiz gibi Mübadele’den sonra türeyen fırsatçıların

timsali niteligindedir.

Poyraz Musa’nın Tüccar Manolis’in Ada’daki kösküne yerlesmesi ve istedigi yasam

biçimini elde edecegi düsüncesini tasıması edebiyat tarihindeki bilinen bir karakterini;

İngiltere emperyalizminin simgelerinden biri olan Robinson Crouse imgesinin

canlanmasına neden olur (Kemal, 2003: 27, 28).

Yasar Kemal yalnızca Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanları degil, Poyraz Musa

karakteri vasıtasıyla Kafkaslardan Anadolu’ya gelen göçmenleri de ele alır (Kemal, 2003:

33-48) ki Anadolu göçmen yurdudur; dagılma sürecinde Osmanlı Devleti’nin dört

yönünden geçmisini arkada bırakan insanların yeni mekânı olmustur. Nitekim, ulus olma

sürecinde Poyraz Musa ve Çeçen Han’ın son soyu Üzeyir Bey Hazretleri de kimlik

degisimine ugramıstır. Bu açıdan bakıldıgında roman; yalnızca mübadilleri ele almadıgı

için Anadolu’ya farklı yollarla gelen baska göçmenlerin köksüzlügü, dönemin etnik kökeni

farklı olan insanlar üzerindeki etkileri, bununla baglantılı bir sekilde Cumhuriyet’in

gelisim safhasındaki toplumsal yapısı hakkında da fikir vermektedir:

“Çarlar bizi Kafkas’dan Çin’e Maçin’e, bütün Orta Asya’ya, Arabistan’a dagıttı. Kölelerimiz Mısır’da

Kölemenler Devleti’ni kurdu. Ama gene de yenildik, perisan olduk. Kafkas’ın muhtesem kartalları, cesur

6 3

sahinleri, hepimiz kuzgun olduk. Soyumuz çürüdü. Ama gene de basımızı dik tuttuk, kartal bası gibi, sahin

bası gibi.” (Kemal, 2003: 34)

Yazar, geriye dönerek Mübadele kararının verildigi günleri aktarır (Kemal, 2003: 49-55).

Adalı Rumlar arasında hükûmetlerin kararı dogrultusunda Mübadele edilecekleri haberinin

duyulmasıyla olusan ilk tepkiler kayda degerdir. Onlar, Mübadele fikrine anlam

veremezler; çünkü onların nezdinde yurtları, yasadıkları topraklardır ve kimseye de bir

zararları olmamıstır. Bu sebeple Mübadele’yi bir nevi sürgün olarak nitelerler. Ada

halkının bu olaya tepkileri ise biraz naif yapıda dokunmus; kendilerinin “üç bin yıllık

geçmisi”nin yanında üstelik de savas bitmisken neden böyle bir olaya maruz kaldıklarını

anlayamamaları ve akabindeki psikolojileri satıhta bırakılmıstır. Bunun yanında Hacı

Remzi ve Perikles Karagüloglu arasında geçen diyalog (Kemal, 2003: 56-60), Rum

imgesini olumlarken, aç gözlü ve fırsatçı Türk imgesi yaratır. İki eski dost olan Hacı ve

Perikles, duygusal düzlemde eski günlerini yâd eder; ancak Hacı için Türklerde çok degerli

olan vefa, dostluk gibi kavramlar geçmiste kalmıstır. Son derece pragmatik bir yaklasımla

Hacı’nın amacı, Perikles’in mallarına bir miktar parayla sahip olabilmektir; nitekim öteki

Adalılara da aynı teklifi sunar ki Rumları kendilerinden biri olarak görmeyerek

ötekilestirmektedir. Buna mukabil Rumlar için benzer hisler söz konusu degildir. Bir baska

diyalog grubunda, ikisi de denizci olan Kadri Usta ile Panosaki Usta arasında geçenler tersi

bir minvalde ilerler ki bu iliskinin içinde vefa ortaya konularak (Kemal, 2003: 66-69)

okuyucudan iki topluluk arasındaki baglılıgın alımlanması beklenir.

Yasar Kemal bu yan karakterler sayesinde Mübadele’nin halk içinde yarattıgı tepkileri

farklı açılardan ve düssel bir ortamla aktarmıstır.

Ada halkının gelecegi, bir yüzbasının oraya gelip okudugu emir metniyle netlik kazanır.

Rum halkı degis tokusa tabi kılınmalarının nedenini idrak edememektedir. Aralarında

Yunanistan’a ilhak etmek isteyen ya da kendini oraya ait hisseden de çıkmaz, oysa

bulgularımız içerisinde Rumların kültür degerleri açısından yakın oldugu taraf Yunanlar

olarak saptanmıstır.

Mübadele kararının kesinlesmesine karsın Ada halkı, savas öncesi yaptıkları bir sölen

düzenlerler (Kemal, 2003: 76, 77). Bu sölen onların kültürel özelliklerini gösterdigi kadar

topraklarına simgesel bir veda niteligindedir ki Anadolu halkının mitik ritüellerine de

gönderme yapar. Göçmen kusların Ada’ya ugramasıysa metaforik anlamda ele alınabilir;

bunlar, onlar için “son kuslar”dır, kusların ardı sıra Rumlar da göç edecektir. Kuslar bir

6 4

sonraki yıl aynı mekâna tekrar gelebilme olasılıgına sahipken, Rumlar geri dönebilme

umuduyla yola çıkmalarına ragmen onların bu dileginin gerçeklesmesi mümkün degildir.

Bu asamada Yasar Kemal’in kalemi romanda farklı bir dünya yaratmıstır.

Biri Türk, biri Rum iki ana karakterden biri olan Vasili Atoynatanoglu ise bu masalsı adayı

terk edememis; orada saklanmıs ve Ada’ya gelen ilk kisiyi de kim olursa olsun öldürmeye

yemin etmistir. Onun için ettigi yemin, aslında Ada’nın ‘insan’dan alacagı intikam

olmasının yanında, Ada ile kendi kisiligini özdeslestirerek aldıgı bir karardır. O, Karınca

Adası’ndaki öbür Rumların inanç ve umutlarının aksine, bir kez gittikten sonra geri

dönebileceklerine de inanmamaktadır:

“O koskoca savası duymadınız degil mi? Yanan köyleri, parçalanan, öldürülen insanları… Bizim adadan bile

yirmi bir kisi gitti de Yunan askeri yazılmadı mı? Hiç hükûmet gönderdigi insanı geri alır mı? Geri alacaktı

da niye gönderdi? Geri geleceklerine bütün ada insanları inandı. İnanmasınlar da ne yapsınlar. İnanmasınlar

da adalarından koparılma acısına nasıl dayansınlar. Ben mi, ben mi, ben mi nasıl dayanıyorum, ben, ilk adaya

çıkan kisiyi babam da olsa öldürecegim. Belki onlar da beni yakalar öldürürler. Öldürsünler. Siz cehennem

olun da gidin…” (Kemal, 2003: 88)

Bu sözler, Vasili’nin ait oldugu yerde kalabilmek adına ölüme dahi meydan okuyusudur.

Bu baskaldırıs hem kendisinin hem de Ada’nın gelecegini degistirecektir. Onun karakter

tahlilinde bu bas kaldırısıyla birlikte ‘sonra’sını hiçledigini belirtebiliriz. Kanaatimizce

amacı, göç etmelerine sebep olan Türkleri cezalandırmak degil, ona ait olanı ondan almaya

gelecek ilk kisiyi cezalandırmaktır. Vasili’nin yalnızlıgı seçimi aslında cismanî bir

durumdur; Ada’nın bir canlı kabul edildigi düsünülünce en çok baglı oldugu varlıgı seçtigi

anlasılır. Her ne kadar tehlikeli bir yalnızlıkta yasamayı göze almıs olsa da ikircikli ruh

hâli ona eslik eder; geçmiste savası, ölmüs veya öldürülmüs pek çok insanı görse de

insan’sız nasıl yasayacagı düsüncesi aklını karıstırdıgı anda yeminine sarılır. Vasili,

romanın zirve noktasına kadar öldürmekle öldürmemek ikilemi içinde kalan bir karakter

olarak tasvir edilmistir. Onun bu umudu yazarın gerçekte insanogluna yükledigi umuttur.

Poyraz Musa ile aralarında Poyraz’ın Karınca Adası’na geldigi ilk günden itibaren köse

kapmaca baslar öyle ki Vasili onu öldürmemek için kendine çesitli bahaneler uydurur.

Vasili’nin Ada’da yalnız kalmasıyla Mübadele’nin onun üzerinde bıraktıgı izler üzerinde

pek durulmaz; silik imgeler olarak bırakılır. Onun iç hesaplasması daha çok yasam ve

insan olmakla baglantılıdır. Vasili, her seye ragmen hayal kurmaktan vazgeçememistir.

Kimi zaman adanın kızlarından biri olan Aliki’yi hayal eder, kimi zaman “öldürme

makinası” olan insanın varlıgından süphe duyar, onun sorgulamalarının ardı arkası

6 5

kesilmez: Savas, insanın yarattıgı bir yıkımdır, bu yüzden kötülügün ana kaynagı olan

insan denen varlıgı öldürebilecegine inanmaktadır.

Vasili’nin insan olma ile Ada’nın insandan intikamını alma ikilemi roman boyunca devam

eder. Savasın bittigi bu ortamda ölüm ve öldürme fikriyle yüzlesmeye çalısması, onun

çeliskilerinde bası çeken unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Vasili, kisilikli bir Rum olarak

kurgulanmıstır; bunu gösteren örneklerden biri Poyraz Musa’yı uyurken daha kolay

olmasına ragmen vuramamasıdır. Onu vuramamasının sebebi, böyle bir ölümün hiç kimse

için uygun olmayacagı inancıdır.

Yasar Kemal yine geriye dönüsler kullanarak Vasili’nin savasta neler yasadıgını

okuyucuya aktarır ki Vasili, düsleriyle savas anılarının arasında sürekli gidip gelir. Savas

anılarının onun ruhundaki izleri öfkeyle örülü oldugundan Musa’yı öldürme istegi

kayboldugu anda, hatıraları sayesinde dirilebilmektedir. Vasili aracılıgıyla yazar, hem

kendisinin savaslar sonucu meydana gelen kıyımlar hakkındaki fikirlerini iletebilmekte

hem de okurun Vasili’ye sempati duymasını saglayabilmektedir. Onun içinde bulundugu

kosullar, kurgu itibariyle Poyraz Musa’yı öldürme istegine karsın olumsuz bir yargıyla

karsılanmayabilir. İnsan olana duydugu öfkeye, yeminine karsın onda Anadolu insanının

misafirperverliginden de izler görülebilir, söyle ki Ada’ya ugrama ihtimali olan tekneleri

karsılayıp, teknedekilere sarap sunmayı bile düsünür (Kemal, 2003: 126).

Vasili, Yasar Kemal’in yarattıgı öteki bazı karakterler gibi dogaya aittir. Yalnızlıgına ve

çaresiz durumuna karsın, dogayla tek basına bas edebilmenin ötesinde tabiat sayesinde

hayatta kalabilmektedir. O, Mübadele’den sonra mutlulugu Nazım Hikmet’in siirlerinde

oldugu gibi yasadıgına sevindigi anlarda (Kemal, 2003: 131) tadabilmektedir.

Oldukça canlı bir karakter olarak çizilen Vasili’nin Poyraz’ı savastaki acımasız

yüzbasısıyla özdeslestirerek kötü anılarını onun kisiligine transfer etmesi, ona duydugu

nefreti tetikler. Savas anıları ve yüzbasının farklı etnik kökende insanlara uyguladıgı /

uygulattırdıgı kıyımlar, Vasili’nin de bir yanının donuklasıp, acımasızlasmasına sebep

olmustur; ancak gerçek kisiligi bu yalnız Rum gencinin ikilemini ortaya koyar. Onun bu

ikilemleri, insanlıktan hâlâ çık-a-madıgı gibi olumlu bir imgeyi daha da

belirginlestirmektedir.

Poyraz Musa’nın Vasili karsısında ilk gerçek degisim noktası, Hıristiyan mezarlıgında

ölüler için dua okudugu andır (Kemal, 2003: 145). Yazar tarafından sebebi açıklanmayan

6 6

bu eylem, eski bir askerin ‘günah çıkarması’ olarak degerlendirilebilir, keza roman

içerisinde Poyraz Musa ile ilgili tasvir edilen en olumlu imgelerden biridir. Bu durumu

olumlu olarak ele almamızın sebebi; olayların genelde Vasili’nin bilincinden geçerek

okuyucuya aktarılmasıdır.

Vasili’nin anılarında asker sadece askerdir. Askerler için emir alan kisiler imgesi

olusturulmustur ki savas esnasında askerlerin ne Rum ne de Türk olması önemlidir:

“’Ates, ates, ates’ diye bagırdı ve asker ates etti. Bir uyurgezerdi asker, ne yaptıgını bilmeden çocukların,

kadınların, yaslıların üstüne ates ediyorlar, vurulan vurulup düsüyor…” (Kemal, 2003: 147)

Vasili’nin yasamak zorunda kaldıgı bu kaçaklık hâli, onun açısından aidiyetin bozulması

olarak degerlendirilebilir ki o, dogdugundan beri yasadıgı topragına yabancılasmaya karsı

direnmektedir.

Tabiatın Ada’ya sıgınan Poyraz Musa üzerindeki degistirici etkisi, Vasili’nin anlatımından

gözlemlenebilir. Kastedilen degisim bir süre sonra Vasili ve Poyraz Musa arasında uzak bir

birliktelige dönüserek Vasili’nin öldürmekten sürekli olarak vazgeçmesine neden olur.

Adalı Vasili için onunla aynı mekânı paylasan bir insan’ın varlıgı içten içe sevinç kaynagı

olabilmektedir. Bu sayede o, kisiliginin özüyle okurun gözünde daha çok yükselir.

İkisinin ters açılardan ortak yönleri; Vasili’nin gelecegine, Poyraz Musa’nın ise geçmisine

sahip olmamayı seçmesi seklinde tecelli eder. Onları bir araya getiren Yasar Kemal’in mit /

düs dünyasıdır.

Bu birlikteligin okurun dünyadan beklentisine karsılık gelebilecegi ve bunu ancak bir sanat

eserinin saglayabilecegi kanaatindeyiz.

Poyraz Musa ile girdigi diyalogdan baska bir yan karakter olan Ali Osman adlı bir reisin

Mübadele hakkındaki görüslerini ögreniriz (Kemal, 2003: 158); Ali Osman Reis, Rumların

evlerini terk ettikleri günü, onları nasıl ugurladıklarını anlatır. Bu sahneler tarih

metinlerinden oldukça farklı çizilmistir; çünkü Rumlar çok zor sartlarda Anadolu’dan

ayrılmıstır. Buna karsın romanda Türkler, Rumları kederli ve onları sahiplenen bir ruh hâli

içerisinde ugurlarlar. Bunlar, kurmaca dünyasına ait tasvirler, Yasar Kemal’in okurda

bırakmak istedigi izlenimlerdir.

Poyraz Musa varlıgını hissetigi Vasili’yi tıpkı onun düsüncelerindeki gibi öldürmeye karar

vermis (Kemal, 2003: 168); korkuları onu böyle bir eyleme yönlendirmistir.

6 7

Ada’ya mübadil olarak gelen ilk kisi bir karakterden daha çok, tip özellikleri de gösteren

Ali Pasa Selim Bey’dir.24 Ali Pasa, diger karakterlerin aksine Ada’dan hosnut degildir;

çünkü Karınca Adası ona âdeta bir hapishaneyi ifade eder (Kemal, 2003: 184). Kendi

isteginin dısında bir mekânda yasamak zorunda bırakılması, onu öfkelendirerek

özgürlügünün elinden alınmıs oldugu hissini verir. Yunanistan’dayken varlıklı bir kisi olan

Pasa için yeniden baslayıp; alıstıgı yasam biçimini geride bırakmak zorunda olmak

öfkesinin baslıca nedeni olsa da o, kederli bir hâlet-i ruhiye içerisinde de degildir. Degisen

politik kosullara da sabit karakter yapısı yüzünden ayak uyduramaz; Türkiye’yi hâlâ

Osmanlı olarak adlandırması bu yönüne örnek teskil eder. Osmanlı onun nezdinde olumsuz

bir imgeye sahiptir (Kemal, 2003: 189, 191); bu yüzden ona karsı güven duygusunu

yitirmistir; çünkü Osmanlı acımasızdır.

Ali Pasa’nın sahip oldugu tapu ve benzeri belgeler bürokratik yapının içerisinde yitip

gitmistir. Yunanistan’da sahip oldugu mallar, Yunanistan Hükûmeti tarafından elinden

alındıgı gibi Türkiye’de de mallarının ‘mübadil’ini alamamıstır. Ali Pasa, romanda

Türkiye’de imar ve iskândaki hatalar sonucu magdur olan mübadilleri temsil ederken,

devleti temsil eden Poyraz Musa için Mübadele onların iyiligi düsünülerek

gerçeklestirilmistir (Kemal, 2003: 191).

Ada, sebepleri farklı olsa da bu iki göçmen için farklı anlamlar uyandırır: Ali Pasa için

onun ölümüne sebep olabilecek bir zorunlulugun mekânı iken, Poyraz Musa için dirilisini

saglayıp kök salabilecegi bir yerdir. Oysa Ali Pasa’nın vatan bilinci Yunanistan’a aittir

(Kemal, 2003: 193).

Poyraz Musa, kendine yeni bir dünya yaratmak ve yasayabilmek için sıgındıgı bu kara

parçasında kendi hayatını oldugu kadar insanın tümel varlıgını da zamanla sorgular:

“… Biz, dedi, biz niçin ugunan bir hızla kosuyoruz, bu kadar öldürücü, asagılayıcı, bu kadar utandırıcı

korkulara dayanarak da üstelik, biz nereye, niçin gidiyoruz?..” (Kemal, 2003: 199)

Mübadele’nin gerçeklesmesi onun bu düsüncelere sevk olmasını tam anlamıyla

saglamamıstır; ama son damla olmustur. İnsanlıgın geleceginin yönünü tamamen

degistiren savaslar ve kendisinin de geçmiste bu savasların bir aracı durumuna gelmesi,

insanlıgın nereye dogru gittigi problematigiyle onun kafasını bulandırmıs, kafası karıstıkça

da bedenini fizikî bir huzur kaplamıstır. O, dogayla bütünlestikçe okuyucunun zihnindeki

24 Anadolu’ya göç eden mübadillerin önemli dil sorunları yasamalarına karsın, Pasa romanda Türkçe

konusabilmektedir.

6 8

imgesi de degisime ugramaya baslar. Bu bütünlesmeye de Karınca Adası’nın cennet gibi

tasvir edilen varlıgı sebep olmaktadır

Ada’ya yerlesmek için gelen üçüncü kisi meslegi baytarlık olan Cemil’dir (Kemal, 2003:

200-203). Rumlardan kalan evlerin halka dagıtılırken Cemil’e de Karınca Adası tavsiye

edilmistir; ancak ironik bir durum da beraberinde ortaya çıkmıstır. Balıklardan baska dogru

düzgün hayvanın yasamadıgı Ada’da baytarın meslekî açıdan yapabilecegi pek bir sey

yoktur. Yasar Kemal, Cemil ve Ali Pasa aracılıgıyla dönemin yanlıs uygulamalarını alttan

alta elestirmistir.

Yasar Kemal’in diger romanlarında da görülen çeteler, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da

Hançerli Efe olarak kisilik bulur. Hançerli Efe, Köroglu destanlarından bir parça gibidir;

Yunan’a karsı baska çetelerle birlik olup savasmıs, zenginlerden aldıklarını fakirlere

vermistir (Kemal, 2003: 212, 213).

