Sibel ERCAN'ın "YASAR KEMAL, AHMET YORULMAZ VE SABÂ ALTINSAY’IN ESERLERİNE LOZAN MÜBADELESİ’NİN YANSIMASI" adlı tezinden
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
ÖNSÖZ
Bu tezde genel bir baslıkla ifade etmek gerekirse Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na nasıl yansıdıgı analiz edilmistir. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ya da edebiyat gibi alanlarda Lozan Mübadelesi hakkında yapılan çalısmaların nicelik ve nitelik açısından azlıgı sebebiyle böyle bir çalısma içerisine girilme ihtiyacı duyulmustur.
Tezimizde zaman kısıtlaması da degerlendirmeye tabi tutularak çesitli eserler seçilmis ve bunların derinlikli sekilde incelenmesi yoluna gidilmistir. Türk Edebiyatı’nda 1990’lardan önce Mübadele’yi ele alan edebî nitelikli metinlere pek rastlanılmamakta; ancak kimi olumlu kimi de olumsuz imgelere sahip bazı Rum karakterler çesitli roman ve hikâyelerde dikkati çekmektedir. 1990’lardan sonra ise Mübadele konusunu elen alan eserler görüldügü gibi, özellikle ’90’ların ikinci yarısından itibaren kendine bu temayı seçen yapıtların sayısında artıs gözlemlenmektedir. Dolayısıyla inceleyemedigimiz bu metinlere kapsamı daha genis bir çalısmada de yer verilip, bunlar hakkında analizler yapılabilir; ancak konunun tarihle olan baglantıları asla dikkatten kaçmamalıdır. Bilindigi gibi Mübadele konusu tamamen Lozan’da ortaya çıkan bir karar degil, bir sürecin sonuçlandırılmasıdır. Çalısmamızda bu süreç göz önünde tutularak, Mübadele’nin tam olarak anlamlandırılabilmesi için ayrıntılı tarihî arastırmalar yapılıp, baglantılar kurulmustur.
Kuskusuz bu noktalarda daha özel baslıklar altında derin arastırmalar yapmanın mümkün oldugunun farkında oldugumuz kadar, bu tezin karsılastırmalı edebiyat alanı içerisinde bir çalısma oldugu da unutulmamıs; tezin yapısı buna göre olusturulmustur.
Çalısmamızın iskeleti olusturulurken kendi alanlarında degerli çalısmalar olan Arzu Akbatur’un “Postmodernism, Postcolonialism and the Artifice of History” (Akbatur, 2003) ve Zeynep Rana Smith’in “The Critique of Imperialism and Textual Counter-Violence in J. M. Coetzee’s Dusklands” (Smith, 2003) adlı yüksek lisans tezlerine de basvurulmustur.
Tezimizin yazım asamasında Türkiye Türkçesi’nin gramer kuralları baz alınıp, Türk Dil Kurumu’nun 2005 basımı “Yazım Kılavuzu” ile Dil Dernegi’nin 2005 “Yazım Kılavuzu” karsılastırmalar yapılarak kullanılmıs olmakla birlikte, Osmanlıca tamlamalarda aslına sadık kalınmıstır.
Bu açıklamaların ardından, yasadıgım zorlu süreçte bir sekilde varlıgı benimle olan tüm insanlara tesekkürlerimi içtenlikle iletmek isterim:
Öncelikle tez danısmanım Prof. Dr. Nedret Kuran-Burçoglu’na bana güveni, destegi ve tezim süresince iyimser yaklasımının hep benimle olmasından dolayı çokça tesekkür edip, saygı ve sevgilerimi belirtmek isterim. Ögrenim hayatımda karsılastıgımız günden beri kendilerinden çok sey ögrendigim, her türlü desteklerini benden esirgemeyen, her zaman sevgi ve saygıyla anacagım hocalarım Prof. Dr. Fatma Erkman, Yard. Doç. Dr. Melda Üner’e çok tesekkür ederim. Sevgili hocam Prof. Dr. Cevat Çapan’a kendisini tanıdıgım günden bugüne bana kattıgı her sey için sonsuz tesekkürler; eger onun varlıgı olmasaydı, bulundugum noktadan daha geride bir yerlerde olurdum. Ögrenim yasantım boyunca bana katkı saglayan ismini andıgım ve anamadıgım tüm hocalarım sayesinde gönül gözüm daha da zenginlesti.
Seçtigim eserlerin yazarları sevgili Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz’a benimle paylastıkları dostlukları ve Yasar Kemal’e Türk Edebiyatı’na yaptıgı katkılardan dolayı tesekkürü borç bilirim.