Vasili ve Poyraz Musa’nın dısındaki karakterler birer birer sahneye çıktıktan sonra

çekilirler. Ada onların ait olabilegi bir yer degildir; ancak Musa ve Vasili’nin hayatlarını

kesistirir. Bir Rum ve bir Türk’ün yasamlarında yeniden birlikte olma sansı Ada sayesinde

dogmustur. Daha dogru bir ifadeyle, Yasar Kemal’in kurmaca evreninin tasarımı bu

yöndedir.

Mübadele Sözlesmesi’nin maddelerinde göçe tabi tutulan halkların hükûmetlerin izni

olmadıgı sürece geri dönemeyecegi açık bir sekilde belirtilmistir; ancak romanda Lena

Papazoglu adlı yaslı bir kadın göç kafilesinin arasından kaçarak Karınca Adası’na geri

dönebilme hayalini gerçeklestirir (Kemal, 2003: 220, 221). Ogullarını savasa göndermis

olan ve onların bir gün dönecegi umuduyla yasayan Lena’da; Anadolu kadınına

yakıstırılan fedakâr, çocuklarını hayatının ana eregi hâline getirmis anne imgesi

gözlemlenir.

Poyraz Musa ile Vasili arasındaki iliskinin dönüm noktasını Poyraz’ın bir gün denizde

kayıgıyla açılmısken fırtınaya yakalanması olusturur. Vasili, kayıgı alabora olan Musa’yı

tüm çeliskilerine karsın yüregi elvermediginden bogulmaktan kurtarır (Kemal, 2003: 229,

230). Vasili insanoglunun çeliskili yanıdır; ama ikilemlerinin sonunda kendi özüne ait

olanı seçer. Bu seçim Yasar Kemal’in insanlık adına yaptıgı bir seçimdir. Türkler üzerinde

olusturulan imgelerden biri olan misafirperverlik, Poyraz’ın kurtulusuyla Vasili ve Lena

karakterlerinin kisiliginde ortaya çıkar ki Vasili’de misafirperverligin izleri daha önceden

6 9

verilmistir. Böylece Türklerle es davranıslara sahip oldukları gösterilir, nitekim onlar da

Anadolu’nun bir parçasıdır.

Kitapta bu asamadan sonra anlatılanlar Poyraz Musa’nın geçmisiyle; nasıl savastıgı ve

Yezidileri, Bedevileri nasıl öldürdügü, Arap Emiri’nin onu kurtarısı gibi anılarıyla

ilintilidir. Bu aktarımları Mübadele konusundan sapıldıgı için degerlendirmeye tabi

tutmayacagız. Bunun yanında Mübadele’den önce dünyanın sürüklendigi kaosu yansıtması

açısından bu ayrıntılar önemlidir ki romanın ismi bu Emir’in agıt gibi söyledigi

sözcüklerde dile gelmistir. Kürt, Arap, Yezidi, Çerkez, Rum, Yunan, Fransız ve bunun gibi

etnik kökenleri ne olursa olsun insanlar birbirlerini öldürmüstür. Yasar Kemal, romanında

yaptıgı kırılmayla savası salt Türk ve Yunan arasında bırakmamıs; masumiyetini çok uzun

zaman önce kaybeden insanoglu imgesini perçinlemistir. Bunu yaparken de tek taraflı bir

bakıs açısıyla degil, insanı ve insanî degerleri göz önüne alarak kisilerini ve kurgusunu

olusturmustur.

Yasar Kemal, yazın anlayısıyla bütünlesen masal, halk hikâyeleri, destan, mit gibi türlerin

etkisini ve bunları klasik roman kurgusuyla harmanlayarak aktarma yöntemini

Mübadele’yi ele aldıgı bu romanda da kullanmıstır. Vasili, Poyraz Musa, Lena ve digerleri

yazarın dünyadan ve okurun da yazardan bekledigi sekilde vücut bulmustur. Kimi zaman

Mübadele’den uzaklasıp o dönemde yasanan savaslar ve baska halklar üzerindeki etkilerini

de düs imbiginden geçirerek aktarmıstır. Kullandıgı bu yöntemler beraberinde konudan

sapmaları, farklı düs dünyalarını beraberinde getirir; ancak iste tam da bu asamada roman

için “düstügü yerden kalktıgı” ifadesini kullanabiliriz.

Yasar Kemal’in roman karakterleri hakkında olusturulan imgeler açısından Sabâ Altınsay

ve Ahmet Yorulmaz’dan ayrıldıgı noktalardan biri de Rum imgesini daha olumlu

kurgulamasıdır. Buradan yola çıkarak Türk karakterlerin olumsuz yönlerinin Rum

karakterlere oranla daha fazla ön plana çıkarıldıgını iddia edebiliriz.

Yasar Kemal’in yazın evreni hakkında çesitli deneyimlere sahip okuyucular için onun bu

romanı yadırgatıcı ögeler içermez. O, düsledigi dünyayı kendine has üslubuyla yazmıstır.

6.2 Sabâ Altınsay’ın Kritimu - Girit’im Benim adlı Romanı

Artık demir almak günü gelmisse zamandan,

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

7 0

Hiç yolcusu yokmus gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkısta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,

Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.

Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!

Dünyâda sevilmis ve seven nâfile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. (Yahya Kemal, Sessiz Gemi)

Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na yansıması baglamında seçtigimiz kitaplardan digeri Sabâ

Altınsay’ın “Kritimu - Girit’im Benim” (2004) adlı romanıdır. Bu roman öncelikle yazarın

ilk eseri olma özelligini tasır.

6.2.1 Özet

Sabâ Altınsay, otobiyografik özellikler tasıyan romanında Girit’ten Mübadele sonucu göç

eden bir aileyi ve onların bu süreç içerisindeki iliskilerini konu edinmistir. Kritimu’da

zamansal bakımdan 1890’lı yılların sonundan Mübadele kararının alınmasıyla beraber

Anadolu’ya gelislerine kadar geçen süre aktarılır.

1830’lardan beri devam eden ayaklanmalarla oldukça huzursuz yasayan Rum ve

Müslüman Giritlilerin hayatı Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya adına adanın idaresini

ellerine aldıklarına dair gelen bildiriyle daha da farklı bir sürecin içine girmeye baslar.

Hem Rumlar hem de Türkler bu olaya ortak tepkiler duyar; herkes kızgın ve üzgün bir

sekilde olacakları beklemektedir. Dönemin kötü kosullarına ragmen halk, Hüseyin Aziz

Bey’in Ümit adlı gazetesinden devletlerarasındaki iliskileri, İstanbul’dan haberleri

ögrenebilmektedir.

Altınsay, olayların merkezine kuyumcu İbrahim ve ailesini yerlestirmistir. Onlar, bildirinin

gelmesiyle hayatları iyice zorlasmasına ragmen, günlük yasamlarına (çesitli seremoni ve

kutlamalar da dâhil olmak üzere) ve Hıristiyan komsularıyla her türlü alıs verise devam

etmeye çalısırlar. Özellikle Hrisula aracılıgıyla da Hıristiyan kültürü ve komsularıyla olan

diyalogları yansıtılır. Hrisula’yla romanın diger bir önemli karakteri Cemile’nin

dostlukları, Cemile’yle İbrahim’in dügününden sonra da devam eder. Bunun yanında

Hrisula’nın kocası Meletyos’la İbrahim’in iliskisi, dügünde oynadıkları Hora’da

simgelendigi gibi daha keskin, erkeksi ve tehlikelidir. Bunlar yasanırken Girit’te isyanlar

giderek artar; halk, basına gelecekleri kapı arkalarında tartısıp konusarak beklemeye

7 1

devam ederken Hıristiyanlar içinde de Yunanistan’a iltihak etmeyi isteyenlerin sayısı

giderek artmaktadır.

Cemile’nin, kızları Azize’yi dogururken ölmesi, yakın çevresindekilerin sayısının giderek

eksilmesi İbrahim’in iç dünyasını derinden etkiler. Ona paralel olarak kocası bir

ayaklanmada öldürülen Hrisula da evine kapanmıs, dünyayla olan baglarını neredeyse

kopartmıstır.

Girit Milli Meclisi’nde de dengeler bozulmus; Hıristiyan üyeler agırlıklarını koymuslardır.

Karısının ölümünün üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra İbrahim, Yüzbası Mersin’in

kızı Fatma’yla evlenir; ancak bu evlilik, Fatma’nın İbrahim’e baglanmasından çok, Azize

ile arasında baglar olusmasına sebebiyet verir. Altınsay, roman boyunca hem kisilerin iç

çatısmalarına yer verir hem de romanın fonda savasın izleri yer alır.

İbrahim, camide bir gün mevlit dinlerlerken kıstırılmaları sonucu çıkan kavgada bir

yakınını daha; dostu Piçiriko’yu kaybeder. Beraberinde Osmanlı’nın Girit’i verdigini

açıklamasından sonra hem Müslümanların hem de onlara yakın Hıristiyanların hayatı

çeteler yüzünden daha da çekilmez bir hâle gelir.

Mübadele haberini ilk olarak Anadolu’ya savasmak için giden Doktor Ragıp Bey’in

mektubundan alırlar ve ‘toprakları’ndan koparılmak onların acılarının sadece

derinlesmesine neden olur.

Roman, Çanakkale’ye gidecek gemiye binmeleriyle sona erer.

6.2.2 Sabâ Altınsay ve Kritimu - Girit’im Benim Hakkında Ön Deginmeler

Mübadil bir aileden gelen Sabâ Altınsay, Kritimu’da (Altınsay, 2004) özyasamöyküsel bir

anlatı teknigiyle Mübadele’yi ele almıstır. Altınsay’ın bir mübadil olmasının onu

Mübadele’yi konu alan bir roman yazmaya iten baslıca sebeplerden biri olarak öne

çıktıgını görmekteyiz.

Yazar kendi ifadesinde bu roman için uzun bir zaman dilimini kapsayan arastırmalar

yaptıgını dile getirir; fakat Kritimu belgesel roman niteliklerini tasımaz, olaylar kurmacaya

yedirilerek aktarılır. Altınsay, romanında klasik gerçekçi yazın anlayısına baglı kalarak

kurgusunu olusturmustur.

7 2

Altınsay’ın edebî duyarlılıgının kökleri, Çehov, D. H. Lawrence gibi dünya edebiyatının

önemli yazarlarından beslenir. Onların edebiyata yaklasımlarını kendi sanatına

yansıtmıstır.

Altınsay’ın kurguladıgı öykü için aynı anda hem topragına tutunmaya çalısan insanları

hem de bu topraklarda bagımsızlık savası veren insanları anlattıgı yargısı (Akdemir, 2004:

5), onun Mübadele’yi degerlendirisi hakkında verdigi bir ipucudur. Yazara göre Mübadele,

her iki tarafın da yogun acı çekerek ödedigi bir “bedel” olması sebebiyle, romanında

haklıyı haksızı aradıgı bir tartısmanın içine girmemistir. Bunun yanında anlatısında

yarattıgı ana karakterler aslında kendi dedesi ve babaannesidir (Sabâ Altınsay, söylesi

Feridun Andaç, Ocak 2005: 20). Bu “karsılıklılık” hâli, yazarın kurgudaki temel fikrî

hareket noktasıdır.

Sabâ Altınsay henüz ilk romanını yazmıs olmasına karsın, uzun yazma deneyimleri

ardından yazıldıgı anlasılan bir metin olusturmustur; nitekim kendi dili ve üslubunu

yarattıgını iddia etmek kanaatimizce yerinde bir degerlendirmedir.

Altınsay da tıpkı Yasar Kemal gibi uzam olarak bir adayı anlatmaktadır; fakat bu

benzerligin yanında Kritimu, mitik unsurlarla kaplanmıs düssel bir evrende / uzamda

islenmemistir.

Bu roman söylenebilecek ifadelerden biri Altınsay’ın kendisine aittir: Onun kendi

ifadesiyle “Kritimu Girit’in romanıdır” (Sabâ Altınsay, söylesi Feridun Andaç, Ocak

2005: 22).

6.2.3 Mübadele’nin Kritimu - Girit’im Benim’e Yansımasının Analizi

Kritimu, analiz ettigimiz romanlar içinde yayım tarihi en geç olanıdır (Altınsay, 2004).

Roman 1890’ların sonundan, Mübadele kararının verilmesinin ardından halkın Türkiye’ye

gelmek için yollara düsmesine kadar geçen zaman dilimini kapsar.

Yazar romanını her ne kadar uzun bir sürede yazmıs olsa da eserin yazılıs zamanı, Türkiye

ve Yunanistan arasındaki iliskilerin geçis asamasının da ötesinde olumlu bir minvalde

ilerleyip, karsılıklı diyalogun gelismeye basladıgı bir döneme tekabül eder. Roman,

Altınsay’ın kendi kimligini ve aidiyetini sorguladıgı sürecin bir ürünüdür. Yazar,

anlatısının olusum sürecinde kendi anılarından da beslenmistir. ‘Girit’in romanı’, aynı

zamanda onu estetize eden ikilem, arastırma, his dalgalanmaları ve uzun düsünce saatlerinin sonucunda ortaya çıkmıstır. Altınsay’ın Yunan Edebiyatı’nda kendisine yol

gösterici olarak seçtigi yazar Kazancakis’tir; ancak onunla izledikleri yolun bir yerden

sonra ayrılmasında, iki ülkenin diyalog çizgisinin karsılıklı olarak son yıllarda evrilmesi

etkili olmus olabilir.

Roman bu açıdan ele alındıgında Altınsay’ın Mübadele olgusunu alımlama biçiminin son

zamanlarda olusan dizge farklılasmasının etkilerini tasıdıgı saptanabilir. Tek taraflı

degerler sisteminin anlamlandırmayı mümkün kılmadıgının farkındalıgı metne nüfuz

etmistir. Nasıl ki yazar, Kazancakis’ten (onunla beraber baska yazarlardan da) farklı olarak

romanla arasına mesafe koyup, dısarıdan bakabilen bir bakıs açısını tercih ettigini dile

getirir (Sabâ Altınsay, söylesi Feridun Andaç, Ocak 2005: 21). Bu açıdan kendi

hayatından çıkarak kurgusunu olusturması, “öteki” olanı da romanın genelinde nesnel

açıdan degerlendirebilmesini, roman sanatı sınırları içerisinde kalmak kosuluyla olanaklı

kılmıstır.

Yazara göre Mübadele’nin gerçeklesmesi için tek basına yeterli olabilecek bir cografya

olan Girit, yalnızca bir ada olmaktan öte bir yerdir. O da Karınca Adası gibi canlı bir

varlıktır; bir insan gibi nefes alır, üzülür, acıları ve sevinçleri vardır (Sabâ Altınsay, söylesi

Feridun Andaç, Ocak 2005: 20). İbrahim romanda neyi temsil ediyorsa Girit de aslında

odur; İbrahim’le Girit birbirlerine aittirler.

6.2.3.1 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi

Altınsay, Kritimu’nun daha ilk cümlesiyle okuyucuya içine dâhil olacagı roman hakkında

ipucu verir. Böylece yazarın birlik olmaya verdigi önemi, algıları açık okuyucular da

kavrayacaktır. Bahsedilen cümledeki birliktelik, hem dilde hem de sehirde dogmaktadır.

Yunanca ad verilmis bir meydanda Osmanlıca isim verilmis bir cami o tarihlerde birlikte

var olabilmektedir:

“El kadar kâgıt, Splantsia Meydanı’ndaki Hünkâr Camisi’nin avlusundan havalandı…” (Altınsay, 2004: 7)

Adanın idaresinin Osmanlılardan alındıgını ilan eden bir bildirinin romanın ana karakteri

olan İbrahim’e ulasması, Girit ve İbrahim’in gelecegine dair bir nisan olarak kabul

edilebilir (Altınsay, 2004: 13, 14). Tarihî açıdan bildirinin içerigi gerçekleri temsil

ettiginden, okuyucu adına içine girecegi kurmaca dünyanın hakikat degeri tasıdıgını ifade

eden bir simge niteligi tasır. Girit’in kendileri için artık aynı Girit olamayacagının resmi

olarak da deklare edilmesinden sonra Hanya’da Müslüman ya da Hıristiyan olsun aynı

7 4

yerde ticaret yapan komsuların sessiz ve kederli bekleyisi, meydandaki kalabalıgın kaotik

haykırısına dönüsür. Yazar, 1890’ların sonuna tekabül eden yıllarda okuyucunun zihninde

Müslümanlarla Hıristiyanların yasanan olaylar karsısında aynı tepkimeleri gösterebildikleri

seklinde ortak bir imge yaratmıstır. Böyle bir imgenin yanı basında 19. yüzyılın her iki

taraf açısından da kanlı bir dönem oldugu altı özellikle çizilen bir ayrıntıdır (Altınsay,

2004: 24).

Bektasi mezhebine mensup olan Abdala Musa’nın kahvesi, hangi dine mensup olursa olsun

çesitli sınıfların statülerinin esitlendigi, erkeklerin birbirleriyle kaynasarak sosyallestigi

sembolik bir mekândır. Bu özelliginin yanında algılanabilecek diger bir anlam da Tasavvuf

kültürünün ayrım gözetmeden tüm insanlara kucak açması gibi unsurları, alt katmanda

Musa’nın kahvesine yüklenir. Bu sayede kahvehanenin bir nevi dergâh islevini gördügü de

ileri sürülebilir.

“Göç sadece gideni degil, kalanı da pesinden sürüklüyordu.” (Altınsay, 2004: 29, 30)

Yukarıda alıntılanan cümle gösterir ki göç bir kez gerçeklesti mi -söz konusu Mübadele

gibi zorunlu bir takassa- ne orada kalan Hıristiyanlar ne de göç eden Müslümanlar için

dünyanın artık aynı dünya olması pek mümkün degildir. Sözlü ve yazılı kaynaklar da

gerçek hayatta buna benzer durumların yasandıgını, halkların bir daha eski günlerine

dönemedigini aktarır.

İbrahim’in annesi Azize Hanım kendi hâlinde, sıradan bir kadın olmasına ragmen hepsi bir

olan Giritlilerin basına gelen bu olayları sorgulayabilecek psikolojik yetiye sahiptir. Onun

inancına göre, komsuluk iliskisi içerisinde Hıristiyanlarla Müslümanlar ortak bir kültür

olusturmuslardır (Altınsay, 2004. 39). Bu ortak kültürün daha çok komsuluk içerisinde

kuruldugu görülür; ancak Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında karsı cinslerin sevgili ya da

evlilik iliskisi bazında bir birlikteligi yoktur. Altınsay’dan farklı olarak Ahmet Yorulmaz,

Savasın Çocukları’nda iki dinin mensupları arasındaki iliskileri farklı düzlemlere

tasımıstır.

İki halk arasındaki ortak kültür verilerinin uygulamalarının yanında, Girit’te tehlikeler

giderek arttıgı için günlük hayata ve alıskanlıklara devam etmek de zorlasmaktadır.

“Ortaklık” ister istemez parçalanır; dinsel gruplar kendi içinde daha kapalı bir yapıya

bürünür. İbrahim ve dostu Piçiriko’nun avlanmaya çıktıklarında saldırıya ugramaları

sonucu İbrahim’in yaralanması, bu degisimin somut bir örnegini teskil eder (Altınsay,

7 5

2004: 50-58). Romanda zaman geçtikçe halkın yasamında olumsuz yönde seyreden

degisimlerin yansıtılması, bugünün kosullarıyla okuyucunun Mübadele olgusunu nedensonuç

iliskisi içerisinde anlamlandırabilmesini saglar.

İbrahimlerin Hıristiyan komsusu Hrisula, bir yan karakter olmasının yanında roman

içerisinde özellikle Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki komsuluk iliskilerini

göstermesi açısından önemli bir isleve sahiptir. Altınsay, Hrisula aracılıgıyla Hıristiyan

kültürünü de yansıtabilmektedir; nitekim Hrisula, manalı bir sekilde Paskalya’nın hemen

öncesine denk gelen zamanda romanda sahneye çıkmıstır (Altınsay, 2004: 59). Hrisula ve

İbrahim’in karısı Cemile’nin arkadaslıkları, farklı dinleri benimsemis kadınların nasıl

anlasabildiklerini gösterir. Hrisula her seyini Müslümanlarla paylasabilen birisidir.

İnsanlarla kurdugu iletisimde etken bir rolünün olmasının yanında, dengeleyici yapısı da

Hıristiyan imgesinin çizilisi açısından önemlidir. Hrisula’nın olumlu kisilik özellikleriyle

‘gerçek Hıristiyanlar’ı temsil ettigi belirtilebilir. Yazar, Hrisula’yı anlatıcı olarak kullanıp,

kocası Meletyos’a benzer sekilde öbür Giritli erkeklerin de dinleri ne olursa olsun ev

içinde ve dısındaki karakterleri farklı olsa dahi aslında aynı mizaca sahip olduklarına isaret

eder. Yazar, Hrisula’nın inanç sistemine olumlu yaklasır; bu sayede yan karakterlerini

dengeleyip, onlara olan uzaklıgını koruyabilir (Altınsay, 2004: 63, 64).

Metropolit’in kilisede halka verdigi vaazda Girit’in Yunanistan’a baglanmasını salık veren

imaları, dönemin kilise faaliyetleri ve din olgusunun insanlar üzerindeki yaptırım gücü

hakkında imgesel biçimde kaleme aktarılan bir veridir (Altınsay, 2004: 67, 68).

Hıristiyan ve Müslümanların kendi dinleri için önemli günleri, bayramları ötekiyle

paylasması, Girit’in çesitli güçler tarafından bozulmadan önceki sosyal yapısını

anımsatmakla beraber, tükenmeye yüz tutmus olan bir yasantı biçimi de okuyucuya

sunulur. Her iki halk da bu günlerde kadın-erkek birlikte eglenerek karsılıklı olarak

birbirlerinin kültürüne uyum saglayabilmenin yolunu zaten kendileri bulmuslardır.

İnsanların birbirleriyle kurdukları iletisimde kullandıkları ortak kodlardan biri de danstır.

İbrahim’in kendi dügününde Meletyos’la oynadıgı hora sadece figürlerden ibaret degildir

(Altınsay, 2004: 75-77). Âdeta bir kapısmayı andıran ve bıçakların havada onlarla birlikte

raks ettigi bu dansta iki erkek birbirleriyle aynı dili konusur. Onlarla beraber dans eden

bıçaklar da gelecekteki tehlike içeren kötü günlerin habercisi gibidir.

7 6

Bu asamaya kadar romanda Doktor Ragıp Bey ve Ümit Gazetesi’nin sahibi Hüseyin Aziz

Bey de dâhil olmak üzere çogu karakterde görülen ortak nokta, insanlıgın bilinmeyen bir

tarihinden kalmıs olan ‘iyilik’ vasıflarıdır. Dolayısıyla bu vasıflar aracılıgıyla okurun

bilincinde tüm karakterler için benzer olumlu imgeler olusabilir. Romanın bu asamasında

Meletyos’un bu meleklik payesini en fazla asan karakter oldugu belirtilebilir. İbrahim’de

de Meletyos’la dans ederken ortaya çıkan hırs, nefret, kızgınlık gibi yine insana ait olan;

ancak olumsuz diye tabir edilen duygulardan bazıları görülür.

Dönemin siyasi gelismeleri Ümit Gazetesi aracılıgıyla aktarılır. Ragıp Bey ve Aziz Bey

arasında geçen diyaloglar, romanda gerçekleri yansıtır. Yabancıların Abdülhamit’i

oyalama taktikleri, Prens Yeorgios’un planları ve Girit’in sürüklendigi yol da bu

gerçeklerin içinde yer almaktadır (Altınsay, 2004: 90). Reel hayatla örtüsen bu olaylar,

okuyucunun Mübadele gerçeklesmeden önceki dönemi tasavvur edebilmesini saglar.

Yazar, asıl sorusunu da bu karakterler arasında geçen diyalog içinde sorar: ‘Giritli

Hıristiyanlar hürriyetleri için savassalar bile Girit topragının kime ait oldugu belli olmadıgı

için kim daha çok Giritlidir?’

Daha önceki asamalarda açıkladıgımız gibi Girit de Anadolu gibi farklı farklı ülkelerin

hâkimiyeti altına girmis oldugu için, kimin ne kadar Giritli olacagına nesnel anlamda karar

vermek zordur. Bu yüzden herkes, kendi inançları dogrultusunda cevapları bulmaya ve

yasananları anlamlandırmaya çalısmaktadır. Oysa Girit halkının yasadıkları, uzun vadeli

planların bir sonucudur. Altınsay’ın romanında kurdugu âlemde de ister Müslüman, ister

Hıristiyan olsun herkes kendi payına düseni yasamıs, maddi / manevi eksilmistir. Tüm

bunların yasanmasının baslıca sebebi, Ragıp Bey’in söyledigi gibi Osmanlı’nın içindeki

ulusların sırasıyla bagımsızlıklarını ilan etmeleridir (Altınsay, 2004: 92). Halkın isyanını

tetikleyen baska bir unsur da bilhassa İngiliz ve İtalyan medyasıdır. Bu medyalar, hükûmet

politikalarıyla esgüdümlü olarak çalısmaktadırlar (Altınsay, 2004: 94). Sabâ Altınsay,

entelektüel seviyesi yüksek kisiler aracılıgıyla iki tarafı da suçlamadan, mesafesini

koruyarak tarihî gerçekleri bu sekilde açıklama yoluna gitmistir. Böylece Mübadele’yi

hazırlayan sebepler sistematik bir biçimde satır aralarında aktarılmıs; ancak taraf

tutulmamıstır.

İbrahim’in roman içindeki ilk dönüsümü, karısı Cemile’nin kızları Azize’yi dogururken

ölmesi üzerine gerçeklesir (Altınsay, 2004: 102, 103). Cemile’nin ölümü, İbrahim’in

7 7

ruhunu âdeta kendi denizinde bogarken; bu olay, onun ilk cinnetini geçirmesine neden

olur.

Bir gün İbrahim, babası, kızı ve Piçiriko birlikte Seriso adlı pek kimsenin yasamadıgı bir

yerlesim birimine giderler (Altınsay, 2004: 116). Buradaki bir kilisede Yunanistan’a iltihak

etme konusunda yavas hareket eden Prens’e karsı silahlanmaları için Venizelos tarafından

atesli bir vaaz verilmektedir. Yıllar geçtikçe Hıristiyan halk içindeki hareketlenmenin

arttıgı, kilisede toplanan bu kalabalıktan anlasılmaktadır. Hrisula’nın kocası Meletyos da

onların arasındadır. Altınsay’ın Hıristiyan karakterlerinde kurguladıgı olumlu imgede

meydana gelmeye baslayan degisiklikler bu sahnelerde yogunlukla gözlemlenebilir.

Hıristiyan halk, kıskırtmalar yüzünden silahlanmakta ve zaman ilerledikçe Girit, yasanması

daha tehlikeli bir yer hâline gelmektedir. Altınsay, zamanın ilerlemesini Azize’nin

büyümesiyle saglarken öteki Müslüman karakterlerde bu asamada herhangi bir degisim

pek gözlemlenmez. İbrahim, karısının ölümüyle daha derin bir karaktere dönüsse de

Hıristiyanlara yaklasımında veya onlar hakkındaki fikirleri konusunda bir degisim

olmadıgı gibi, bu olaylara anlam da veremez. Kimin kime düsman oldugu konusunda onun

kafasının karısık olması, yazarın iç sesi olarak nitelenebilir. Hanya’nın kuyumcusu

İbrahim, bu düsüncelerinin aksinde farklı farklı tasların bir arada oldugu Aleksandr adı

verilen bir mücevheri tıpkı farklı kültürlerin birlikte yasasıgı Girit’i isliyormus gibi isler

(Altınsay, 2004: 131).

Yıllar önce İbrahim ile Meletyos’un horada kapısmasının buradan sonra devamı gelir;

Meletyos’un sert mizacına farklı hisler de eklenmistir. Meletyos, İbrahim’i eskiden oldugu

gibi misafirperverligini gösterip evinde agırlasa da artık, Müslümanlarla ortak bir yasam

fikrinden uzaklasmaktadır (Altınsay, 2004: 134). Seriso’daki bir kilisede toplanmıs

Hıristiyanları temsil eden Meletyos için, içten içe ikilemleri olsa bile gerçek Giritli

kendileridir. Bu yüzden Müslümanlar onlardan, yani Giritli degildir. Öyle ki Girit’in

geçmis günlerinde herkesin birlikte eglenip üzüldügü, iç içeligin yok olmaya basladıgı,

Abdala’nın kahvesinin tenhalıgından da asikârdır.

Meletyos’un İbrahim’i evine misafir ettigi gece haberini verdigi hükûmet baskını Zaimis’in

basa getirilmesiyle sonuçlanmıstır. Hükûmet Konagı’nın önüne de ulusların somut

simgelerinden biri olan Yunan bayragı asılmıstır. Bunun yanında Müslüman azaların

hükûmette herhangi bir vasfı da kalmadıgından, Hıristiyanların teklif ve isteklerini protesto

7 8

edip reddetseler de meclisi terk etmekle yetinebilmislerdir (Altınsay, 2004: 144-146).

İçlerinde Ragıp Bey’in de bulundugu Müslüman üyelerin Hıristiyanlardan farklı olarak

demokratik yöntemlerle sorunları çözmeyi ve reddiyelerini Konsolosluk Heyeti’ne

sunmayı düsünmeleri, onların yapıcı politikalar uygulamaya çalıstıklarına isaret eder.

Yazar, Hıristiyan azaları Müslümanlara benzer niteliklerle donatmadıgından, okurun

hayalindeki Giritli Hıristiyan imgesi de onlarla beraber degismeye devam eder. Olumsuz

yöndeki bu degisim, agırlıklı olarak Türk okuyucular için verilmis bir yargıdır. Yunanistan

ve Türkiye arasında yasananlar hakkında farklı bir noktada duranlar için algılama süreci

ters sekilde isleyebileceginden, yazarın yanlı bir tavır sergiledigini düsünebilme olasılıkları

mevcuttur. Karsılastırma yapmak gerekirse Yasar Kemal’in romanı farklı ulusal

kimliklerin benzer imgeleri yaratabilmesi olasılıgına daha elverislidir.

Müslüman üyelerin itirazlarını sundukları mercinin Rus, İtalyan, Fransız ve İngiliz

temsilcilerden olusması yönetimin aslında ne Osmanlı ne de Yunanistan idaresinde

oldugunun göstergesidir ki tarihî metinler de bu gerçekligi dile getirir. Konsolosluk Heyeti

Baskanı Mösyö Bertrand’dan Girit Milli Meclisi’nin mesruiyetini koruyacakları yönünde

bir cevap almaları, 1900’lerin ilk yıllarının yasandıgı o dönemde yabancı temsilcilerin

Girit’in iç islerine ne oranda karısabildiklerini ‘romanda’ gösterir (Altınsay, 2004: 149-

151).

Hanya’daki Bektasi dergâhında toplanan Müslüman ahalinin birbirlerini korumaya yönelik

her türlü birligi saglamak ve bu isleri yürütmek için de dergâh gibi manalı bir mekânının

seçilmesi, basit bir seçimden daha fazla anlam içerir. Onların da aslında zaman içinde

Hıristiyanları kendilerinden biri olarak kabul etmemeye basladıklarını ve dergâhın

romanda daha önce belirtilen ruhani anlamından uzaklasıp, homojenlestigini gösterir. Silah

kullanmayı reddettikleri için pasif direnis tamlamasının uygun bir tanımlama olacagını

düsünüyoruz. Giritliler, ne İttihatçılar ne de II. Abdülhamit tarafından sahiplenilmeyip

kendi kaderlerine bırakıldıklarını düsünmektedirler. Bu yüzden onların üzerinde Bektasi

Dede’nin maneviyatı, bütünlestirici bir lider görevini görmektedir.

Hrisula adlı karakterin kurgulanısı itibariyle bir nevi Hıristiyanları temsil ettigini

belirtmistik; ancak kocası Meletyos’un Hükûmet Konagı’na yapılan baskında

öldürülmesinin ardından tüm dünya ile iletisimini keserek evine kapanır. Hrisula’nın

sadece oglu aracılıgıyla komsularına yemek göndermesi Müslümanlarla Hıristiyanlar

7 9

arasındaki okuyucunun daha önce somutlastırılabildigi bagın zihinde kopmasına sebep

olur. Keza, İbrahim ve Cemile’nin dügününde oldugu gibi geçmiste bayram, dügün gibi

seremonilerini birlikte gerçeklestiren Müslüman ve Hırisiyanların zamanla birbirinden

uzaklasması, İbrahim’in, Yüzbası Mersin’in kızı Fatma ile evlenirken Hrisula’nın

varlıgının onlarla birlikte olmamasında açıkça görülür. Bunun yanında Hrisula, kimse ile

iletisim kurmadıgından onun Müslümanlar hakkında degisen fikirlere sahip oldugu

söylenemez. O, hiç kimsenin tarafını tutmayıp yasadıklarına karsı kisisel tepkisini ortaya

koymustur.

Yunanistan’a iltihak etmeyi isteyen Hıristiyanların, Osmanlı’nın Girit’e bir kadı tayin

etmesini istememelerine ragmen 1912 yılında adaya bir kadı atanır (Altınsay, 2004: 190).

Osmanlı’nın Girit’e kadı atayabilmesi, hükmünün orada hâlâ geçtigini gösterse de bu

hüküm oldukça yüzeyseldir.

Fatma’nın sorgulayıcı yapısı ve merakı, onu romanın diger kadın karakterlerinden farklı

kılar. Ondaki bu merak, hayata karsı duyulan bir meraktır. O, özne olma savası vermese de

okumayı ögrenip, gazeteleri takip ederek bilinç olusturması, gazeteler vasıtasıyla bir savas

çıkacagını önceden kestirebilmesi onun ayrıksı kisiligini gösterir (Altınsay, 2004: 195,

196). Oysa öbür kadınlar sadece duyduklarıyla yetinmektedirler. Okuyucu da Fatma

aracılıgıyla Devlet-i Âliye ve Yunanistan arasında geçenleri, Giritli Rum vekillerin iltihak

kararı dolayısıyla baslarına neler gelebilecegini ögrenir.

Osmanlı Devleti, o yıllarda Balkanlardaki topraklarının bir kısmını kaybederken İbrahim

ve ailesi gündelik hayatlarına çesitli güçlükler yasasalar da devam edebilmektedir.

İbrahim’in Azize’den sonra bir kızı daha olur; ancak bu kez Azize nenesine gider. İbrahim,

varlıgına baska hayatlar eklemeye çalıstıkça baska bir taraftan da kaybetmektedir

(Altınsay, 2004: 202-204). Bu yıllar, fonun savas olgusuyla örüldügü ve sıranın kendilerine

gelmesini sessizce bekledikleri zor yıllardır. Bu sessiz bekleyis daha çok eylemlerdedir;

özellikle İbrahim için çatısmanın kendi içinde yasandıgı bir bekleyistir. Yazarın yaptıgı

kisilestirme düsünülürse zamanını bekleyen aslında Girit’tir. Müslümanların bu hâllerine

karsılık, Hıristiyanlar arasında Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesi kilisede çoskuyla

kutlanır. Bu kutlamalarda İbrahim’in dile getiremedigi gerçeklik; sıranın Girit’e geldigidir.

Görülmektedir ki iki topluluk birlikte yasayamayacak kadar birbirinden kopmaya

baslamıstır. Müslümanların bir kısmı Girit’te barınmaları zorlastıgı için Anadolu’ya göç

8 0

ederken; kalanlar birbirlerine daha çok yakınlasmıstır. Romanın baslarındaki ortak Girit

kültürü içindeki Hıristiyan imgesiyle yıllar sonrasını isaret eden bu asamada sözü edilen

imge parçalanarak dönüsmeye baslar çünkü zamanla olumlu imgelerin yerini, birbirlerine

karsı düsman oldukları fikri almıstır.

Dinsel ibadetlerini yerine getiremeyen bir topluluk için özgür yasam kosullarından pek söz

edilemez. Giritli Müslümanlar da romanda bu özgürlügü kaybetmislerdir. Nasıl ki

Müslümanlar toplu hâlde bulunmalarının tehlikelerinin farkında olsalar bile, camide mevlit

okutulurken ugradıkları saldırı onların ait oldukları topraklarda barıs ortamını oldugu kadar

özgürlüklerini de kaybettiklerini gösterir. Romanda yazar, Müslümanlarla Hıristiyanlar

arasındaki çatısmayı ilk kez bu kadar somut biçimde anlatmıstır (Altınsay, 2004: 211-218).

Mevlit okutulurken Hıristiyanlar tarafından Müslümanların basılmaları sonucu Hünkâr

Camisi’nin önünde yasanan çatısma, okuyucunun bilincindeki olumsuz Hıristiyan imgesini

daha da güçlendirmistir.

Bu çatısmada İbrahim en yakın arkadası Piçiriko’yu kaybeder. Piçiriko’nun ölmesi,

İbrahim’in içindeki, kime ve neye karsı oldugunu bilmedigi isyanını ortaya çıkartarak

eyleme dönüstürür. Okuyucunun bilincinde ilk kez basına gelenleri sineye çeken pasif bir

karakterden çok -daha önce av ve dans sahnelerinde buna benzer nitelikleri sergilese de

isyan duygusu içerisinde degildir- öfkesini dizgenleyemeyen bir kisilik canlanır. İbrahim’i

bu davranısa iten güç, mevlidi kendisinin okutmasından gelen suçluluk hissidir. Kurguda

Hıristiyanların bu denli cesaretlenmelerini saglayan olaysa Osmanlı’nın Girit’i verdigini

açıklaması olmustur (Altınsay, 2004: 218).

Romanda, Osmanlı Hükûmeti’nin Girit’i vermesi ile Yunanistan’ın Türkiye ile yaptıgı

savası kaybetmesi arasındaki süre atlanmıstır; ancak ugradıkları saldırı onların bu süre

içerisinde neler yasadıklarına karsı bir fikir olusturabilir. Anadolu’dan kaçıp Girit’e sıgınan

Yunan askerlerin, Hıristiyanları da kıskırtarak Giritli Müslümanların hayatını Aziz Bey’in

tabiriyle daha “eziyetli” duruma getirdigi ifade edilir. Hüseyin Aziz Bey’in kendileri adına

endiselenen Hıristiyanlar için ‘kardeslerimiz’ tabirini yasadıkları saldırılara karsın

kullanması, destekleyici örnekler çizilmediginden yapay bir imge gibi gözükmektedir

(Altınsay, 2004: 220). Bu örnekler, iki dinin mensupları arasındaki siyah ve beyaz ayrımını

yogunlastırmaktadır.

8 1

Aziz Bey’in; gazetesinde haber yayımlarken ortamı daha fazla karıstırmamak adına sansür

uygulaması, Müslümanların Anadolu’daki olaylar hakkında yetersiz verilere sahip

olmalarına sebep olmaktadır. Altınsay, Giritli Hıristiyanlarla Müslümanları Anadolu’dan

kaçan bu askerlerin Girit’te çete faaliyetlerine girismesi karsısında benzer duyguda, korku

hissinde bulusturur. Diger bir deyisle bunlar, Aziz Bey’in anlatıcıgıyla okuyucuya su

sekilde yansıtılır:

“Girit’te korkmayan yoktu. Hıristiyanlar da çekiniyor, en azından endiseleniyorlardı… daglarda çetecilik

etmek kolay degildi. Girit’te Yunan makamları onları ele geçirmek için seferberdi. Esasen Giritli

Hıristiyanlar, hele ogullarından biri Anadolu’da savasan aileler, bu basıbozukları saklandıkları yerden

bulmak, bulur bulmaz da ihbar etmek için yarısıyorlardı… Giritli Hıristiyanlar ve Yunan makamları için

‘hain ve dönek’ olan bu insanlar, Giritli Müslümanlar için ‘haydut ve eskiya’ idiler ki görüldükleri yerde

parça parça edilmeleri isten bile degildi.” (Altınsay, 2004: 221, 222)

Yukarda alıntılanan cümleler gösteriyor ki hangi topluluk adına gelisme olursa olsun, her

iki taraf da günün getirdiklerinden korkmaktadır. Bu korku beraberinde Müslümanların

gelecegini muammayla dolu bir karanlıga sürüklemektedir.