Çalısmanın baslangıcında bana destek olup yüreklendiren Ömer Tuncer’le birlikte Mübadele konusundaki iradeli çalısmalarını içtenlikle tebrik ettigim Lozan Mübadilleri Vakfı ve Rumeli Egitim Vakfı’na bana verdikleri destek dolayısıyla bir kez daha tesekkür ederim.
Tezim süresince bana yardım etmek için elinden geleni yapan arkadasım Turgay Gümeli basta olmak üzere Esin Kılıç ve Songül Tuncalı ile beraber yürüdügüm yolda benimle bir olan tüm dostlarıma, sabırla beni destekleyen degerli aileme ve ilgilerini üzerimden eksik etmeyen ögrencilerime tesekkür edip, bir kez daha sevgilerimi iletirim.
Son olarak, geçtigim tüm sehirleri, beni ben yaptıkları ve kimligime maddi-manevi açıdan kattıkları her sey için her daim sevgiyle ve özlemle anacagımı da özellikle belirtmek isterim.
ABSTRACT
The 1923 Exchange of Populations between Greece and Turkey as part of the Lausanne Treaty was a significant historical event for the establishment of nation states in both countries. This exchange of population was not a simple migration movement between the two countries concerned, but it also signified the extension of a change in the structure of the state that had started long before this exchange.
Great Empires of the Middle Ages started to collapse one by one after their long existing populations had gained a national consciousness, and the French Revolution emerged as a symbol of this process, and thus nation states started to appear at the places of those Empires. The Ottoman Empire was articulated to this process of nation formation with the start of the modernization movement. Some states, such as Greece, declared their independence in the last Century of the Empire that went through wars. During this process some problems in Greece continued until the foundation of the Turkish Republic and sharp results were to a great extent obtained with the Protocole signed in Lausanne, in 1923.
According to the decisions taken in the Lausanne Treaty, the Orthodox Christians that were living in Anatolia –with the exception of those living in İstanbul – and were citizens of the Turkish Republic, and the Moslems that were living in Greece – with the exception of those living in Western Thrace – and were citizens of the Greek Republic were subjected to mutual migration. This obligatory exchange of the people didn’t remain in the political domain only, but was also reflected in the activities in art and literature of the countries at different times. The reception of images that had been formed in those countries in the course of time with a close connection to historical events also varied.
One of the primary aims of this thesis is to make a comparative analysis of the reflection of 1923 Exchange of Populations as part of the Lausanne Treaty on Turkish Literature by taking into consideration the relation of literature with history and political science. For this reason in order to go beyond surface analysis, certain literary works of eminent authors have been chosen that are analyzed in detail. These are the following novels; Yasar Kemal’s Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Saba Altınsay’s Kritimu - Girit’im Benim, and Ahmet Yorulmaz’ Savasın Çocukları.
Theories of Imagology and Reception Studies are used in interpreting the texts, the impact of the chosen works on literature are investigated, the way they dealt with the migration theme and the way the images have been formed are analyzed. One of the significant results that are obtained in the thesis is the importance that all three authors have attached to the togetherness of their people during this migration process that have also influenced the formation of the Image of the Turk and the Image of the Greek in the works that have been analyzed.
ÖZET
1923 Lozan Mübadelesi, hem Yunanistan hem de Türkiye için ulusal bir devlet kurma yolunda uygulanmıs olan çok önemli bir tarihî olaydır. Lozan Mübadelesi yalnızca iki devlet arasında yapılmıs bir degis tokus / göç olmadıgı gibi, Mübadele’den uzun bir süre önce dünyada degismeye baslayan devlet yapılarının uzantısı niteligini tasır.
Orta Çag’ın büyük imparatorlukları; dünyada eskiden beri mevcut olan milletlerin ulus bilincini kazanması ve Fransız Devrimi’nin bu sürecin simgesi olarak sahneye çıkmasından sonra teker teker yıkılmaya baslamıs, bu imparatorlukların yerlerine ulus-devletler kurulmustur. Osmanlı İmparatorlugu da bu uluslasma sürecine çagdaslasma hareketlerinin baslamasıyla eklemlenmistir. İmparatorlugun savaslarla geçen son yüzyılında Yunanistan gibi kimi devletler bagımsızlıklarını ilan etmistir. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulusuna kadar Yunanistan’daki bazı problemler devam etmis, kesin sonuçlar büyük oranda 1923 Lozan Protokolü’nde alınmıstır.