İbrahim’i asıl kederli kılan olay, etkenlerden biri olmakla birlikte Girit’in ve kendilerinin

düstügü durum degil, bu dönemde yasananların bir sonucu olarak degisik yollarla

sevdiklerini kaybetmesidir.

Doktor Ragıp Bey’in Anadolu’ya gittiginde, oradan İbrahim’e attıgı ilk mektup bazı

sorunları ortaya çıkartır (Altınsay, 2004: 237). Daha önce oldugu gibi asıl sorular Ragıp

Bey karakteri kullanılarak dile getirilir. Bu mektupla beraber Anadolu’nun durumundan ilk

kez bahsolunmustur ki Ragıp Bey mektubunda, hem Giritli Hıristiyanlar hem de Türkler

kendi bagımsızlıkları için savasıyorlarsa haksız olan tarafın kim olması gerektigini

sorgular. Bu sorunun arkasından da Girit’te yasayan Müslümanlar gibi arada kalan insanlar

için “kader”in ölümle tezahürünün dısında farklı bir yolun neden olmadıgı düsüncesi

vardır. Altınsay, doktor aracılıgıyla bir nevi kendi yargılarını / vargılarını da ifade eder.

Okur tarafından alımlanması beklenen düsünce, her iki toplumun da ulus devlet olma

yolunda bir savas verdigi ve dünyadaki degisen sistemin bunu getirmis oldugudur.

Bir zamanlar gerek Hıristiyanların gerekse Müslümanların dügünlerinde kemençe çalan,

hiç kimsenin geçmisini bilmedigi ve herkesin ayrım gözetmeden yardım ettigi Çakali’nin

de vurulmasıyla Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki son güçlü bag da kopar. Saldırıda

ölen Çakali dünyada tek basına kalmıs, hiç kimseye tutunmamıs ve kötülügü de olmamıs

bir kisiliktir; ama sahip oldugu bu masumiyet onun öldürülmesini engelleyemez.

Çakali’nin iki halk arasında kurdugu bu bag, müzigin insanlar arasında kurabildigi

8 2

iletisimin bagıdır. Girit’te Çakali ile birlikte müzigin sagladıgı bag da yok olmustur. Bu

yüzden İbrahim, Ragıp Bey’in sorusuna verdigi cevapta; nedeni ne olursa olsun

Hıristiyanların Müslümanları, Müslümanların da Hıristiyanları öldürmesini bir “cinayet”

olarak tanımlar (Altınsay, 2004: 242, 243).

Müslümanlarla Hıristiyanları tekrar bir araya getirebilen Çakali’nin cenazesinde yeni

yetme bir gencin söyledigi ve Tahmisçizade Mehmet Macit’in Girit Hatıraları adlı

kitabından alıntılanan sözlerde Mübadillerin arada kalmıslık hissi henüz göç etmemelerine

karsın öncelenmistir. Anlasılan o ki Giritli Müslümanlar, göç etmek zorunda kalmasalardı

da Girit’te arafta kalmadan yasamaları pek mümkün olamayacaktır; çünkü Hıristiyan

halkın büyük bir kısmıyla aralarında olusan ayrılıgın geri dönüsü olmadıgını

sezinlemislerdir. Bunun yanında Anadolu’ya ya da baska bir yere göç etmeleri de onlara iç

huzuru saglamayabilecektir. Dolayısıyla ne gidebildikleri ne de kalabildikleri bir ruhsal

çalkantı içine girmislerdir:

“Yer bulamam gayri ben, iki âlem arasında

Yerim yurdumdur diye bir mezarım kaldı bana

Bir mezarım kaldı bana…” (Altınsay, 2004: 245)

Romanda Mübadele ve Lozan’a dair ilk bahis Ragıp Bey’in İbrahim’e gönderdigi

mektupta geçer (Altınsay, 2004: 246): Mektupta belirtilenlere göre, tüm ‘kardeslerin’

Misak-ı Millî sınırları içerisinde toplanması ve Anadolu’daki Rumların yasadıkları

yerlerden uzaklastırılacagı anlatılmıstır. Dikkat edilirse Aziz Bey ile Ragıp Bey’in

kardeslik algısı birbirinden farklıdır. Ragıp Bey, hürriyet fikri ile Rumlarla Türklerin

birlikte yasaması fikrinin çelismesinden utanç duysa bile bagımsız bir ülkede yasamanın

mutlulugunu da beraberinde tasıyabilmektedir.

Giritli Müslümanların arasında Mübadele edilecekleri haberinin yayılmasıyla

Müslümanlar, sonlarının ne olacagını bilmedikleri, belki hiçbirinin sonunun aynı yerde,

zamanda olmayacagı ihtimali ile dolu bir yola girerler.

Aziz Bey’in anlatıcılıgında Mübadele kararının haber ajanslarına geçen kesin haberi halka

okunur. Bu haber su ifadelerle aktarılmıstır (Altınsay, 2004: 248, 249):

“Türk topraklarında yerlesmis Rum-Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerlesmis

Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren baslayarak mecburi mübadelesine

girisilecektir.” (Altınsay, 2004: 248, 249)

8 3

Altınsay, Mübadele’den üstü kapalı olarak bahsetmeyip, gerçeklikle örtüsen bir haber

kurgulaması yaparak okuyucunun haberi hakikat degerinde algılamasını saglayıp, zihninde

tarihî bir bilgi imgesine dönüstürebilir; çünkü bunlar gerçek hayatta dogrulugu olan

sözcüklerdir.

Romanın bundan sonraki sürecinde imar ve iskân konusunda komisyonun halktan yerine

getirmesini istedigi kurallar, Lozan Sözlesmesi’yle alınan Mübadele kararının ardından

uygulanan prosedürle benzerlik gösterir. Bu benzerlik, gerçekligin algılanması

konusundaki yargımızı pekistirmektedir.

Altınsay’ın, karakterlerin Mübadele kararına duydukları tepkilerini ifade ederken mübadil

bir ailededen gelmesinin yogun duyarlılıgını tasıdıgı açıkça görülebilmektedir. Giritli

Müslümanlar tamamen sahipsiz kalmıs olmalarının yanında, sürekli korku ve güvensizlik

içinde yasamak zorundadırlar. Anadolu’ya göç ettikten sonra açıkta kalmamak için

İbrahim’in erittigi altınları mobilyalarına açtıgı deliklerin içine koyup agzını mumla

kapatması gibi kendi gelistirdikleri yöntemleri kullanmıslardır (Altınsay, 2004: 252, 253).

Müslümanlar, Anadolu’ya gidince resmi süreç içerisinde kendilerini nelerin bekledigini

Girit’e gelen komisyonlar aracılıgıyla ögrenirler (Altınsay, 2004: 254). Ortamın bu denli

karısık ve kuralların da çok net olmasına ragmen, aralarındaki varlıklı kisiler boslukları

kullanarak kendilerine fırsatlar yaratabilmektedir. Bazı insanların geleceklerini bir nebze

olsun degistirebilmek için rüsvet gibi yollara basvurdugu görülür (Altınsay, 2004: 255).

Girit’te kurulan komisyonların daha önce belirtildigi gibi mübadillerden istedigi bazı evrak

ve kosullar bulunmaktadır. Bu çesit belgelerin varlıgına (ası belgesi gibi) Kritimu’da da

rastlanır (Altınsay, 2004: 256, 257). Roman bu açıdan hakikate çok yakın durmaktadır.

Girit halkı bu dönemde tam bir karmasa yasamakta; kimse kimsenin neyi, niçin dedigini ve

neyi ifade etmek istedigini -özellikle dil problemlerini de düsününce- bütünsel bir anlam

olanagı içinde kavrayamamaktadır. Bu kakafonik ortamdan dolayı Müslümanlar için

Türklerin Yunanları yenmesi ve Yunan askerlerinin Anadolu’yu terk etmek zorunda

kalmaları gölgede kalan bir sevinç hâline dönüsmüstür.

Mübadillerin Anadolu’da nerelere yerlestirilebilecegi sözlesmede kati suretle belirlenmis

olsa da Giritlilerin bu durumunu kullanmak isteyen bazı fırsatçılar, göç edecek kisilerin

meslegine veya kültürüne uygun olmayan yerleri rüsvet karsılıgında vaad edebilmektedir

(Altınsay, 2004: 258). Fırsatçılarla ilgili olarak kurgu içerisinde bu bilgiler, gerçege

8 4

uygunluk gösterir. Mübadele kararının ardından Girit ve Yunanistan’dan Türkiye’ye

gelecek olan göçmenler, yerlesecekleri yerlere oldukça karısık ve yetersiz kosullarda sevk

edilmislerdir. Bunun gibi teklifler -romanda yer almasa da- gelecegi önceleyebilir;

öncelikle mübadillerin yanlıs bölgelere yerlestirilmeleri sonucunda o mekânlarda önemli

sorunlar yasama ihtimalleri artmaktadır.

Mübadele kararı, İbrahim ve karısı Fatma arasında evlendikleri günden beri var olan

yabancılıgın konturlarını somutlastırmıstır (Altınsay, 2004: 260):

“Birbirlerine baka kaldılar. Yabancıya bakar gibi bakıyorlardı. İbrahim,.. Fatma’nın yüzünü inceliyor…

Baktıkça kesfediyordu… Katlanma ve boyun egisi onlara ögreten, Fatma’ya ögreten, bu yeni acıydı.

Topragından ayrılmanın acısı…” (Altınsay, 2004: 260)

Fatma, romana ilk dâhil oldugu zamanlarda, karakter skalasında kendinden emin ve içten

içe asi oldugu izlenimini verirken, zamanla silikleserek bir ‘tip’e dönüsür. Bilmedikleri bir

zaman ve mekâna, belki ölüme göç ettiklerinden hem o hem de kocası çaresizce boyun

egmektedirler. Boyun egmek zorunda kalan elbette yalnız Fatma ve İbrahim degildir, öyle

ki onlar Giritli Müslümanların birer temsilcisidir.

Müslümanlıkta önemli yer tutan ve insanların yasama biçimlerini belirledigine inanılan

kaza ve kader kavramlarının yansımaları da Giritli Müslümanların olayları algılamalarında

ve sineye çekebilmelerinde görülebilmektedir. Roman boyunca Müslüman karakterler

genelde magdur durumda kalan, çevreden zarar gördügü zaman ancak pasif bir direnis

sergileyen ya da kendilerine yönelik bir saldırı oldugunda karsılık veren bir tutum

içerisindedirler. Bu açıklamalarımızın aksi örnegini İbrahim’in, dügününde Meletyos’la

hora oynarken kapısmayı baslatması olusturur; fakat bu kapısma tehlike içeren bir “dans

gösterisi” niteligi de tasır.

Kritimu’daki karakterlerin kisilik özellikleri ele alındıgı zaman, çevresiyle bu derecede

uyumlu insanların romanda ‘neden biz’ sorusunu sormalarının sebebi de aydınlanmıs olur.

Altınsay, roman karakterlerinin kisilik tablolalarını büyük oranda masumiyetin renkleriyle

bezemistir. Çocukların neden gittiklerine dair sordugu soruya İbrahim’in verebildigi cevap,

artık vakitlerinin gelmis oldugu yönündedir (Altınsay, 2004: 263). Oysa neden vaktin /

sıranın kendilerinde oldugunu ve Mübadele edildiklerini, gerçekte İbrahim de geçmiste

Mübadele’yi yasamıs insanlar gibi bilmemektedir.

İbrahim ve yakınları yola çıkmadan önce baska bir Giritli esnaf Trakis ile aralarında geçen

diyalog, Müslümanların gitmesini hâlâ istemeyen ve bunun için gerçekten üzülen Giritli

8 5

Hıristiyanların olduguna isaret etse de kurgulanısı itibariyle esasen yapay bir sahnedir

(Altınsay, 2004: 265-267).

İbrahim’in kendi varlıgının Girit’in sokaklarından silinisine tanıklıgı, zamanı geldiginde

insanların ögrenecegi gerçekligidir.

Bundan sonra İbrahim için ölen yakınlarını kime bırakacagı sorusunun yanıtı, kocası

Meletyos’un ölümünden sonra sır olan Hrisula’dadır. Hrisula, yıllar sonra geçmiste oldugu

gibi eski dostlarının arkalarında bırakmak zorunda kaldıkları anılarına sahip çıkmayı kabul

etmistir (Altınsay, 2004: 276). Hrisula’nın İbrahim’in teklifini kabul etmesi, asıl

kırgınlıgının Müslümanlara olmadıgını da gösterir. Hrisula, Hıristiyan karakterler içinde ön

plana çıkan bir kisilikken, sırlar içinde yasayan bir karaktere dönüsmesi onu sınırlamıstır.

Hrisula, İbrahim’in teklifini kabul ederek roman içindeki tamamlanmamıs olan misyonunu

da tamamlamıs olur. Buna mukabil yazar, Hrisula’nın bu içine kapanısını kurgulamasaydı

Müslümanların baslarına gelen olayların ve İbrahim’in ailesinin psikolojik durumlarının

etkisi bu oranda güçlü yansıtılamayabilirdi; çünkü Müslümanların yanında hâlâ yer alıp,

onlara gerçekten destek olan Hıristiyan imajının okuyucunun zihninde kuvvetlenmesine

neden olmustur.

Roman, Müslümanların bindikleri geminin Girit limanından kalkmasıyla son bulurken,

İbrahim’in ruhu Cemile’nin ölümünden sonra bir kez daha; ama bu sefer dirilmemek üzere

ölür. Girit’le birlesen bu ölü ruh, romanın sonunda mübadillerin sag kalsalar da neleri

kaybettiklerinin simgelerinden biri olur. Mazi geride kalsa da kurtulamayacakları kadar da

içlerindedir. Altınsay, İbrahim’in roman boyunca ruhsal olarak geçirdigi degisiklikleri bu

çesit simgeleri kullanarak aktarmıstır.

Kritimu’da karakterlerin etnik kökenleriyle degil, “Müslüman”, “Hıristiyan” gibi dinsel

kimlikleriyle nitelenmesi dikkati çeker ki bu sekilde yazar, karakterlerine dinî açıdan bir

aidiyet saglamakta ve mübadillerin de arada kalmıslık duygusunu teknik açıdan

yansıtabilmektedir. Mübadele kararının alınmasıyla birlikte Giritli Müslümanlar’ın Giritli

Türkler (Altınsay, 2004: 250, 251) tanımlamasına dönüsümü, bu karardan sonra

karakterlerin “satıhta” hangi tarafa ait olduklarının belirlenmesini saglar.

Etnik ve dinî kökene baglı tanımlamalar göz önüne alındıgında Yasar Kemal, Sabâ

Altınsay’dan farklı bir tutum izleyerek roman karakterlerini dinsel ve etnik açıdan pek

tanımlamamıs, kisilerini daha çok ‘isim’leriyle var etmistir.



Kritimu’da, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki gibi mitsel bir dünya yoktur. Sabâ

Altınsay, romanını 1997 - 2004 yılları arasındaki zaman diliminde, ilk yıllarını Mübadele

ile ilgili yogun arastırmaya ayırarak yazmıstır. Arastırmayla geçen süre ve yazarın içeriden

bakısının etkisiyle olayların kurgulanısında hakikate yakın bir izlenim yaratılmıstır. Bu

sebeple Kritimu, kurmaca olarak yaratılsa da özellikle aileleri Mübadele ile Türkiye’ye

gelen okuyucular için kendi geçmislerinden ayrıntılar / parçalar bulup, kendi varlıklarıyla

özdeslestirebilecekleri bir romandır. Yine de Kritimu, bir tarih metni gibi gerçekleri

okuyucuya nesnel bir tutumla kurgu ögelerine yer vermeden metin aktarma sorumlulugunu

tasımadıgının farkındalıgı içinde degerlendirilmelidir.

Kritimu, okuyucular için yaygın olarak tarihî olayların edebiyat diline aktarımında

beklentilerine karsılık bulabilecegi bir eserdir; çünkü bugünün okuru tarihî ve tarihsel

roman gibi kavramları alımlarken büyük ölçekte eserden alacagı edebî zevkin ötesinde /

dısında da bazı nitelikler bekleyebilmektedir. Bu sayede, Mübadele gibi tarihimizdeki

önemli bir gerçeklik, tarih metinlerinin kurulugundan sıyrılmıs oldugu kadar roman, tarih

bilgisini de barındırmaktadır; fakat bu yargı bir eserin tasıdıgı edebi degerin ölçümüne

yetebilecek bir saptama degildir.

Altınsay’ın romanının konumuz açısından ele aldıgımız öteki romanlardan ayrılan bir

noktası da yayım tarihidir. Daha önce Türkiye’de Mübadele konusuna ancak 1990’lardan

sonra egilimin arttıgını belirtmistik; Kritimu bu egilimin yükseliste oldugu, bu konuda

çalısmaların yogunlastıgı 2000’li yıllardan sonra yazılmasından dolayı, okuyucu tarafından

anlasılabilme ihtimali daha yüksek bir eserdir ki romana yönelik ilgi düsünüldügünde bu

beklentilerin karsılandıgı da tespit edilebilir.

6.3 Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı Romanı

İyi huylu serseriler, tas kırıcılar

Hırsızlar, gemiciler, fakir sarkıcılar

Ve bütün sevdiklerim elveda bu kere

Daha uzak bir yerde bulusmak üzere

Simdi kuslar kanatlarını tek vurusta

Sehirler geçiyorlar bir bastan bir basa

Bitmeden gençligim bana da gelse sıra

Sakin agıllardan baksam bu yıldızlara... (Anday, Yolculuk)

İlk baskısı 1997 yılında yapılan Savasın Çocukları – Girit’ten Sonra Ayvalık, Ahmet

Yorulmazın ilk romanıdır. Yorulmaz, Mübadele’yi konu edindigi bu romanın devamında

üçlemenin öbür kitapları olan Kusaklar ya da Ayvalık Yasantısı (1999) ve Girit’ten

Cunda’ya (2003) adlı eselerini yayımlatmıstır.



6.3.1 Özet

Savasın Çocukları adlı bu romanda ana karakter Aynakis Hasan aracılıgıyla Girit’ten

Ayvalık’a göç etmek zorunda kalan mübadiller ve onların yasadıkları olaylar anlatılır. Bu

anlatımda Hasan’ın yasadıgı Kamıs Köyü’nde Rumlarla Türklerin olusturdugu ortak

kültüre de yer verilmistir. Romanda ele alınan süre, 1900’lerin ilk yıllarından Mübadele’ye

kadar uzanmaktadır.

Aynakis Hasan’ın köyünde Rumlar ve Türkler, birbirlerine karsı kıskırtılmadan önce,

birbirlerinin grupsal özelliklerine saygı duyarak yasamıslardır. Hasan, Mübadele

yasanmadan önce de birbirine destek olup sahip çıkan bir çiftçi ailesinin en küçük

çocugudur; ancak ablası Nazire ve agabeyi Mahmut’tan daha özel bir kisiligi vardır. Keza

agabeyi ancak Kuran okumayı ögrenirken o, komsuları Evangeliki’nin oglu Manolis

sayesinde dönemin kosulları içerisinde gelecegini etkileyecek bir egitim alır.