Lozan Sözlesmesi’nde alınan kararlara göre İstanbul hariç Anadolu’da yasayan Türk uyruklu Ortodoks Hıristiyanlarla, Batı Trakya hariç Yunanistan’da yasayan Yunan uyruklu Müslümanlar karsılıklı göçe tabi tutulmustur. Halkların bu zorunlu degisimi sadece siyaset alanında kalmamıs; bu ülkelerin sanat ve edebiyat alanlarındaki faaliyetlerine de farklı zamanlarda yansımıstır. Bu zamanlara baglı olarak ülkelerde olusan “imge” alımlamaları da degisiklik göstermistir.
Bu çalısmanın öncelikli amaçlarından biri, tarih ve siyaset bilimi gibi alanlarla edebiyatın
iliskisini göz önünde bulundurarak, Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na yansımasının
karsılastırmalı bir analizini yapmaktır. Bu amaçla yüzeysel bir incelemenin ötesine geçip, derinlikli analizler yapabilmek için bazı eserler seçilmistir. Seçilen anlatılar Yasar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Sabâ Altınsay’ın “Kritimu – Girit’im Benim” ve Ahmet Yorulmaz’ın “Savasın Çocukları” adlı eserleridir.
Yapılan incelemeler İmgebilim ve Alımlama Estetigi kuramları kullanılarak degerlendirmeye tabi tutulmus; seçilen metinlerin edebiyata ne ölçüde katkı sagladıkları, Mübadele konusunu nasıl isledikleri ve ne gibi imgeler olusturdukları arastırılmıstır. Elde edilen en önemli sonuçlardan biri, bu yazarların halkların bir aradalıgına verdikleri önem dogrultusunda kurgu insa ederek Rum veya Türk imgelerini yaratmıs oldugudur.
1 GİRİS
Bilinmedik günler buldu bizi
Bilinmedik günler sürdü izimizi
Yok edecekler
Günlük sevinçlerimizi
Ya oynamaya devam edecegiz
Ya da yeni bir sehir bulacagız... (The Doors, Strange Days)
Özellikle köklü bir geçmise sahip olan toplumlar, tarih boyunca izleri kolayca
kaybolmayacak siyasi, sosyal ve ekonomik yönlerden birçok olaya tanık olmuslardır. Bu
çalısmada Dogu Akdeniz cografyasındaki önemli nüfus hareketlerinden biri olan; hem
Türkiye’de yasayan göçmen ve yerlesiklerin hem de Yunanistan’daki insanların hayatını
derinlemesine etkileyen, ulusal devlet bilinciyle yapılan ‘Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na çesitli açılardan etkileri degerlendirilecektir. Bu baglamda, çalısmamızın temelini olusturan Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Ada Üçlemesi 1) (Kemal, 2003), Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları (Yorulmaz, 2004), Sabâ Altınsay’ın Kritimu – Girit’im Benim (Altınsay, 2004) adlı eserlerine “Mübadele” olgusunun nasıl yansıdıgı üzerinde çalısılarak, karsılastırmalı olarak analiz edilecektir.
Eser seçimi yapılırken Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz (Kemal, 1999) adlı belgesel romanı üzerinde özellikle durulmustur. Roman, Minoglu’nun kızlarının ana karakterin ailesine emanet edilmis olan çeyizlerinin yıllar sonra Yunanistan’daki torunlarına iadesini anlatır.
Bu eser tam anlamıyla kurmaca olarak degerlendirilememektedir; çünkü romanda aslında
gerçek bir öykünün arastırma süreci ve bu süreçte özellikle Yunanistan’a göç etmis
Rumlarla yapılan konusmalar aktarılmaktadır.
Önemli bir belgesel roman olmasına karsın Emanet Çeyiz’i çalısmamızda
kullanmamamızın sebebi, olusturdugumuz yapının dısında kalmasıdır. Bu nedenle uzun bir
arastırma sürecinin sonucunda olusturulmus Emanet Çeyiz adlı bu romana ilerideki
çalısmalarımızda yer vermeyi planlamaktayız ki bu sayede Mübadele hakkında yazılan
önemli bir metni etkin bir sekilde degerlendirme olanagına da sahip olabilecegiz. Bu
konularda çalısmak isteyen baska arastırmacılara da uzun anlatılar içine dâhil olan eserler
sınıfında bu metni incelemelerini tavsiye ederiz. Bu açıklamalarımızın yanı sıra
eklemeliyiz ki sadece adını andıgımız ve eserlerini inceledigimiz yazarlar degil, gün
geçtikçe baska isimler de Lozan Mübadelesi hakkında çesitli anlatılar yazmaktadırlar.