Agabeyi Mahmut’un komsuları dul Fotini gibi kadınlarla iliskisi, iki halkın araları

açılmadan önce kisilerin birbirlerine ne kadar yakınlastıklarına örnek teskil eder. Ancak

zamanla adada yasayan iki farklı dine mensup ‘halk’ın iletisimlerinde kopukluklar olmaya

baslar, bunun sebeplerinin basında Venizelos’un yandasları ve tahrikler gelmektedir.

Bu tahrikler yüzünden köylerinden Hanya’ya çok zor sartlarda göç etmek zorunda kalırlar.

Mahmut ve ailesi tasınmadan önce yasadıgı asklardan dolayı oldugunu düsündürten bir

sekilde Mahmut, kalbine uzun bir igne sokularak öldürülmüs olarak bulunur. Hasan’ın

babası da oglu Mahmut gibi kisisel bir sebeple olmasa da öldürülmüstür. Ailedeki büyük

erkeklerin öldürülmelerinin ardından ailesinin geçimini saglama görevi Hasan’a kalır.

Hasan, ailesini Hanya’da geçindirebilmek için annesinin hazırladıgı tatlı türü yiyecekleri

sokak sokak dolasarak satmak zorunda kalır. Böylelikle matbaadaki dizgiciler basta olmak

üzere esnafla çesitli arkadaslıklar kurar. Bu arkadaslıkları sayesinde esnaftan kendisine

faydası olacak çok sey de ögrenir.

Kurdugu dostluklar sayesinde Türk kültürünü iyi bilen, İstanbullu ve dostane tavırlı Kir

Vladimiros, onu hem koruması altına hem de matbaasında ise alır. Kir Vladimiros karısıyla

beraber, çocuklarının olmamasının da etkisiyle Hasan’a ikinci bir ebeveyn olup, onu

düzenli olarak evlerinde misafir eder.

Zaman geçtikçe ‘Türk’lere yapılan saldırılar arttıgından Girit’te yasam gittikçe zorlasırken,

Hasan, kendisine Aynakis lakabını takan Süslü Hüsnüye adında güzel bir kadınla gizlice

8 8

bir iliski yasamaya baslar ve bu ask bir süre daha devam eder. Bu arada Hasan, Madam

Mariya diye tanınıp ticaret ve komisyonluluk isleriyle ugrasan çok güzel bir dul kadınla da

tanısır. Bu tanısıklıgın arkasından Hasan, Vladimiros’un yanından ayrılıp Mariya’yla

bagımsız sekilde çalısmaya baslar ve onunla birlikte oldukça iyi gelir elde ettikleri isler

yaparlar.

Sevr Antlasması imzalandıktan sonra adadaki varlıkları, onları istemeyen kesime hepten

fazla gelmeye baslar. Birkaç yıl sonra da Lozan Konferansı’ndan çıkan sonuçlar

dogrultusunda, nüfus degisimine tabi tutulurlar. Bu geri dönüssüz gidis kararı Mariya’yla

birbirlerine yakınlasmalarına sebep olur.

Romanın sonunda Hasan’ın hayatı yasadıgı bu yasak ask yüzünden öbür Müslümanlara

oranla daha fazla tehlikeye girdigi için, Mariya’nın yardımlarıyla Ayvalık’a Mübadele

Sözlesmesi’nden sonra olsa da karar henüz uygulamaya konulmadan önce âdeta

kaçarcasına göç eder.

6.3.2 Ahmet Yorumaz ve Savasın Çocukları Hakkında Ön Deginmeler

İlk kez 1997 yılında yayımlanan Savasın Çocukları (Yorulmaz, 2004), tümüyle Mübadele

olgusunu ele alan romanların öncülerinden biri olarak kabul edilebilir.

Yazar Ahmet Yorulmaz, Ayvalık’ta 1932 yılında dogmustur ve kendisi ikinci kusak bir

mübadildir. Mübadil bir aileden gelmesi, bu konuya karsı gelistirdigi hassasiyetin baslıca

sebebi gibi gözükmektedir.

Türk Edebiyatı’nda Yunanca’dan yaptıgı çevirilerle de kendine yer bulmakla beraber,

Ayvalık’ı Gezerken (1994) adlı bir monogrofisi de bulunan yazar, kendi aile geçmisi ve

mübadillerin yasadıklarından edindigi etkilenimlerini kurmaca düzlemine aktarmıstır.

Bunun yanında Savasın Çocukları otobiyografik bir roman degildir. Yasadıgı ilçe

Ayvalık’ın Yorulmaz için tasıdıgı önem, yapıtları incelendiginde anlasılabilir. Yasar

Kemal’in cografyası nasıl Çukurova olarak edebiyat evreninde yer tutmussa Ahmet

Yorulmaz’ın Çukurovası’nın yani cografyasının da Ayvalık oldugu söylenebilir.

Romanda zaman mevhumu ters kurgulanmıstır: Zaman, romanın bugününden; Hasan’ın

Anadolu’da yasarken anılarını kaleme almaya baslamasından itibaren baslar ve geçmis,

kronolojik zaman takip edilerek okuyucuya aktarılır.



6.3.3 Mübadele’nin Savasın Çocukları’na Yansımasının Analizi

Savasın Çocukları – Girit’ten Sonra Ayvalık, Mübadele ile baglantılı olarak seçtigimiz

eserler arasında ilk yayımlanan anlatıdır. Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na yansıması

baslıgı altında inceledigimiz gibi, bu romandan önce de Lozan Mübadelesi’ne deginen

eserler mevcuttur; ancak yayın tarihi Türkiye’de bu konuya yönelik ilginin dirsek çizdigi

bir asamanın baslangıcına denk düser.

Kritimu’da oldugu gibi romandaki mekân Girit’tir; ama daha önce inceledigimiz

anlatılardan farklı olarak bir roman kahramanı gibi kisilestirilmemistir. Girit, Hasan ve

yakınlarının uzun yıllar yasayıp geride bırakmak zorunda kaldıkları cografya olarak

romanda kendine yer bulur.

Savasın Çocukları’nda da Mübadele’nin üzerinden belli bir zaman geçmesinin etkisiyle bu

olguyu algılayıs, nesnel uzaklık büyük ölçüde korunarak gerçeklestirilmistir. Ahmet

Yorulmaz uzun süredir edebiyat ve yayıncılıgın içinde olmasına karsın, Mübadele

hakkında uzun bir metin üretmesi 1990’ların sonuna rastlamıstır. Yazar, Aynakis Hasan’ın

Mübadele’yi hazırlayan süreç içerisinde Girit’te yasadıklarını, birinci kisi anlatıcıyı

kullanarak zaman içinde yaptıgı yolculukla aktarmıstır. Birinci kisi anlatıcının

kullanılmasıyla okur, kendini karakterle özdeslestirme olanagına sahip olur; ancak bu

tercih okurun zihninde öznel yargılı imgelerin olusmasına da zemin hazırlayabilir.

6.3.3.1 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi

Roman, Mübadele gerçeklestikten sonraki bir zaman diliminde, Ayvalık’ta Hasan adlı ana

karakterin kendine Aynakis lakabının neden takıldıgını açıklamasıyla baslar. Aynakis

Hasan, Girit’te yasayan Müslüman halk için Venizelos’un “Türkler dısarı!” gibi

söylemlerle Giritli Hıristiyanları kendi tarafına çekmeye çalıstıgını ilk elden belirtir

(Yorulmaz, 2004: 12). Böylelikle okuyucu, Venizelos ve onun takipçisi olan Hıristiyanlar

hakkında ilk yargılarını olusturmaya baslar.

Ahmet Yorulmaz, romanında mübadiller için Sabâ Altınsay’ın Mübadele kararı çıkana

kadar kullandıgı “Giritli Müslümanlar”dan farklı bir tanımlama kullanır. Yorulmaz,

tarihteki Venizelos karakterini kullanarak, politikacılar tarafından Girit’te yasayan halkın

bireysel tercihleri önemsenmeksizin baglı oldukları etnik köken ve Girit’in gelecekte

sekillenecek ulusal yapısı hakkındaki kararını bu sekilde imler. Bu degerlendirmenin

göstergesinde esasında, ulus devlet yapılasması içerisinde onlar / Müslümanlar, Türk ve



kendinden olmayan olarak nitelenir. Kritimu romanında kilisede vaaz veren Venizelos,

böyle bir tanımlama kullanmamıstır. Bu seçim, yazarların Mübadele olgusu hakkında

olusturdukları bireysel bilinç farklılasmasından ileri gelmektedir.

Hasan’ın anlatıcılıgında öteki Müslümanlara göre daha farklı karakterize edilen tip,

Hanya’nın en zengin kisilerinden biri olan Ferit Bey’dir. Ferit Bey, Girit’te yasayan

Müslümanların üzerindeki baskı artınca, basına bir sey gelmesinden korktugu için Fransız

uyruguna geçmistir (Yorulmaz, 2004: 12). Ferit Bey sayesinde kendi uyruk aidiyetini

belirlemis kisiliklerin de bulunduguna dair bir imaj, yan düzlem katmanında

yaratılabilmistir. Romanın daha ilk sayfalarında Ferit Bey’in kisiligi ve Venizelos’un

tahrik edici sözleri kullanılarak, kimlik sorunları açısından Girit toplumundaki çeliskili

ortam okuyucuya aktarılmıs olur.

Ferit Bey’in tercihleri ve kisiligi ele alındıktan sonra, Hasan’ın Türkçe’yi nasıl

sahiplendiginden bahsedilerek, kimlik sorunu konusundaki tercihi net çizgilerle ortaya

koyulur. Hasan karakteri ile dile getirilen; Osmanlı’nın Girit’i aldıktan sonra adaya

yerlestirdigi tebaasına bilinçli bir politika ile yaklasmadıgı için, Türk dilinin bu insanlara

yeterince ögretilemedigi ve zamanla Yunanca’nın ana dilleri hâline geldigidir (Yorulmaz,

2004: 13). Yazar, bu çesit bir açıklama ile kimlik sorgulamalarını asmıs bir insanın

düsüncelerini gözler önüne serer; ancak burada Türkçe tabirini kullanarak hatalı bir

yargıda bulunulmaktadır: Osmanlı Devleti içerisinde kullanılan resmi dil Osmanlıca

oldugu için adaya yerlestirilen halkın bugünkü anlamda Türkçe konusması pek olanaklı

degildir. Nitekim Anadolu’daki halk arasında da Türkiye Türkçesi gibi bir Türkçe

kullanılmamaktadır. Bunun yanında bu açıklamaların ısıgında Osmanlı Devleti’nin Girit’e

karsı olan ilgisizligine de dikkat çekilir.

Aynakis’in geçmise dönük sözlerinde Rum Vladimiros’un yasamında özel bir yer tuttugu

da ilk asamada açıklanmıstır (Yorulmaz, 2004: 14). Vladimiros onun tabiriyle “bagnaz

olmayan Rumlar”dandır. Yazarın sesini fark edebilecegimiz bu tanımlamalarda Girit’te

kendilerine ‘düsman’ olan Hıristiyanların varlıgının dısında farklı tiplerde Hıristiyanların

da yasadıgı sezilebilir. Keza daha sonra ayrıntılandıracagımız gibi bir roman kisisi olarak

Vladimiros, yazarın her Rum’a aynı uzaklıkta yaklasmadıgını, karakterlerinin aslında her

birinin birey olarak degerlendirilip imgelerin bu sekilde kurulması gerektigi fikrini

destekler.



Giritli mübadillerin ayakta kalabilmelerini saglayan asıl etkenin dinî inançları olduguna

dair yapılan açıklama (Yorulmaz, 2004: 15), bu tarz inançların bir ülkede “yabancı”

konumunda olan insanları birbirine yaklastırdıgı gibi uzaklastırması açısından da ne kadar

güçlü kavramlar oldugunu gösterir. Kendilerini güçlü kılan baska bir unsurun ise

unutmadıkları Türklükleri oldugu belirtilir. Devamında kendilerine Türk olup

olmadıklarına dair sorulan sorulara ironik bir anlatımla “Meryem adına yemin ederim ki

Türk’üm” diye cevap vermeleri bir miktar yapay durmaktadır. Bunun sebebi dünyada

ulusların eskiden beri var olmasına karsın, ulus bilinci daha önce açıkladıgımız gibi

sonradan ortaya çıkan bir durumdur. Osmanlı Devleti’nde yasayan Türklerin de kültürleri

yüzünden böyle bir tercihe yöneldikleri pek görülmez ki ulus bilinci daha ziyade azınlıklar

içinde belirmistir. Yalnız bu yapaylık, söz konusu eser roman oldugu için kurmaca

dünyanın sınırları içerisinde kabul edilebilir. Baska bir açıdan da roman karakterlerinin

Meryem adına yemin etmeleri, onların melez bir kültür olusturduguna dair bir izlenim

yaratır.

Romanda Girit’in eski günlerindeki komsuluk iliskilerinde Hıristiyanlarla Müslümanların

birbirleriyle karısıp, kaynasmıs oldukları belirtilir (Yorulmaz, 2004: 18, 19). Bu açıdan

Sabâ Altınsay’la Yorulmaz’ın Girit’in geçmisteki kültür yapısına yaklasımları ortaklık

gösterir. Bayramlarda ve çesitli kutlamalarda yapılan karsılıklı alıs verislerin içten bir saygı

içerisinde yürütülmesi, okuyucu nezdinde hiç kimsenin birbirini anlamadıgı zamanların

öncesindeki hayatın baskalıgı inancını destekler.

Hasan’ın, anıları Ayvalık’tan Girit’e uzandıgı anlarda duygusallasması ve ardından dogup

büyüdükleri topraklardan atıldıklarını düsünmesi, Anadolu’da yasayan Rumların

yasadıkları göz ardı edildigi için aslında tek taraflı yapılmıs bir degerlendirmedir.

Mübadele’ye tabi tutulan halkın, Anadolu’ya göç ettiklerinde her ne kadar sevgi ile

karsılandıkları tespit edilmis olsa da toplum içinde karsılıklı olarak hem mübadillerin hem

de yerlesiklerin birbirlerini tam anlamıyla ve tüm kültürel yönleriyle benimsemesi için

belli bir sürenin geçmesi gerekmistir. Hasan’ın yasantısı kullanılarak, bazı Anadolulular

tarafından mübadillerin dıslanmaları; ‘gâvur tohumu’, ‘yarım gâvur’ gibi sözlerle itham

edilmeleriyle hissettikleri köksüzlük duygusu daha da yogunlasmıstır (Yorulmaz, 2004:

21). Bu temsilin yanında baska bir taraftan da Hasan için “ana yurt”; Girit ya da

Yunanistan degil, Anadolu’dur. Bu benimseyis, onların nesillerdir Girit’i kendilerine yurt

9 2

kabul etmelerine ragmen, özde Anadolu ile kurdukları baga isaret eder ki kanaatimizce

köksüzlük hisleri, ne Girit’e ne de Anadolu’ya tam manasıyla sahip olamayıp, varlıklarında

ikisinden de parçaların olmasından ileri gelmektedir.

Hasan’ın, ergenlik çagında komsuları Evangeliki’nin oglu Manolis’ten matematik, Rum

alfabesi ve okuma yazma ögrenmesi, üstelik de bu dersleri ücretsiz alması (Yorulmaz,

2004: 26, 27), Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki komsulugun düzeyini gösterir. Daha

da kapsamlı düsünülürse Osmanlı kültüründe önemli yer tutan ve özellikle Anadolu’da

kendini gösteren komsuluk iliskilerinin Girit’te de var oldugu dikkati çeker. Nitekim

geçmiste bazı “terbiyesiz Rumlar” tarafından yapılan saldırılar olsa da Hasan’ın babası Ali

Aga’nın aile egitimi de Rumlarla iyi iliskileri ögütlemektedir. Ali Aga okumamıs, köyde

yetismis biri olsa bile hayat içerisinde dogrularını bulmus, inayetli bir karakterdir. Sahip

oldugu ihsanın yanında silahlı Rumlar hakkında ancak belli bir ölçüye kadar olumsuz

olarak kabul edebilecek fikirlere sahiptir:

“Babam, Rumlarla iyi geçinmemiz gerektigine inanıyordu. Çünkü ‘Padisah Efendimiz öyle istiyor’du. Benim

bilmedigim bir ‘altmıs altı ayaklanması’ ve dogumumdan üç yıl önce bir karısıklık olmustu… Bazı

terbiyesiz, baskalarının mallarına konmak isteyen silahlı Rumlar Türk evlerine, çiftliklerine saldırılarda

bulunmuslar, yakıp yıkmıslar, insanları öldümüsler, diri diri yakmıslardı!.. babam… saldırgan Rumlara

‘terbiyesiz’, ‘baskalarının mallarına konmak isteyenler’ gözüyle bakıyordu…” (Yorulmaz, 2004: 27, 28)

Ali Aga, Hasan’a böyle ögütler verirken Girit’te ‘mevsimler’ çok hızlı degistiginden

dolayı, Venizelos’tan ve yurtlarını terk etmek zorunda kalabileceklerinden ailesine

bahsetmesi, Hasan’ın zihinsel sorgulamalarının baslangıcını olusturur; çünkü onların

yasamı köyleridir, nereye gidebileceklerini havsalası almaz (Yorulmaz, 2004: 30). Henüz

kimse olayların nedenini ve gelecekte neler olacagını tam olarak anlamamıs olsa da

okuyucunun zihninde karakterlerin gelecegine ait imgeler yavas yavas renk degistirir. Ali

Aga aynı zamanda Osmanlı padisahına karsı kendilerini kurtaracaklarına dair hâlâ umut

besleyen Giritlileri de temsil eder.

Romanda bu degisime bahsi geçen sözlerin hemen ardından Ali Aga’nın anlatıcılıgında yer

verilir, söyle ki yukarıda açıklanan komsuluk iliskileri kıskırtmalar sonucu farklı bir rotaya

dogru yönünü döndürmüstür. İki dinin mensupları arasındaki baglar inceden inceye; ancak

hızlı bir biçimde kopmaya baslamıstır (Yorulmaz, 2004: 31):

“…Kendimi bildim bileli selamlastıgım, konustugum insanlara beni gördüklerinde susuyorlar, gittikçe selam

vermez oluyorlar Hanım! İyi seylerden söz etmiyorlar. Barut ve kan kokuyor söyledikleri! Sizler bilmezsiniz,

eskiden çok karısıklıklar, adam öldürmeler, yakıp yıkmalar olmustu olmasına, ama onlar bastırılmıs, zamanla

kaynasmıstık birbirimizle. Ayrı dinlerdeniz, fakat yan yana, hatta bir arada, sizler de görüyorsunuz, pekâlâ

yasayabiliyoruz.” (Yorulmaz, 2004: 31)



Sabâ Altınsay ve Yasar Kemal’in seçtigimiz romanlarındaki ana karakterler çeliskilerini

daha çok ruhsal düzlemde yasarken, Hasan olayların gelisiminin ve yasının verdigi algı

sınırının sonucunda çeliskilere sürüklenmeye baslar.

Hasan’ın agabeyi Mahmut’un bilinmedik bir sekilde öldürülmesiyle Evangeliki gibi Rum

komsularının da aralarında oldugu yakınlarının onlarla birlik olması ve Evangeliki’nin

okudugu kosuk, iki ayrı dine ait bu insanların dilekleri ne olursa olsun bir daha

birlesmemek üzere ayrılısının lirigidir (Yorulmaz, 2004: 39):

“Bahtımın yazgısıdır buna katlanmam,

Yerimde dogup, yabanda kocamam!” (Yorulmaz, 2004: 39)

Venizelos yanlılarının saldırıları yüzünden Türkler birbirlerine daha yakın yasamak için

yer degistirdikçe, Rumlar da o bölgeleri terk etmeye baslamıstır (Yorulmaz, 2004: 43):

“…Türklerle birlikte burada yasayan on bes-yirmi Rum aile,.. Rumların daha yogun oldukları yerlere

tasınmıslardı… Basta Venizelos, sonra da silahlı, göz kırpmadan adam öldüren yandasları bize, ‘Türkler

dısarı!’ diyerek, saldırıya hazırlanıyorlardı. Hatta hazırlık ne demek, mallarımızın bazen parasız, bazen de

yok pahasına alınması, göç etmemize çanak tutulması, kovalama planlarının uygulamaya konuldugunun açık

kanıtlarıydı.” (Yorulmaz, 2004: 43)

Bu iç göçler, henüz Mübadele yasanmamıs olsa da halk içindeki türdeslesme egilimlerinin

ve korunma ihtiyacının sonucunda olusmaktadır. İki topluluk arasında karsılıklı

restlesmeler de baslamıstır ki silahlı Rumlara destek olmak için Yunanistan’dan adaya

askerler gelmektedir. Ahmet Yorulmaz, Hasan’ın gözlemleri aracılıgıyla Girit’teki

çatısmaların evrelerini betimleyerek Mübadele öncesinin Girit’i hakkında zihinlerde belli

figürler canlanmasına olanak saglamaktadır (Yorulmaz, 2004: 44, 45):

“…Binlerce kisilik silahlı bir Rum kuvveti, Kandano’yu sarıverdi!.. biz Türklerin namluları kendini

gösteriverdi. Fakat ne onlardan ne de bizimkilerden kimse tetik çekmedi.” (Yorulmaz, 2004: 45)

Roman içerisinde kendilerine dostluk gösteren Hıristiyanların bulunmasına karsın

saldırıların ve huzursuzlugun artmasıyla Rumlardan ilk kez “düsman” diye de bahsedilir

(Yorulmaz, 2004: 46). Böyle net bir tasvir ne Sabâ Altınsay’ın ne de Yasar Kemal’in

romanında bulunmaktadır. Bu tanımlama ayrıntıda kalmıs gibi gözükse de Rumları

Türklerin bulundugu açıdan tam karsıt noktada yer alacak sekilde ötekilestirmektedir.

Hacara adlı bir yan karakter aracılıgı ile Türklerin de Rumların yaptıgı saldırılara verdigi

karsılıklar islenir; yalnız, Hacara romanda kötü bir kisilik olarak sekillendirilmemis,

Türkleri korumak adına istemese de bu saldırılara karısmıs bir kisilik olarak sunulmustur

(Yorulmaz, 2004: 44-49). Yani özünde saldırgan birisi degildir. Romanın bu asamasındaki

en duyarlı kahramanı olan Ali Aga’ya göre Hacara’nın silahlı Rumlarla girdigi



çatısmaların nereye varacagı aslında belli degildir. Nasıl ki karakterler, kendilerinin ve

Girit’in geçmisini düsündüklerinde bu ölümlerin nedenlerini kavrayamazlar. Yasadıkları

olaylar onları, kendilerinden bagımsız birilerinin günahlarının bedelini ödediklerini

düsünmeye sevk etmektedir.

Romanın ilk bölümlerinde özellikle Evangeliki ile olusturulan olumlu Rum imgesinin

yerini, bir müddet sonra köylerini günlerce kusatma altında tutan ‘düsman’ Rum imgesi

almıstır. Ali Aga’nın camide ibadet ederken atılan toplarla öldürülmesi (Yorulmaz, 2004:

52), Türklerin Kritimu’da oldugu gibi çok zor sartlarda gündelik hayatlarına devam etmeye

çalıstıklarının betimlemesidir.

Bir önceki basamakta Türklerin de Rumları öldürdügü dile getirilmis olsa da Rumların

içinde bulundukları hayat kosulları degerlendirilmeye tabi tutulmamıstır. Öte yandan

Hasan, babası Rumlar tarafından öldürülse de onlara kin ya da nefret gibi duygular

besleyememez. Romanın ana karakteri olarak Hasan’ın inis ve çıkısları yeterince

derinlestirilmemistir; bu durumun dogal bir uzantısı olarak hayata karsı beklenilene oranla

daha düz tepkiler verdigi izlenimini yaratmaktadır.

Hasan ve ailesinin köylerinden Hanya’ya göç etmesi bile onlarda kök salma duygularını

ortaya çıkartır; çünkü köylerindeki huzuru ve sade hayat kosullarını yeni tasındıkları kentte

bulamamaktadırlar. Politika sahnesinde gelisen olayların Kritimu’nun karakterleri üzerinde

belirgin bir etkisi gözlemlenebilirken, Girit’teki siyasi hayata Hasan ve annesinin

Hanya’da var olma mücadelelerinin fonunda deginilmistir (Yorulmaz, 2004: 55-59).

Günlük hayatın getirdiklerine de böylece yer verilmistir.

Girit mübadillerinin romanda Türk diye betimlendigini belirtmistik. Hasan için onlara Türk

yerine Müslüman denmesi, varlıklarını asimile edip Hıristiyanlastırmak amacıyla

uygulanan politikaların bir sonucudur (Yorulmaz, 2004: 58). Ahmet Yorulmaz’ın ulusal

bilince isaret etmesiyle beraber, aslında Mübadele metninin maddelerinde Yunan uyruklu

olarak kabul edilen Giritli Müslümanlar için reel gerçeklik kurmaca metinden farklıdır.

Hanya’nın Splantzia Meydanı’nda farklı din, ekonomik seviye ve kültürden insanın birlikte

yasaması, meydanlara has bir simge olan bir aradalıga gönderme yapar (Yorulmaz, 2004:

60). 1900’lerin ilk yılları olan o dönemlerde uzun bir süredir Hanya’da yasayan ya da

Hasan gibi köylerinden göç etmek zorunda kalan insanların barınabilecegi bir yer olması,

Girit’te türdeslesmeye hâlâ direnen bir mekân oldugunu gösterir. Aynı zamanda

9 5

Kritimu’da Abdala Musa’nın kahvesinin gerçeklestirdigi islevin benzerini Splantzia

Meydanı da saglar. Bu mekânların her ikisinde de dikey ve yatay açıdan farklı gruplara

mensup insanlar, sahip oldukları farklılıklarını ön plana çıkartmazlar:

“Splantzia Meydanı, Hanya’nın büyük bakkalıyla çakkalının, mandıracısının, gayet genis kahvehanelerinin

ortasında koca bir sadırvanı bulunan; feslisini fessizini, yani Müslümanını Hıristiyanını bir arada barındıran,

ünlü bir meydandı… tutucu Venizelistler, kralcılar; köyünden kovalanmıs, bu meydanı mesken edinmis

Türkler; dogma büyüme Hanyalılar; varlıklılar, varlıksızlar; yalın ayaklılar, çizmeliler, çarıklılar. Tümü de

bir çarsı görünümündeki bu meydanın insanlarıydı…” (Yorulmaz, 2004: 60)

Geçinebilmek için annesinin hazırladıgı çesitli yemisleri satan ve bu sayede Hanya’daki

pek çok ortama girip çıktıgı için esnafla içli dıslı olan Hasan, bir zaman sonra matbaacı Kir

Vladimiros’un teklifiyle onun yanında çalısmaya baslar (Yorulmaz, 2004: 60-63). Kir

Vladimiros ve esinin varlıgı romanda oldukça önemli bir islev görür. Giderek

olumsuzlasma yolunda bir çizgi izleyen Giritli Hıristiyan imgesi onların sayesinde

kırılmaya ugrar; ancak Türklere karsı yapılan saldırılar ara sıra da olsa hâlen meydana

gelmektedir. İki ayrı dinin temsilcileri olan Hasan ve Kir Vladimiros, süregelen saldırıları

karsılıklı sorgularlar; ancak her ikisi de somut bir sonuç elde edemez. Kir Vladimiros’a

göre bu vahsetin, halkların birbirine kırdırılmasının en büyük sebebi; cahillikten ve çok

uzun bir süre Osmanlı egemenliginde yasamalarından ileri gelmektedir (Yorulmaz, 2004:

71-73).

Türklerle Hıristiyanların birlikte yasamasına karsı olusturdukları fikirdaslık, okurun

zihninde tüm kıskırtmalara karsın farklı gruplara mensup bulunsalar da Müslüman ve

Hıristiyanların arasında birbirlerini anlayabilenlerin oldugu imgesini güçlendirir. Buna

mukabil sunu da eklemek gerekir ki Kir Vladimiros ve esi Kira Evthimiya İstanbul’dan

Girit’e göç etmistir; kendi geçmislerinden ötürü Müslümanları ve onların kültürlerini iyi

tanıdıkları için Müslümanlara yakınlık beslemeleri daha kolaydır.

Matbaada çalısan Vomvolakis ise kisiligi itibariyle Türkleri sevmedigi için Kir

Vladimiros’la kontrast olusturur (Yorulmaz, 2004: 70); fakat yakın çevresi tarafından

düsünceleri destek görmedigi için tepkileri silik kalmıstır.

Kritimu’da rastlanılan gerçekçi tarihî bilgilere yer yer Savasın Çocukları’nda da

rastlanmaktadır: Bu tarz bilgiler güngörmüs ve okumus bir kisi olan Kir Vladimiros ile

aktarılır; nitekim, onun açıklamalarına göre Türklerle Yunanlar arasındaki savasın asıl

sebebi iki toplumun da art arda zamanlarda; ama aynı topraklarda uyguladıgı yayılmacı

politikalardır (Yorulmaz, 2004: 82).



Ahmet Yorulmaz, bazen Kir Vladimiros zaman zaman da Hasanaki (Hasan) aracılıgı ile

Mübadele öncesi süreç hakkında kendi düsüncelerini okuyucuya aktarabilmektedir.

Yazarın bir mübadil olmasının olayları alımlayıs sürecinde etkili olabilecegini, okuyucu

yorumlarının da bu etkilenmelerin arkasından ikincil bir edim seklinde gelisebilecegini

belirtmek isteriz.

Vladimiros, romana dâhil olmasından itibaren Hasan’ın Mariya ile askının baslamasına

kadar geçen evrede Hasan’a akıl veren baba figürü gibi bir islev görür. Onun insanlara

karsı olan demokratik tutumundan Hasan’ın da etkilendigi söylenebilir. Bu cihetle onun

asıl acıyı çekenlerin ister Rum, ister Türk olsun bütün halk oldugunu belirtmesi (Yorulmaz,

2004: 95), Hasan’ın da fikirlerini sekillendirir.

Kir Vladimiros’un koruması altında hayatını sürdürmesi, öbür Türklerin basına gelebilen

saldırıların ona yapılmasını engellemektedir (Yorulmaz, 2004: 92). Rumlar, Türklere karsı

salt silahlı saldırıda degil, küçük düsürücü hakaretlerde de bulunmakla beraber Türklerin

onlara herhangi bir tepki verip vermedigi romanda belirtilmemistir.

Anadolu’da Türklerle Yunanlar savasırken, romanın bundan sonraki kısımlarında daha

ziyade Hasan’ın asklarına yer verilir ki bunlar arasında Kir Vladimiros’un yanından

ayrılarak is ortaklıgı yaptıgı Mariya adlı bir Rum kadını da vardır. Eklemeliyiz ki

Vladimiros’un yanından ayrılması onların arasındaki bagı kopartmamıstır; ancak

Vladimiros eskisi gibi baba figürü olarak onun yanında yer almaz. Özellikle de

korumacılıkları düsünülürse Vladimiros’un yerini baska bir Rum’un, Mariya’nın aldıgı

belirtilebilir.

1920 yılında Sevr Antlasması’nın imzalanmasından sonra Rumların gösterdikleri taskın

sevinçlere Savasın Çocukları’nda yer verilmistir (Yorulmaz, 2004:109). Rumların bir

bölümünün bu sevinci Türklerin Girit’de barınmasının iyiden iyiye zorlastıgına isaret

etmektedir.

Kir Vladimiros’un ardından Türk tarafından ele alındıgında Mariya da olumlu bir

Hıristiyan karakter olarak kurgulanmıstır. Hasan’a duydugu güven sebebiyle onu, son ana

kadar maddi ve manevi yönlerden desteklemis, Girit’ten sag salim gidebilmesine oldukça

yardım etmistir.

Encümen-i İslamiye’nin Müslümanların kendilerini savunmak için her türlü silahı

kullanabileceklerine dair dagıttıgı bildiri (Yorulmaz, 2004: 120), öncelikle Müslümanların



dini kurumlara baglılıgını gösterdigi kadar bu zamandan sonra romanda pek rastlanılmayan

bir seyi; Müslümanların da saldırılara yönelik istediklerini yapabileceklerini haber verir.

Bu bildiriyle Müslümanlar da pasif ya da bireysel savunmanın ötesine geçmistir.

Metinde tarihsel dogrulugu yansıtan açıklamalarla Rumlarla Türklerin Mübadele

edilecegini, Girit’te savas esiri olan ve Hasan’a Türkçe ögreten Kemalettin bildirir

(Yorulmaz, 2004: 123, 124). Kemalettin’in degerlendirmesine göre bedel ödeyen birileri

varsa o da ‘halk’tır. Hasan ve çevresinin Mübadele edileceklerine karsı tepkileri ise farklı

farklıdır; bir grup daha iyi yasam kosullarına sahip olabilmek adına gitmeyi istemekte,

Hasan’ın da içinde oldugu bir grup da gitmeyi istememektedir (Yorulmaz, 2004: 125, 126).

Savasın Çocukları’nda daha önce ele aldıgımız öbür romanlardaki kadar yogun psikolojik

tahliller, tepkiler ve buhranlar yoktur. Türklerin Mübadele edilecegine iliskin olarak

Rumların tepkisi ise ‘çok az Rum’un bu habere üzüldügü’ seklinde dile getirilir.

Marigo (Mariya) ile yasadıgı yasak ask yüzünden diger Müslümanlara göre daha zor

durumda kalan Hasan, sevgilisinin yardımlarıyla adadan kaçabilmeyi basarır (Yorulmaz,

2004: 140). Bu kaçıs zorunlulugu, onun bagnazlıga karsı nefret duymasına ve can telası

içinde gitmek zorunda kalmasının sebebi olanlara lanet etmesine neden olur.

Hasan, Mübadele Antlasması henüz fiilî olarak uygulanmadan önce, zor sartlarda ana

yurdu kabul ettigi Anadolu’ya kaçarcasına göç etmistir; ancak buradan Mübadele’ye tabi

tutulmadıgı fikri çıkarılmamalıdır. Yorulmaz’ın da yer yer okuyucuya aktardıgı üzere;

Girit’te yasamın yıllar geçtikçe iyiden iyiye zorlasması, Mübadele edilecekleri kararının

halk içinde yayılmasıyla ‘düsman’ca davranan Rumlar tarafından öldürmeye varacak kadar

Müslümanlara zarar verilmesi ve bireysel bir sorun olarak ise Marigo ile yasadıgı yasak

ask yüzünden her ikisinin hayatının da tehlikede olması sebebiyle Hasan’ın Girit’te

kalması zaten mümkün degildir.

Savas Çocukları, Hanya’nın Cezayir Kolu adlı bir semtindeki “Nuri’nin Meyhanesi”nin

diger ismi olarak kullanılmaktadır (Yorulmaz, 2004: 94). Konumuz açısından önemli olan

nokta; meyhanede toplanan insanların kendilerini, “yasadıkları savasların çocukları” olarak

görmeleridir. Savasın çocukları tamlaması, bu insanları nitelemek açısından iyi bir

tasvirdir; çünkü Girit meyhaneleri kültür itibariyle tıpkı kıraathaneler gibi farklı kültürlerin

mensuplarını bir araya getirebilen mekânlardan biridir. Bu tarz yerler, aynı zamanda



insanların havadisleri birbirlerine aktardıkları, sözel bilgi paylasımının son derece aktif

oldugu yerlerdir.

Girit’teki meydana gelen huzursuzlukların sonucunda hem Hıristiyanların hem de

Müslümanların yakınlarından birçok kisi ölmüstür. “Giritliler”, yasadıkları savaslar

sebebiyle geçmislerinden koptukları kadar önlerindeki belirsizlikten ötürü geleceklerine de

tutunamamaktadırlar.

Yorulmaz’ın yarattıgı karakterler ruhsal açıdan geçirdikleri çıkmazlar ya da ikilem gibi

duygulardan ziyade eylemleriyle var olurlar. Basta İbrahim olmak üzere Kritimu’daki

karakterlerin yasadıkları olaylardan etkilenip, derin ruhi dalgalanmalar yasamalarına

karsın; Savasın Çocukları’nda günlük hayatın getirdigi sorun ve olaylara agırlık

verilmektedir. İbrahim’in hayatında karısı Cemile’nin ölümü önemli bir dönemeç olmasına

karsın, Hasan’ın agabeyi ve babasının Rumlar tarafından öldürülmesi onda belirgin ya da

önemli herhangi bir iz bırakmamıstır. Hasan, yasadıgı tüm kötü olaylara ragmen insanlara

karsı optimist duygular besleyen, son derece çalıskan, azminin ve karsılastıgı iyi kisilikli

Rumların yardımları sonucunda mal varlıgı edinmis olmasının da ötesinde oldukça olumlu

çizilmis bir karakterdir. Hasan, bu olumlu özelliklerinin yanında varlıgını hep kendi

dısındaki kisilerle tamamlayarak birey olabilmis; hayatının her evresinde onun ayakta tutan

birileri bulunmustur. Bu insanların en önemlileri de Kir Vladimiros ve Mariya’dır. Hatta

Mariya askı ugruna kendi hayatını tehlikeye atma cesaretini gösterir; Rumlar sevgilisi

Hasan’a zarar vermeden ve Mübadele baslamadan önce onun adadan ayrılmasını saglar.

Hasan’ın özellikle olumlu Rum karakterler vasıtası ile kendisini tamamlamasının çok

bilinçli bir tercihle yapıldıgını sanmıyoruz; ancak bu sayede Türk ve Rum kahramanlar

arasında denge kısmen saglanmıs olmaktadır.

Romandaki Rum karakterlerin kendi aralarında olumlu ya da olumsuz açılardan yarattıkları

imgelerde denge kuruldugu belirtilebilir; aralarında saldırı eylemlerine katılanlar,

Venizelos’u destekleyenler oldugu gibi, Girit’i bütün renkleriyle benimseyenler de vardır.

Bunun yanında romanın tamamı düsünüldügünde Türk karakterlerin Rumlara oranla daha

olumlu tasvir edildigi de görülmektedir. Bu anlamda saldırgan Rumlara karsı hançerini

kullanan sadece Hacara karakteri verilmistir ki o da kendi istegiyle degil, Müslümanları

savunmak zorunda kaldıgı için bunları yapmaktadır.

9 9

Savasın Çocukları, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki gibi düssel bir dünyaya sahip

degildir. Gerçeklikle baglantılı göndergeler ise okuyucunun kurmacayı alımlamasını

zorlastıracak biçimde kurgulanmamıstır.

Roman, özellikle Türk okuyucuların bu konudaki beklentilerine cevap verir; çünkü Türk

karakterler oldukça olumlu çizilmistir. Girit’in Mübadele gerçeklesmeden önceki 30 yılı

islendiginden mübadil kimligini özümsemis okuyucuların metinle yapıcı iliski kurmaları

Yunanistan’a göç eden Rumlara göre daha olanaklıdır.

Son olarak, Altınsay ve Yorulmaz’ın yazarlıgında aile geçmislerinin kendilerine miras

bıraktıgı izler bulundugunu belirtmeliyiz. Her iki yazar da duygusal geçmislerine nesnel

uzaklıgı sagladıkları ölçüde daha farklı okuyucu kitleleri tarafından derinlemesine

alımlanabilirler; bu yazarların yanında Yasar Kemal, mübadil olmamasının bir nevi

avantajını tasımaktadır.