Kuskusuz bu metinlerin de üzerlerinde çalısılıp analizleri yapılmalıdır.
2
Böyle bir çalısmanın yapılmasındaki öncelikli amaç; Türkiye’de Lozan Mübadelesi
hakkında edebiyat kapsamında yapılan çalısmaların Yunanistan’dakilere oranla azlıgıyla baglantılı olarak ilginin daha çok 1990’lardan sonra ortaya çıkması yüzünden bu alandaki ikincil metinlerin eksikligini bir nebze olsun giderebilmek için ayrıntılı analizler yapmaktır. Bu sebeplerin dısında, bu konuyla baglantılı ‘edebî metinler’in nicelik ve nitelik olarak yetersiz olması ve üstünde çok fazla çalısılmaması da böyle önemli bir tarihsel olayı sorgulamaktan kaçınılmaması gerektigi bilinciyle bizi arastırma yapmaya ve arastırırken de mümkün oldugu kadar nesnel olmaya sevk etmistir.
“Göç”, içsel ve dıssal olarak Türk toplumu için çok önemli bir kavram ve olgudur. Toplum hem mekân hem de iç dinamikler açısından sürekli devinim içindedir. İç göç ve dıs göç toplumun belleginde bir hayli yer ettigi için, tarihin berisinde ve ötesinde kalan sanat,
müzik, edebiyat, sinema gibi alanlara yansımaması mümkün degildir. Makro yapıdaki
“göç” unsurunun etkisinin dısında, daha özel olarak Mübadele’nin etkileri, Türkiye’de
özellikle mübadillerin olusturdugu anlatılara yansımıstır. Tüm bunlar, bir toplum için
incelenmesi ve beraberinde iç hesaplasması yapılması gereken en önemli konulardan
biridir. Osmanlı Devleti’nden geriye kalan toprakların mirasçısı konumundaki Türkler, bu
uzun tarihin sadece çesitli parçalarını geçmisten alıp gelecege aktarmak yerine, kendi
tarihini bir bütün olarak görmeli ve bunu içsellestirmelidir. Kendilerine kalan ve bir
toplumu toplum yapan her türlü kültürel miras giderek azaldıgından, özellikle yeni
kusaklar bu kopusun bedellerini daha fazla ödemek durumunda kalmaktadırlar. Kültür
yozlasması ve bireyin giderek toplumdan soyutlanıp içine kapanması dünyanın pek çok
yerinde engellenememektedir. Kendine ve toplumuna yabancılasma -sosyal, siyasi ve
ekonomik öteki etkenlerle de birleserek- neredeyse kaçınılmaz ve tabii biraz da günümüz
dünyasındaki benzer gelismelere paralel olarak Anadolu’nun tüm vücuduna yayılarak
insan tekini “dil”sizlestirmektedir.
Bunun yanında insanoglunun unutmaması gereken bir gerçeklik var ki o da dünya tarihini
hep birlikte olusturdugumuzdur!
Mübadil ve muhacirlerin,1 kendilerini asıl ait hissettikleri ‘yer’lerden koparılıp farklı
cografyalara tasınmak zorunda bırakılması; birçogu için Araf’ta ancak hayat bulabilen bir
1 Mübadele sözcügü Arapça ‘bedel’den gelir, ilk anlamı ‘degis tokus’, yani ‘bir seyi baska bir seyle
degistirme’dir. Mübadil sözcügünün ilk anlamı ise ‘baskasının yerine getirilmis, bir seye bedel tutulmus’
demektir. Bunun yanında muhaceret kelimesi de hicret’ten gelmekte olup ‘muhacirlik, göç etme’ anlamı
3
zamanın ruhunu beraberinde getirmistir. Kisisel olarak tüm bu tanımlamaların hiçbirine
dâhil olmamakla birlikte, Anadolu’nun ayrı zaman ve mekânlarında da yasansa, ‘bireysel’
bazda hissettigim aidiyetsizlik duygusu, bilinçle bilinçaltı arasındaki bir düzlemde bu
konuyu seçmemdeki etkenlerden biridir.
Asıl konumuzun baslangıcı olarak öncelikle sunu ifade etmeliyiz; 1923 Lozan
Antlasması’yla meydana gelen Mübadele’de takas edilen her iki halkın da göçün ilk
yıllarında yasadıgı en önemli problemlerden biri kimlik karmasasıdır; çünkü aidiyetleri
degistirilmistir.