7 SONUÇ

Cennetin olmadıgını hayal et

Kolaydır eger denersen

Altımızda cehennem yok

Üstümüzde ise sadece gökyüzü

Bütün insanların

Bugün için yasadıgını hayal et

Ülkelerin olmadıgını hayal et

Zor degil bunu yapmak

Öldürmek ya da ölmek için hiç neden yok

Ve hiçbir din de yok

Bütün insanların

Barıs içinde yasadıgını hayal et

Hayalperest oldugumu söyleyebilirsin

Fakat yalnız degilim

Umarım bir gün bize katılırsın

Ve dünyada birlik olusur... (The Beatles, Imagine)

Bu çalısmanın birincil amacı Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’ndan seçilen uzun

anlatılara nasıl yansıdıgının analiz edilmesidir. Bu ilk amacın beraberindeki amaçlar

arasında Türkiye ve Yunanistan’ın yakın geçmislerinde tasıdıgı önem kadar, menendinin

dünya tarihinde pek görülmeyen bir vakası olan Mübadele’yi genis perspektifle

degerlendirip, onun Türk Edebiyatı’nda tuttugu yere genel hatlarla deginmek gelir. Bu

baglamda Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Sabâ Altınsay’ın Kritimu –

Girit’im Benim ve Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı romanlarının incelemeye

tabi tutulmasına karar verilmistir.

Çalısmamızda, Lozan Mübadelesi’ni konu edinen eserlerin arasından seçtigimiz bu

romanların incelenmesine göç, uluslasma ve Mübadele olgularının ayrıntılı bir analizinden

sonra yer verilmesi uygun görülmüs, bölüm baslıkları ve içerikleri de bu fikre dayanarak

olusturulmustur. Öte taraftan Mübadele’yi irdeleyen metinlerin uluslasmadan

bahsetmemeleri de böyle bir asamalı inceleme yapmamızda etken olmustur.

Tezin baslangıç asamasında, Yunan Edebiyatı’ndan Mübadele ile ilgili seçilecek olan

eserlerin de çalısmaya dâhil edilip iki ülkenin edebiyatlarının karsılastırılması

düsünülürken, Türkçe çevirilere uygulanan sansür sebebiyle bu fikirden vazgeçilmistir.

Göç, bilindigi gibi insanın kaderini tayin eden olguların basında gelir; nitekim bu kavram,

dünyanın büyük bir kısmını farklı zamanlarda ve degisik sekillerde bireysel ya da daha

büyük kitleler hâlinde olsun, derin ya da yüzeysel sekillerde etkilemistir. Lozan

Mübadelesi ise Türk uyruklu Hıristiyan Ortodokslarla Yunan uyruklu Müslümanların

göç’ü olmanın ötesinde anlamları içinde barındıran bir sürecin tamamlanısıdır.

10 1

Dünyada ‘millet’ adı altına alınabilecek toplumların Antik dönemlerden beri mevcut

oldugu konusunda mutabakat saglanabilir; ancak Orta Çag’da veya daha öncesinde ‘ulus

bilinci’ni ortaya çıkartacak olusumlar mevcut degildir. Toplumları yönlendiren kisilerin de

öncülügünün etkisiyle zaman içerisinde imparatorluklar çagcıl degerini kaybetmistir.

Fransız Devrimi ise Batı toplumunda ulusal bilincin çesitli yollarla olusmasının ardından,

bu yoldaki eylem ve fikirleri kanalize edip yön veren atesleyici olay olmustur.

Fransız Devrimi’nin ilan edilmesiyle birlikte imparatorluklar yıkılmaya ve yerine ulus

devletler kurulmaya baslanır. Osmanlı Devleti de Batılılasma adı altında yapılan

degisiklikleri Bab-ı Âlî’nin öncülügünde uygulamaya geçirmesiyle beraber, dünyada

meydana gelen yeni yönetim sekillenmelerine geç bir zamanda eklemlenir. Osmanlı’da

yönetilen kesimin Batı toplumlarından daha farklı bir yapıya sahip olmasından dolayı ulus

olusturma yönünde hareketlenmeler Müslüman halk içinde degil, yabancı topluluklar

içinde ortaya çıkmıstır. Bu sekilde ister istemez Devlet’in parçalanma süreci de baslar ve

uluslar sırayla bagımsızlıklarını ilan ederler.

Osmanlı Devleti için bu süreç özellikle 20. yüzyılın ilk günlerinde oldukça zor geçmis;

arka arkaya birçok savasın içine girilmistir. Savaslar esnasında imparatorluk bünyesinde,

bilhassa Anadolu’da yasayan farklı dinlere mensup olan halklar arasında geriye dönüsü

pek mümkün olmayan ayrılıklar olusmustur.

Türkiye ile Yunanistan arasında savasın sona ermesinden sonra kalan problemler, 1923

Lozan Antlasması ile giderilmeye çalısılmıstır. Lozan’da alınan karara göre Batı Trakya’da

yasayan Müslümanlar hariç Yunanistan’da yasayan Yunan uyruklu Müslümanlarla,

İstanbul’da yasayan Rumlar hariç Türkiye’de yasayan Türk uyruklu Ortodokslar takas

edilmistir. Mübadele her iki halkın hayatında birçok probleme neden olmustur: Göçmenler

dogdukları ülkelerde yasamlarına devam edemedikleri gibi, göç ettikleri ülkeye de uyum

saglamakta zorlanmıslardır. Göçmenler, nerede ve ne sekilde yasarlarsa yasasınlar “arada

kalmıslık duygusu” bedenlerine hapsolmustur. Birinci kusak mübadillerin içinde azınlıkta

kalan bazı göçmenlerin sahip oldugu kosullar, digerlerine göre daha iyi olsa da büyük bir

grup materyal olarak ekonomik anlamda çesitli sorunların da üstesinden gelmek zorunda

kalmıstır. Mübadiller için fizikî sorunlardan biri de yerlestirilmelerine uygun görülen

yerlerin alıskın oldukları ekonomik ve sosyal yapıdan farklı olabildigi için hayatlarını daha

da zorlastırabilmesidir.

10 2

Türkiye’de yasayan mübadillerin Mübadele gerçeklestikten çok uzun bir süre sonra

kendilerini sanat yoluyla ifade etmeleri; bu yabancılasma, anlamsızlık ve soyutlanmıslık

hislerinin bir tezahürüdür. Çagdas Yunan Edebiyatı’nda Mübadele ile baglantılı roman,

öykü, siir gibi çesitli anlatılar Türk Edebiyatı’na kıyasla çok daha erken yayımlanmıs, son

yıllarda ise bu ilginin egimi -dogal bir gelisme olarak- asagıya dogru bir kavis çizmeye

baslamıstır.

Bu konuyla ilgili metinler üreten anlatıcıların arasında Yasar Kemal gibi mübadil bir

aileden gelmeyenler de bulunmakla birlikte agırlıklı olarak, bu cografyada bireylerin

kültürel açıdan kendi geçmislerine dönük yasamalarının da etkisiyle mübadil kökenli

kisiler Mübadele ile ilgilenmektedir.

Türkiye’de uzun yıllar Mübadele ile ilgilenilmemesinin bazı sebepleri vardır: Türkiye’nin

yakın tarihinde yasanan siyasal olaylar ve dönüm noktaları bunun sebeplerinden biridir.

Yunanistan açısından ise edebiyat, ulus devlet olarak yarattıkları düsman imgesini

destekleyecek bir araç vasfını görmüstür. Yunanistan’a göç eden Rumların hem sayıca

fazla hem de Yunanistan’ın nüfusu içerisinde önemli bir yer teskil etmeleri nedeniyle

Mübadele olgusunun toplum içindeki etkilerinin daha belirgin olması, Yunanistan’ın bu

konuyla Türkiye’den daha önce ilgilenmesine etki etmistir. Muhacir Rumlar içinde okuma

yazma oranı da Türkiye’ye gelen mübadillere göre daha fazladır. Dolayısıyla onların

okuma yazma etkinlikleri de Türklere oranla daha fazladır. Bir yandan da Osmanlı’nın

vârisi olarak kabul gören Türkiye’nin tarihinde politik açıdan meydana gelen birbirinden

farklı olaylar bir hayli fazladır. Bir de Türklerin göçebe bir topluluk olmalarının yanında

yasadıkları cografyalar ve kurdukları devletlerde göç kavramı her daim hayatlarında

oldugu için Mübadele ile meydana gelen göçe ilgi bir süre olgunlasamamıs da olabilir.

Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na agırlıklı olarak 1990’lardan sonra yansımasının belli baslı

sebepleri yukarıda açıkladıgımız gibi sıralanabilmektedir.

Yasar Kemal, Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz aynı konuyu temel alıp, belli noktalarda

ortak bileskeler yakalasalar da her birinin yazın eylemine ve sanatına yaklasımları konuyu

isleyislerini etkilemistir. Altınsay ve Yorulmaz’ın mübadil bir aileden gelmelerinin izleri

kurgularında yer yer ortaya çıkarken, Yasar Kemal’in de mübadil bir aileden gelmese dahi

göç duygusunu özümsemis bir yazar oldugu aynı sekilde anlasılabilmektedir.

10 3

Yasar Kemal, dörtleme olarak tasarladıgı eserinin ilk cildinde yazarlıgının ana

temellerinden olan bir unsuru, ‘toplum içinde yer etmis duyarlılıkları isleme’ görevini

tekrar yerine getirir. Onun seçtigimiz öteki iki yazardan ayrılan en önemli özelligi

mitolojik bir evrenin kapısını Mübadele temasıyla açmasıdır. Onun romanlarında biçim ve

içerik olusturulurken destan, masal gibi türlerden yansımalar bulunur. Onun insana ait

gerçeklikleri masalsı sözcüklerle örgülenmis bir anlatıya dönüstürme teknigi, bu romanda

da görülür.

Yasar Kemal yazınının bu özellikleri üç romanın da uzamı olan ada’nın ele alınısında

ortaya çıkar. Altınsay ve Yorulmaz, Girit Adası’nı gayet somut sıfatlarla nitelerken;

Mirmingi / Karınca Adası, ana karakterleri Vasili ve Poyraz Musa için var olmakla yok

olmak arasında salınan masalsı bir adadır. Hem Sabâ Altınsay hem de Yasar Kemal

romanlarında kullandıkları ana mekânlar Girit ve Karınca Adası’na birer canlı karakter

islevi yüklemislerdir. Söyle ki tarih ve kurguladıkları gerçeklik, ada ile birlikte

somutlasmıstır.

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da Lozan Mübadelesi gerçeklestikten sonraki zaman

dilimi ele alınırken, karakterlerin geçmis deneyimleri geriye dönüsler gerçeklestirilerek

okuyucuya aktarılır. Kurguda tarihsel ögeler yer almakla birlikte belge niteligi tasıyacak

nitelikte anlatımlar yoktur. Oysa daha çok Kritimu romanı olmak üzere Savasın

Çocukları’nda da tarihî tanıklıkları kuvvetlendirmek amacıyla okuyucu tarafından gerçek

olarak alımlanabilecek “belirtik cümle”lere yer verilmistir.

Altınsay ve Yorulmaz’ın metinlerinin diger bir ortak tarafı, mekânda oldugu kadar zaman

açısından da benzer dönemleri ele almalarında görülür. Nitekim her iki yazar da 19.

yüzyılın son yıllarından Mübadele’nin gerçeklestigi 1923 yılına kadar geçen süreyi fona

yerlestirmistir. Bu süre içerisinde karakterlerin kimi Girit’te yasanan olaylar yüzünden

ölürken, kimisi de büyüyüp olgunlasır veya yaslanır. Yasar Kemal’in karakterlerinin

degisimi ise yas gibi somut bir durumla degil, zaman geçtikçe soyut bir özellik olarak

kabul edebilecegimiz çeliskilerinin sonlanmasıyla gerçeklesir. Bu nitelemeler, öbür iki

romanda psikolojik dönüsümlere yer verilmedigine isaret etmez. Aksine, Kritimu’da

İbrahim ana karakteri aracılıgı ile Mübadele’ye giden yolda derin sorgulamalar yapılır.

Savasın Çocukları’nın ana karakteri Hasan ise ruhsal özelliklerinden çok, eylemleriyle

varlıgını ortaya koyan bir karakter olarak çizilmistir.

10 4

Her üç romanın da ana karakterleri Mübadele’nin neden gerçeklestigine tam anlam

verememislerdir. Vasili ve Poyraz Musa (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana), İbrahim

(Kritimu) ya da Hasan (Savasın Çocukları), yasadıkları hayatın kendi kurdukları hayatlar

olmadıgını bilir. Vasili, ikinci bir degisime kadar kendi evinde el olmustur. Poyraz Musa,

hayatta kalabilecegi bir kara parçası aramaktadır. İbrahim, kendisiyle özdeslesen Girit’le

beraber yitirdiklerinin kederiyle hayata tutunmaya çalısmaktadır. Hasan ise küçük

yaslardan itibaren hayat mücadelesinin içine girmistir. Kritimu ve Savasın Çocukları’nda

Müslüman ve Hıristiyan kahramanlar arasında genel hatlarıyla benzer nitelikler daha çok

görülmektedir. Bu iki romanın Girit’inde silahlı Hıristiyanlar oldugu kadar Müslümanlara

zarar verme taraftarı olmayanlar da vardır. Bunun yanında bu fikrin islenisi bakımından iki

roman birbirinden oldukça farklıdır. Kritimu’da İbrahim tek karakter olarak öne çıkarken,

Savasın Çocukları’nda Rum karakterler daha etkin bir rol üstlenirler ki özellikle Kir

Vladimiros ve Mariya erdemli insanlar olup, bir nevi Hasan’ın hayatta kalmasını saglayan

yardımcıları olurlar.

Yasar Kemal ise Vasili ve Poyraz Musa’ya esit derecede rol dagıtmıstır, hatta denilebilir ki

genele bakıldıgı zaman Vasili karakterinin masumiyeti Poyraz Musa’dan daha fazladır.

Her ikisi de belirli bölümlerde çeliskilerinin buhranına düserler: Birbirlerini öldürme

ihtimalleri üzerine kurulan gerilim, zamanla yerini birbirlerinin sahip oldukları tek varlıgın

kendileri oldugu hissine bırakır. Bu roman için bütün hayatları düsünüldügünde Rum

Vasili’nin yarattıgı imgenin aslında Türk Poyraz Musa’dan daha olumlu oldugu bile

söylenebilir. Yasar Kemal’in Rum imgesini daha olumlu kurguladıgı bu sekilde

belirtilebilir; çünkü Poyraz Musa’nın kaçtıgı bir geçmisi ve düsmanları varken, Vasili

sebepsiz yere magdur durumda kalandır. Bu romanlardaki hiçbir ana karakterin

kötülüklerden arındırılmıs bir masumiyet kisvesi altında çizilmediginin de eklemek

gerekir; bu açıdan Vasili ve Poyraz Musa çeliskileri daha çok olan karakterlerdir.

‘Kritimu’nun tasıdıgı otobiyografik nitelikler ve yazarın tercihleri nedeniyle İbrahim, diger

karakterlerden daha baskın yapıda çizilmekle beraber, oldukça da mantıklı bir kisiligi

vardır. Her ne yasanırsa yasansın İbrahim’in Giritli Hıristiyanlar hakkındaki fikirleri genel

bir kalıbın dısına çıkmamıstır. O, hayatı içinde yasayan bir adam olarak kurgulanmıstır.

Bu romanda Mübadele sürecinde yasanılanların karsılıklı oldugu vurgulanır, yani her iki

grup da görünenden daha fazlasını kaybetmistir. Savasın Çocukları’nda son derece olumlu

10 5

imge yaratan Rum karakterlerin olmasının yanında Müslümanlar maddi ve manevi olarak

Hıristiyanlardan daha fazla kayıp vermis gibi degerlendirilmistir.

Kritimu ve Savasın Çocukları’nda gruplar arasında romanın basında var olan birlik zaman

geçip kötü günler geldikçe bozulurken, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da birbirinden

tamamen koparılan birlik, Rumlar ve Türkler arasında sonradan tekrar kurulmustur. Bu

durumda zamanlamaları nasıl olursa olsun her üç yazar da Rumlar ve Türkler arasındaki

birlige önem vermistir; ancak Savasın Çocukları’nda silahlı Rumların Türkler üzerindeki

baskıları arttıktan sonra ‘düsman’ olarak bahsedilirken diger romanlarda Rumlar için böyle

bir sıfat kullanılmamaktadır. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da kendinden olmayan yani

öteki imgesi, romanın sonuna dogru karakterlerin ortak bir çizgide birlesmesinden dolayı

flulasırken, öbür romanlarda tersi bir durum söz konusudur. Zamanla Rumlar

‘öteki’lesmistir; ancak onlara yabancılasmayan Hıristiyan yakınlarının bulundugu da

belirtilmelidir.

Yasar Kemal romanında salt Rum ve Türk karakterlere degil, farklı mezhep ve etnik

kökenden insanlara da yer vermis, Osmanlı Devleti’nin son yılları ve savaslarla bu

insanların hayatları arasında baglantılar kurulmustur. Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz

ise karakterler arasında Hıristiyan Rumlar ve Müslüman Türkler olarak dagılım yaparak,

Mübadele konusuna odaklanmıslardır.

Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki Vasili ve Poyraz Musa ele alınırsa kendilerinin

bireysel olarak ait oldugu kültürel geleneklerini gerçeklestirdiklerine pek rastlanılmaz. İkisi

de askın bir zaman diliminde -Karınca Adası’nın zamanında- benzer kosulları sürdürürler

ki farklı zaman algısını ve ütopik yanılsamayı saglayan da ‘Ada’dır. Altınsay ise yerele ait

kültürel özellikleri ayrıntılandırmıs, her iki kültürün tipik özelliklerine yer vermistir. Bu

oranda olmasa bile kültürel özellikler açısından Ahmet Yorulmaz da kültürel farklılıklara

ve benzerliklere ele almıstır. Kritimu ve Savasın Çocukları arasında bu noktada söyle bir

farklılık olusur: Sabâ Altınsay’ın Kritimu adlı romanında aslında her iki kültür iç içe

geçmemistir; belli bir yere kadar birbirine paralel ve elele yürümüstür. Savasın

Çocukları’nda ise özellikle Kir Vladimiros, Hasan ve Mariya üçgeni sayesinde birbirine

karısmıslık oranı daha yükselmistir.

Yukarıda da aktarıldıgı üzere Mübadele’nin seçtigimiz romanlara yansıması bu sekilde

gerçeklesmistir. Romanları daha ayrıntılı analiz edebilmek amacıyla da roman sayısı

10 6

artırılmamıs, yapısal açıdan sistemimizi uygulayabilecegimiz önemli romanlar seçilmistir.

Tek tek inceleme yapılmasa da Yunanistanlı yazarlarla Türkiyeli yazarlar arasında

Mübadele’yi ele alma biçimleri açısından çesitli farklılıklar olustugu gözelenmis, bunların

nedenleri tespit edilmeye çalısılmıstır.

Sonuç olarak sunları da ifade etmek istiyoruz: Toplum olarak yakın ya da uzak

tarihimizdeki olayların sanat ortamına yansımalarının bu sanatı üretenlerin özgür

iradelerince degerlendirebilmeleri, arastırmacıların da bunlar üzerinde çalısabilecek

kosullara sahip olması gerekmektedir. Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na yansıması

hakkındaki degerlendirmelerimiz de bu düsünce dogrultusunda yapılmıstır.

10 7

KAYNAKÇA

Abakan, A., 2004, “İki Kere Yabancı”, Radyo Dizi Programı, BBC Türkçe Servisi, Londra:

http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/02/040219İikiİkereİyabanci.shtml

Adıyeke, A. N., 2000, Osmanlı İmparatorlugu ve Girit Bunalımı (1896 – 1908), Türk

Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

Agaogulları, M. A., 2006, Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenligi, 1. bs., İmge Yayınları,

İstanbul.