Bu çalısmada Lozan Mübadelesi’nin adı zikredilen romanlara yansımasının analizini
yapmadan önce, Mübadele’nin tarih ve siyaset içindeki yeri degerlendirilmistir. Mübadele,
tarih içerisinde tek basına ele alınamayacak kadar baska olaylar ve gelismelerle baglantılı
bir göç vakası oldugu için Mübadele’yi doguran uluslasma süreci de tezimize eklenmistir.
Tezin birinci bölümünü olusturan giris kısmında bu amaçlar göz önünde bulundurulmus,
ikinci bölümde göç olgusu hakkında genel degerlendirmeler yapılmıstır. Bu baglamda
Mübadele, belli bir sözlesmeye baglı da olsa, genel “göç” kavramı kapsamında da ele
alınmaktadır.
Üçüncü bölümde, çalısmamız elverdigi ölçüde uluslasma kavramının siyaset içerisindeki
anlamına ve Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecine de yer verilmistir. Bunun yanında
uluslasma çok kapsamlı bir süreç ve olgu oldugudan, çok daha ayrıntılı degerlendirilmelere
müsait bir konudur; ancak bu tez için yapılacak böyle bir çalısma bizi amaçlarımızdan
saptıracaktır.
Dördüncü bölümde de Ege ve çevre yörelerin Mübadele öncesindeki konjonktürüne
konumuzu daha iyi aydınlatması amacıyla deginildiktan sonra, Anadolu’nun Yunanistan
tarafından isgali ve Girit Adası’nın 19. yüzyılı hakkında da açıklamalara yer verilmistir.
Besinci bölümde ise 1923 Lozan Nüfus Mübadelesi, edebiyat alanındaki bir yüksek lisans
tezinin olanakları ölçüsünde ayrıntılı olarak islenmis ve bu asamadan sonra romanların
inlemesinin yapılması uygun görülmüstür.
tasımaktadır; muhacir ise ‘göç eden’ kisilere verilen addır (Devellioglu, 1999: 665, 699). Bu kelimeler
arasındaki ayrım Lozan Antlasması ile yerleri degistirilen halklara Türkçe’de neden ‘mübadil’, bu olaya da
neden ‘mübadele’ dendigini gösterir ki mübadele klasik anlamda bir göç degildir. Türkiye’de Yunanistan’dan
Türkiye’ye zorunlu olarak göç ettirilen halk için ‘mübadele’ sözcügü kullanılırken, Yunanistan’da
Anadolu’dan oraya göç eden Rumlar için ‘mülteci’ kelimesi tercih edilmektedir.
4
Altıncı bölümde Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Sabâ Altınsay’ın
Kritimu – Girit’im Benim ve Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı romanları daha
önceki bölümlerde yaptıgımız incelemelerimizin ısıgında degerlendirmeye tabi
tutulmustur.
Son baslık olan yedinci bölümü ise tezin tamamının genel bir degerlendirmesinin yer aldıgı
sonuç kısmı olusturmustur.
Çalısmamızın içerigine uygun oldugu düsünülerek yararlanılan kuramlar İmgebilim ve
Alımlama Estetigi’dir. Romanlar bu kuramlara uygun ölçütlerde degerlendirildiginden
dolayı, özellikle anlatıların biçimsel özellikleri gibi bazı saptamaların tezin dısarısında
bırakılmasına özen gösterilmistir.
Bu çalısmada 1923 yılında gerçeklestirilen Lozan Nüfus Mübadelesi’nin Türk
Edebiyatı’ndan seçtigimiz eserlere nasıl yansıdıgı analiz edilmis, romanlar arasında
karsılastırmalar yapılarak çesitli sonuçlara ulasılmıstır.
5
2 GÖÇ VE VARLIK
…
Göç yolları
Göründü bize
Görünür elbet
Göç yolları
Bir gün gelir
Döner tersine
Dönülür elbet
En büyük silah umut etmek... (Mungan, Göç Yolları)
Göç kavramı “kisinin yeni kosullara daha iyi uyum saglayabilmek amacıyla ya da dogal,
ekonomik, siyasal ve benzeri zorunluluklar sonucunda yasadıgı toplulugu degistirmesi”
olarak tanımlanabilmektedir (Ana Britannica, 2004: 577) Göç,2 insanoglunun belki
dogadaki varlıgı olustugundan beri hayatında tecelli eden bir olgudur. Bu kavram genel
olarak dıs ve iç göç olmak üzere iki türde degerlendirilir. Dıs göç; bazen insan varlıgının
kaçınılmazı olarak vuku bulur, kimi zaman çesitli üst yapıların denetimi altında, kimi
zaman da dünya yüzeyinde yasanılan cografyadan daha iyi bir yer bulabilme umuduyla
gerçeklesir. İç göç ise insan teki için bitmeyecek bir süreçtir; insan’ı kısa ömründe daha iyi
bir hayata degilse bile daha farklı yerlere aktarabilir. Göç kavramının genis sınırlarının
içine ‘sürgün’ü -iç sürgünü de düsünerek- dâhil edebiliriz. Sürgün de göç kavramıyla aynı
biçimde bulunulan noktadan farklı bir noktaya belirli bir süre çerçevesinde zorunlu
harekettir. Adlandırmalarımız nasıl olursa olsun göç, “kisi”nin farkında olsa da olmasa da
göçlerle yabancılasmalar çogullugunun renklerinin iç içe geçmisligiyle yasayıp, insana her
seye ragmen aynı yerde kalsa ya da kalmaya dirense dahi topragının altından kayıp baska
toprakların yerini alması hissini yasatır. Hele ki Anadolu yarımadası, sayıca bir hayli fazla
topluma yar olmustur, öyle ki ‘Anadolu toprakları’ dedigimiz ekinç varlıgının üzerinde
degisik ‘varolus’lar an gelip çakısmıs, çarpısmıs yahut kaynasıp iç içe geçmistir.
Geçmisinden bugüne Türk toplumu devinimsiz yasayamamıs, her daim yeni olusum ve
yapılar kurmustur. On dokuzuncu yüzyılın baslarında ve akabinde yirminci yüzyıla
gelindiginde, önce dogudan batıya dogru yayılan, sonra konuslandıgı yeni merkez olan
Anadolu’dan çevreye dogru yayılan ‘göç’ hareketlerinin yerini, çemberin dıs halkalarından
merkeze dogru daralan bir sekil almıstır. 2000’lerin ilk yıllarının yasandıgı su günlerde
toplumun geneli maddesel olarak ulus sınırlarının dısına göç etmese de manevi anlamda
2 “Göç, bu süreci yasayan herkes için (yetiskin, genç, çocuk, kadın, erkek) sarsıcı bir deneyim olma riskini
tasır. Herkes farklı düzeylerde ve farklı yönlerde (olumlu-olumsuz) de olsa bu süreçten etkilenir. Göç bir
sosyo-ekonomik sistemden digerine, bir kültürel sistemden digerine geçmeyi içerir…” (Gün, 2002: 7)
6
iletisim süreci içerisinde Batı’ya dogru yönelis istegi politik düzlemde devam etmektedir.
Bu durumda sunu ifade edebiliriz; Türk toplumu genel baslıgı altında toplanan “halk” çok
uzun yıllar öncesindeki gibi; ancak bu kez çagdaslasmanın uzantısı olarak dogudan batıya
dogru tekrar yatay bir hareketlenme seyrine girmistir.
Türkiye’yi dıs göç kadar etkileyen baska bir faktör ise iç göçtür. ‘Mekân’da meydana gelen
bu siddetli dalgalanmaların basta psikolojik, ekonomik, siyasal, sosyolojik ve benzeri
etkileri, eylemin ardından / beraberinde kaçınılmaz bir sekilde vuku bulur. Göç
gerçeklestikten sonra ‘göçmen’in kendi hayatını derinden etkileyebilecek sorunlarla
yüzlesmesi gerekebilir ki kimi zaman kisi bunun ayırdında da olmayıp hayatında neler
oldugunu kavrayamayabilir.
Göçten, göç eden insanlar kadar, bölgeye evvelden yerlesmis insanların da hayatı olumlu
ve olumsuz sekillerde etkilenebilir. Ayrıca göç’ün ardından yasanabilecek bu sorunların,
göçün müsebbibi olabilecegi de unutulmamalıdır.