“Ahmet Yorulmaz Kimdir?” adlı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.ayvalik.net/Ahmetyorulmaz/AhmetYorulmazkimdir.htm

Akbatur, A., 2003, Postmodernism, Postcolonialism and the Artifice of History, Master of

Arts, Yeditepe University Graduate Institute of Social Sciences, İstanbul.

Akdemir, G., “Saba Altınsay’dan Bir Agıt: ‘Kritimu’”, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2004,

s.770: 4-5.

Aksin, S., 1983, “Türk Ulusçulugu”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay.

haz. Seyfettin Gürsel, c. 7, İletisim Yayınları, İstanbul.

Aktar, A., 2005a, “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin İlk Yılı Eylül 1922 – Eylül 1923”,

Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide Pekin,

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Aktar, A., 2005b, “Nüfusun Homojenlestirilmesi ve Ekonominin Türklestirilmesi

Sürecinde Bir Asama: Türk - Yunan Nüfus Mübadelesi, 1923-1924”, Ege’yi Geçerken

1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Altınsay, S., 2004, Kritimu: Girit’im Benim, 3. bs., Can Yayınları, İstanbul.

Altınsay, S., “Saba Altınsay – Kritimu’da Siyasi Tarihle Sosyal Tarihi Üst Üste Getirmeye

Çalıstım”, söylesi Feridun Andaç, Hürriyet Gösteri, Ocak 2005, s. 266: 18-22.

Altınsay, S., “Onun Girit’i” adlı söylesi su sitede mevcuttur:

http://www.kolej.org/dergi/sayi81/kultur2.shtml

Ana Britannica, 2004, “Göç”, c. 9, İstanbul, s. 577-578.

Andaç, F., “Dil Senliginde Bir Dünya”, Adam Sanat (Yasar Kemal özel sayısı), Haziran

2002, s. 197: 62-67.

Andaç, F., 2003, Yasar Kemal’in Sözlerinde Yasamak (Söylesimler 1), 1. bs., Dünya

Kitapları, İstanbul.

Anday, M. C., 2003, “Yolculuk”, Rahatı Kaçan Agaç (Toplu Siirler I), 6. bs., Adam

Yayınları, İstanbul, s. 26.

Anderson, M. S., 2001, Dogu Sorunu 1774 – 1923 Uluslararası İliskiler Üzerine Bir

İnceleme, Çev.: İdil Eser, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Arı, K., 2003, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), 3. bs., Tarih Vakfı

Yurt Yayınları, İstanbul.

10 8

Aslankara, M. S., “Yazıyla Yazınca ‘Bir Ada Hikâyesi’ne Giris”, Adam Sanat, Aralık

2002, s. 203: 29-35.

Balcıoglu, İ., 2002, Medikal ve Psikososyal Açıdan Göç Olgusu, Alfabe Basım Yayın,

İstanbul.

Balibar, E. ve Wallerstein, I., 2000, Irk Ulus Sınıf, Çev. Nazlı Ökten, 3. bs., Metis

yayınları, İstanbul.

Balta, E., Millas, H., “1923 Mübadelesi’nin Tarihsel Sorunları Üzerine Düsünceler Bir

Destan ve Sözlü Tarih”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1996, c. 25, s. 149: 5-18.

Baskett, B. Ö., “Yasar Kemal’in Romanlarının Degisen Cografyası”, Geçmisten Gelecege

Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal

Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz. Süha Oguzertem, 1. bs., Adam Yayınları,

İstanbul, ss. 211-219.

Belli, M., 2004, Türkiye - Yunanistan Nüfus Mübadelesi Ekonomik Açıdan Bir Bakıs, Çev.

Müfide Pekin, Belge Yayınları, İstanbul.

Benlisoy, F., “Patrikhanenin Faaliyetleri ve 1918-1920 Arasında Tehcir Edilmis Rum

Ahalinin İadesi”, Tarih ve Tolum, Haziran 2003, c. 39, s. 234: 21-31.

Berkes, N., 2002a, Türkiye’de Çagdaslasma, 3. bs., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Berkes, N., 2002b, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, 2. bs., Kaynak Yayınları,

İstanbul.

Bilgin, N., 1998, “Cumhuriyet Fikri ve Yurttas Kimligi”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttas’a

Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.

Binyazar, A., 2003, “Kisisel Kinden Evrensel Barısa: Demirciler Çarsısı Cinayeti / Fırat

Suyu Kan Akıyor Baksana”, Geçmisten Gelecege Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk

Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz.

Süha Oguzertem, 1. bs., Adam Yayınları, İstanbul, ss. 249-271.

Blake, W., 1996, Hasta Gül, Çev. Dost Körpe, 1. bs., Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

Braudel, F., Coarelli, F. ve Maurice, A.,1995, Akdeniz, Mekan ve Tarih, Çev. Necati

Erkurt, 2. bs., Metis Yayınları, İstanbul.

Cengizkan, A., 2005, “Türkiye’de Mübadele Konut ve Yerlesim Politikası”, Yeniden

Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, 1. bs., İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Chambers, I., 2005, Göç, Kültür, Kimlik, Çev.: İsmail Türkmen ve Mehmet Besikçi,

Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Çapan, C., 1998, Dogal Tarih, 2. bs., Adam Yayınları, İstanbul.

Danacıoglu, E., 2001, Geçmisin İzleri: Yanı Basımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, Tarih

Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

Demirözü, D., 2005, “Yunan Düzyazınında 1922 ve Zorunlu Göç”, Yeniden Kurulan

Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide Pekin, 1. bs., İstanbul

Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

10 9

Devellioglu, F., 1999, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. bs., Aydın Kitabevi

Yayınları, Ankara.

Eagleton, T., 2004, Edebiyat Kuramı: Giris, Çev. Tuncay Birkan, 2. bs., Ayrıntı Yayınları,

İstanbul.

Glenny, M., 2001, Balkanlar 1804 – 1999: Milliyetçilik, Savas ve Büyük Güçler, Çev.

Mehmet Harmancı, Sabah Kitapları, İstanbul.

Gökaçtı, M. A., 2004, Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kusagın Hikayesi, 3. bs., İletisim

Yayınları, İstanbul.

Gökaçtı, M. A., Eylül 1998, “Medeniyetlerin Kesistigi Bir Ada Girit”, Tarih ve Toplum, s.

177, c. 30, ss. 33-47.

Gökaçtı, M. A., Aralık 1999, “Fotografların Öyküsünde Bir Zamanlar Girit”, Tarih ve

Toplum, s. 192, c. 32, ss. 17-23.

Gökalp, A. vd., Yasar Kemal’i Okumak, Çevirenler Nedret Tanyolaç Öztokat ve Erdim

Öztokat, 1. bs., Adam Yayınları, İstanbul.

Gün, Z., 2002, Ergen Ruh Saglıgı ve Göç, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Psikoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İzmir.

Güvenç, B., 1998, “Cumhuriyet ve Kimlik: Konu, Sorun, Kapsam ve Baglam”, 75 Yılda

Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.

Hersant, J., “Batı Trakya Türkleri’nin Avrupa’da Göç ve Hareketlilikleri”, Toplumbilim

(Göç Sosyolojisi Özel Sayısı), Ekim 2003, s. 17: 85-94.

Hirschon, R, 2005a, “Lozan Sözlesmesi’nin Sonuçları: Genel Bir Bakıs”, Ege’yi Geçerken

1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Hirschon, R., 2005b, “Ege Bölgesi’ndeki ‘Ayrısan Halklar’”, Ege’yi Geçerken 1923 Türk –

Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları, İstanbul.

İnce, Ö., “Yasar Kemal’in Bir Sair Olarak Portresi”, Adam Sanat (Yasar Kemal özel

sayısı), Haziran 2002, s. 197: 44-52.

Kabacalı, A., A’dan Z’ye Yasar Kemal, Kitaplık, s. 68, Ocak 2004, Yapı Kredi Yayınları,

İstanbul.

Kazancakis, N., 2005, Zorba, Çev. Ahmet Angın, 6. bs., Can Yayınları, İstanbul, s. 30, 31.

Kemal, Y. “Demokrasi, Roman, Dil, Egitim, Sanat, Politika Üzerine”, söylesi Ahmet

Taner Kıslalı, Haftaya Bakıs, 22-28 Mart 1987 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.yasarkemal.net

Kemal, Y. “Edebiyat ve Politika”, söylesi Abdi İpekçi, Milliyet, Her Hafta Bir Sohbet

kösesi, 19.04.1974 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.yasarkemal.net

Kemal, Y., 2003, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana: Bir Ada Hikayesi 1, 22. bs., Adam

Yayınları, İstanbul.

11 0

Kemal, Y., “İnsanın Bitmez Tükenmez Öyküsünü Anlatan Bir Destancı”, söylesi Alpay

Kabacalı, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2002 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.adanasanat.com/yasarİkemal/soylesiİyasarİkemalİcumhuriyetİkitapİ30İmay

isİ2002İalpayİkabacali.htm

Kemal, Yahya, 2001, “Sessiz Gemi”, Kendi Gök Kubbemiz, 15. bs., İstanbul Fetih

Cemiyeti, İstanbul.

Kemal, Y., “Yasar Kemal’le Edebiyat ve Politika”, söylesi Fethi Naci, Aydınlık, 1-2 Mayıs

1993 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.yasarkemal.net

Kemal, Y., “Tekin Sönmez’in Yasar Kemal’le Uzun Bir Söylesisi”, söylesi Tekin Sönmez,

29 Mayıs 1978 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:

http://www.yasarkemal.net

Keyder, Ç., 1989, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Çev. Sabri Tekay, İletisim Yayınları,

İstanbul.

Keyder, Ç., 2005, “Nüfus Mübadelesi’nin Türkiye Açısından Sonuçları”, Ege’yi Geçerken

1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Kula, O. B., Sakallı, C., “Bir Felsafe Sorunsalı Olarak Biçem ve Yasar Kemal”, Geçmisten

Gelecege Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar

Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz. Süha Oguzertem, 1. bs., Adam

Yayınları, İstanbul, ss. 220-236.

Kuran, N., 1996, “Alımlama Estetigi ve Hans Robert Jauss”, Elestiri ve Elestiri Kuramı

Üstüne Söylemler, Yay. Haz. Mehmet Rifat, Düzlem Yayınları, İstanbul, s. 29-43.

Kuran-Burçoglu, N., “Çeviri ve Yazın Kuramları Arasındaki Baglar”, YDBE II (İstanbul

Üniversitesi Yabancı Diller Egitim Bölümü Dergisi), 1998, ss. 137-148.

Kuran-Burçoglu, N., “Disiplinlerarası Bir Bilim Dalı Olarak İmgebilim”, Edebiyat ve

Elestiri 81, Mayıs-Haziran 2005, ss. 105-107.

Kuran-Burçoglu, N., “Karsılastırmalı Avrupa Çalısmaları Merkezi’nin Arastırması:

Avrupa’da Türk İmajı”, Bogaziçi’nden Haberler, Aralık 1998, s. 21: 2.

Kuran-Burçoglu, N., 1993, “Karsılastırmalı Yazınbilim’den İmgebilim’e”, Kuram, Kitap

Dizisi 1, Kur Yayıncılık, İstanbul.

Kuran-Burçoglu, N., “‘Öteki’ İmgesinin Olusmasında Çevirirnin Belirleyici Rolü”,

Çevirinin Ekinsel Yönleri (Hasan Âli Yücel’in Anısına), I. Uluslararası Çeviri Kolokyumu

Bildiri Kitabı, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Fransızca Mütercim-Tercümanlık

Anabilim Dalı, 23-25 Ekim 1997, ss. 164-170.

Küçük Asya Arastırmaları Merkezi, Göç: Rumlar’ın Anadolu’dan Mecburi Ayrılısı (1919-

1923), Türkçe basımı der. Herkül Millas, Çev. Damla Demirözü, İletisim Yayınları, 2. bs.,

İstanbul.

Livaneli, Z., “Yasar Kemal”, Adam Sanat, Aralık 2002, s. 203: 27, 28.

Lozan Mübadelesi’ne iliskin sözlesme ve protokol metni su sitede mevcuttur:

http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm

11 1

Mardin, S., “Batıcılık”, Türk Modernlesmesi: Makaleler 4, 16. bs., İletisim Yayınları,

İstanbul.

McCarthy, J., 1998a, Müslümanlar ve Azınlıklar: Osmanlı Anadolusu’nda Nüfus ve

İmparatorlugun Sonu, Çev. Bilge Umar, İnkılap Yayınları, İstanbul.

McCarthy, J., 1998b, Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karsı Yürütülen Ulus

Olarak Temizleme İslemi 1821-1922, Çev. Bilge Umar, İnkılap Yayınları, İstanbul.

Millas, H., “Bir Girit Göç Romanı”, Zaman Gazetesi, 27.07.2004 kaynaklı yazı su sitede

mevcuttur:

http://www.zaman.com.tr/?bl=yorumlar&trh=20060328&hn=74219

Millas, H., 2005a, Çagdas Yunan Edebiyatı: Ozanlar, Yazarlar, Söylesiler, Çeviriler, 1.

bs., Dünya Kitapları, İstanbul.

Millas, H., 2005b, “Türk Edebiyatı’nda Nüfus Mübadelesi: Metinlerin Arkasındaki Fısıltı”,

Ege’yi Geçerken 1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, 1.

bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Millas, H., 2000, Türk Romanı ve Öteki: Ulusal Kimlikte Yunan İmajı, 1. bs., Sabancı

Üniversitesi, İstanbul.

Millas, H., 2005c, “Türk ve Yunan Edebiyatı’nda Mübadele: Benzerlikler ve Farklar”,

Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide

Pekin, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Moran, B., 1999, Edebiyat Kuramları ve Elestiri, 1. bs., İletisim Yayınları, İstanbul.

Mungan, M., “Göç Yolları” adlı siir su sitede mevcuttur:

http://www.siirperisi.net/siir.asp?siir=1550

Oguzertem, S., Yay. haz., 2003, Geçmisten Gelecege Yasar Kemal, (Bilkent Üniversitesi

Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), 1.

bs., Adam Yayınları, İstanbul.

Oran, B., 2005, “Kalanların Öyküsü 1923 Mübadele Sözlesmesi’nin Birinci ve Özellikle

de İkinci Maddelerinin Uygulanmasında Alınacak Dersler”, Ege’yi Geçerken 1923 Türk –

Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları, İstanbul.

Pallis, A. A., 1997, Yunanlılar’ın Anadolu Macerası, Çev. Orhan Azizoglu, 2. bs., Yapı

Kredi Yayınları, İstanbul.

Pavlidis, A., 1997, Yunan Kaynaklarına Göre Mübadele Meselesi (1918-1930), Yüksek

Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçag Tarihi Bilimdalı,

İstanbul.

Pekin, M., Der., 2005, Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus

Mübadelesi, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Pekin, M. ve Turan, Ç., 2002, Mübadele Bibliyografyası - Lozan Mübadelesi İle İlgili

Yayınlar ve Yayımlanmamıs Çalısmalar, Lozan Mübadilleri Vakfı, İstanbul.

Pentagram, “Anatolia” adlı sarkının sözleri su sitede mevcuttur:

http://www.garaj.org/parca/4fq/anatolia-turkce-pentagram.htm

Püsküllüoglu, A., 2002, Türkçe Sözlük, 4. bs., Dogan Kitap, İstanbul.

11 2

Sayad, A., “Çifte Yokluk: Göç Ederken Kurulan Hayallerden Göçmen Olmanın Acılarına”,

Toplumbilim (Göç Sosyolojisi Özel Sayısı), Ekim 2003, s. 17: 25-29.

Sılay, K., “Esiktekilik, Ayin ve Toplumsal Edim: Yasar Kemal’in Karaçullu Yörükleri

Üzerine Söylencesi ve Anadolu’da Göçebe Varlıgının ‘Sorunları’”, Çev. Yurdanur Salman,

Adam Sanat, Kasım 2001, s. 190: 26-42.

Smith, A. D., 2004, Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Sener, 3. bs., İletisim Yayınları,

İstanbul.

Smith, Z. R., 2003, The Critique of Imperialism and Textual Counter-Violence In J. M.

Coetzee’s Dusklands, Master of Arts, Yeditepe University Graduate Institute of Social

Sciences, İstanbul.

Sotiriyu, D., 2004, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Çev. Atilla Tokatlı, 3. bs., Can

Yayınları, İstanbul.

“Su Fırat’ın Suyu Akar Serindir”, kaynagı ve mahlası İzzet Altınmese, Elazıg kaynaklı

türkünün sözleri su sitede mevcuttur:

http://www.turkudostlari.net/soz.asp?turku=930

Tanilli, S., “Yasar Kemal: ‘Daha İnsanca Bir Dünya’nın Romancısı”, Adam Sanat (Yasar

Kemal özel sayısı), Haziran 2002, s. 197: 24-27.

Tanilli, S., 2005, Uygarlık Tarihi, 11. bs., Adam Yayınları, İstanbul.

Tanpınar, A. H., 1997, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çaglayan Kitapevi, İstanbul.

“Tarih ve Roman İliskisi Üzerine…” (dosya konusu), Tarih ve Toplum, Haziran 2000, c.

33, s. 198: 4-16.

The Beatles, “Imagine”, Çev. Sibel Ercan, sarkının orijinal sözleri su sitede mevcuttur:

http://www.lyricsdownload.com/beatles-imagine-lyrics.html

The Doors, “Strange Days”, Çev. Sibel Ercan, sarkının orijinal sözleri su sitede mevcuttur:

http://www.oldielyrics.com/lyrics/theİdoors/strangeİdays.html

Timur, T., 1998, “Türkiye’de Kimlik, Politika ve Gerçekçilik - Tarihi Bir Panorama”, 75

Yılda Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.

Tukin, C., 1986, “Girit”, Türk Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, c. 14, İstanbul.

Türker, O., “Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ahali Mübadelesi’nin 75. Yılı”, Tarih ve

Toplum, Nisan 1998, c. 29, s. 172: 34-44.

Ünsal, A., 1998, “Yurttaslık Zor Zanaat”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs

Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.

Venezis, İ., 2000, Ege Hikayeleri, Çev. Üner Eyüboglu, Belge Yayınları, İstanbul.

Yalçın, K., 1999, Emanet Çeyiz: Mübadele İnsanları, 4. bs., Belge yay., Dogan Kitap,

İstanbul.

Yazım Kılavuzu, 2005, 6. bs., Dil Dernegi Yayınları, Ankara.

Yazım Kılavuzu, 2005, 24. bs., Türk Dil Kurumu, Ankara.

Yorulmaz, A., 2004, Savasın Çocukları, 7. bs., Remzi Yayınları, İstanbul.

11 3

Zengin, C., 1998, Türkiye ve Yunanistan Devletleri Arasında Mübadele Meselesi ve

Kamuoyu (1918-1930) (Doktora tezi), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap

Tarihi Enstitüsü Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı, İstanbul.

11 4

ÖZGEÇMİS

Sibel Ercan

Kisisel Bilgiler:

Dogum Tarihi 15.11.1981

Dogum Yeri Kırıkkale

Medeni Durumu Bekâr

Egitim:

Lise 1995-1999 İzmir Salih Dede Süper Lisesi

Lisans 1999-2003 Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve

Edebiyatı Bölümü

Yüksek Lisans 2004-2006 Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Karsılastırmalı Edebiyat Programı

Çalıstıgı Kurumlar:

2006- Zeynep Mutlu Egitim Vakfı Kemer Koleji Türkçe Ögretmeni

2006 Yeditepe Üniversitesi Arastırma Yöntemleri Dersi Ögretim Görevlisi

2005- Yeditepe Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Dersi Ögretim Görevlisi

2004-2006 Yeditepe Üniversitesi Türk Dili Dersi Ögretim Görevlisi

KAYNAK: http://www.samsunmubadele.org.tr/haberdetay.asp?id=2240
http://www.samsunmubadele.org.tr/haberdetay.asp?id=2243