Kullanıldıgı baglam tam anlamıyla yabancı göçmenleri içerse de mübadillere de
uyarlanabilenecek bir düsünceyi Abdelmalek Sayad kısaca su sözlerle ifade eder:
Göçmenler varlıklarını ‘mesrulastırma’ çabası içinde olmalarının yanında, bir ulusun
sınırları çerçevesinde yasamasına ragmen siyasal alandan dıslanır; çünkü ‘göçmen’ ulusal
olmayandır (Sayad, 2003: 27). Anadolu’ya yerlesen mübadil toplulugu; Türkçe bilmemesi,
gerçek / asıl yerleskelerinin nesillerdir Anadolu olmaması gibi nedenlerle bu topraklara
yabancılasmıstır. Göçmenler, yabancılasmanın kaçınılmaz hâlet-i ruhiyesi ne tam buralı ne
de tam oralı olma duygusunun bir sonucu olarak aidiyet ve kimlik sorunlarını yıllarca
yasamıstır. Bireysel çeliskilerin dısında baska bir çeliski unsuru da Türkiye’nin yasadıgı
birtakım iç sorunlardan dolayı bunları direkt ve yasamı sürdürdügü dogal çevre içinde
ifade edememe problematigidir. Bunun neticesinde kisi farklı ifade yolları, sanatta da
karsılasılan engeller düsünülürse patikaları bulur: Su bakımdan ki insanların kendini,
içinde bir türlü onulamayan ‘sey’leri edebiyat ve müzik gibi sanatsal etkinliklerle ifade
etmesi yazıdan daha eski bir tedavi yöntemi olarak görülebilir; fakat Türkiye’de
Yunanistan’dan farklı olarak sinema, müzik, sanat ve edebiyat alanlarında ancak
doksanlardan sonra Mübadele’nin, mübadilligin yansımaları belirgin olarak bulunur.3
3 Hâlâ Yunanistan’da yasayan Müslümanların (Pomaklar, Çingeneler, Türkler) azınlık diye kabul edilmesi
hakkında Jeanne Hersant su degerlendirmeyi yapar (Hersant, 2003: 85): “Her seyden önce, Müslüman
7
On dokuzuncu yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren ‘insan’; evrende yasanan siyasi,
teknolojik ve ekonomik anlamda olumlu / olumsuz gelismelerin sonucunda dünyaya
yabancılasmaya baslamıstır (insanın modern çaga adım atısını simgeleyen bir
yabancılasma kastedilmektedir). Bu baslangıç, zaman ilerledikçe insan’ı daha da
yalnızlastırıp, bireysellesmesine yol açmıstır. Dünyanın yeniden sekillendigi bu yıllar
boyunca ülkelerin gelecegini sekillendiren pek çok göç yasanmıstır. Genis ölçekte
vurguladıgımız yabancılasma kavramının içini biraz daha doldurmak gerekirse, kendini
anlamlandırma istegi, bulma arzusu ‘göç eden’ için ortaya çıkan ruh hâllerinden bazıları
olarak ifadelendirilebilir.
Göç olgusu psiko-sosyal açıdan irdelenirken üretilen teoriler arasında yabancılasma
kavramının kapsamında asagıda verilen bes faktör üzerinde durulur (Balcıoglu ve Samuk,
2002: 40-44):
“a) İktidarsızlık: Bireyin hâlihazır sosyal ve siyasal kurallar altında kendi sosyal ve siyasi dünyasına tesir
etme imkânının mevcut olmayısı inancı.
b) Anlamsızlık: Bireyin davranıs neticelerini yorumlayan ve yargıda bulunmasını saglayan kesin bir inanç
sisteminin eksikligi.
c) Normsuzluk: Ferdi davranıs üzerindeki sosyal normların gücünü düzenlemede beliren bozulmalar.
d) Tecrit (Soyutlama= Isolation): Bireyi kendi inanç sistemlerine baglayan yüksek degerlerden yani
toplumdan ayrılmıs olma duygusu.
e) Kendine Yabancılasma (Self-estrangement): Bireyin, içe ait anlamsızlıktan ziyade, dısa ait beklentiler
konusundaki davranıs bagımlılıgı.” (Balcıoglu ve Samuk, 2002: 40-44)
Bu maddelerin paralelinde yabancılasmıs ‘modern insan’ içinde “göçmen”in, bulundugu iç
ve dıs düzleme dogal olarak bir kat daha yabancılastıgı -Chambers’in ifadesiyle
heterotopik bir gelecekle karsı karsıya kalan göçmen insanlar hakkında (Chambers, 2005:
16)- kolaylıkla söylenebilir. Chambers, göç kavramını sorguladıgı çalısması içerisinde
‘kimlik’ olusumuyla ilgili olarak, ‘öteki’nin varlıgı kabul edildiginde insanın dünyanın
merkezinden uzaklastıgını, dolayısıyla merkez ve varlık duygularının da degistigini, buna
mukabil kisinin asıl köklerinden kopmasına da neden oldugunu ifade eder (Chambers,
2005: 39). Bu degerlendirme elbette çok genis perspektifli olup, bizim konumuzun oldukça
dısına çıkan çesitli göç konularına da isaret etmektedir.
Göçmen; kim olursa olsun, hangi çagda, uzamda bulunursa bulunsun geçmis varlıgının
izlerini yeni yasamında daima hissedebilir:
azınlıgın pozitif hakları ve sosyo-kültürel imtiyazlarının devamlılıgını güvence altına alan bu statü,
Müslüman azınlıgı, de facto (fiilen), Türk ulusal insa sürecinin dısında bırakmakla kalmamıs, Yunan ulusal
insa sürecinden de dıslamıstır; çünkü Yunan ulusal kimligi temelde ‘Helenizm’ üzerine kurulmustur. Ulusal
aidiyet sadece dil ile degil, ‘Ortodoksluk’ ile de belirlenmistir…” (Hersant, 2003: 85)
8
“…Miras olarak devraldıgımız seyler -kültür, tarih, dil, gelenek, kimlik duygusu- imha edilemez; ama
parçalanır, sorgulamaya açılır, yeniden yazılır ve yeni bir yöne sokulur. Dilimizin ve kimliklerimizin
unsurları ve iliskileri, ne yeni ve daha elestirel bir uyumlu bütünde yeniden bir araya getirilebilir ne de terk
edilip reddedilebilir…” (Chambers, 2005: 40)
Yerlesilen yeni mekân kisiyi tam anlamıyla içine almadıgı için aidiyetlere farklı bir yön
verilmek durumunda kalındıgı gibi, yavastan hızlıya dogru yelpazelenmis çesitlilikte
akabilen bir süreçte ‘degisim’ de devinim halindedir; çünkü bireyin yasadıgı cografya
kadar varlıgının cografyası da farklılasmıstır.
Chambers; seyahat, göç ve hareket edimlerinin sonucunda mirasımızın sınırlarına
varacagımızı; dolayısıyla eskiden beri devam eden alıskanlıklar ve düsünce kalıplarını
benimseyebilecegimiz gibi ikinci bir seçenek olarak ise korkularımızla yüzlesip mevcut
durumun üstüne gidebilecegimizi belirtmektedir (Chambers, 2005: 144, 145).
Aynı düsünüs biçimi kendi tarihimiz için de geçerlidir. Bu hususa daha evvel dikkat
çekmistik; ancak yinelemekte sakınca görmüyoruz; toplum yapımızı derinlemesine
etkileyen “göç”lerden ve bunun sonuçlarının hem küçük hem de büyük ölçekte nesnel bir
tutumla irdelenmesinden, farklı bir deyisle bu gerçekle ‘yüzlesmek’ten çekinmemeliyiz.
2000’li yıllarda dünyanın tüm bölgelerinde hızlı göç hareketleri yasanmaya devam ettigi
gibi yeryüzünde hiçbir zaman esit dengeye ulastırılamamıs esitsizler (ekonomik, sosyal,
hukuki, teknolojik gibi), adaletsizlikler, savaslar basta olmak üzere çesitli yıkımlar hâlâ
sürmektedir. Göçmen, göçebe, mülteci ve sürgünlerin çogunun bulundugu kosullar
hayatlarını yasamayı zorlastırmaktadır. İste bu sebeple göç üzerine yapılmıs çalısmaların
önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Dünyadaki belli baslı büyük göç dalgaları bese ayrılmıstır; bu göç dalgaları içinde
Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının 1. Dünya Savası sonucu dagılmasıyla olusan
göçler üçüncü grupta degerlendirilmektedir ki Lozan Mübadelesi de bu grupta yer alır
(Gün, 2002: 60). Diger büyük göç dalgaları su sekilde sıralanmıstır: Batılı devletlerin
XVII. yüzyıldan 1. Dünya Savası’nın sonuna kadar baska ülkelerde koloniler olusturması,
XVII. ve XVIII. yüzyıllardaki köle ticareti, Batılı Devletlerin koloni kurdukları ülkelerdeki
yerli halkların bagımsızlıklarına kavusmasıyla Batılıların bu ülkeleri terk etmesi ve 1950-
1970 yıllarını arasında yogun olarak meydana gelen isçi göçleridir.
9
3 GENEL HATLARIYLA ULUSLASMA KAVRAMI VE OSMANLI
DEVLETİ’NİN ULUSLASMA SÜRECİ
Ne yaparsan yap bu yasam bir kurgudur,
Ve çeliskilerden olusur. (Blake, Ne Yaparsan Yap Bu Yasam Bir Kurgudur)
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın özellikle ilk yarısı tüm dünyada imparatorlukların yıkılıp
yerlerine ulus devletlerin kuruldugu bir dönemdir. Lozan Mübadelesi de Türkiye ve
Yunanistan’ın uluslasma sürecinin önemli parçalarından biridir.
Server Tanilli’nin (Tanilli, 2005: 114-116) de belirttigi gibi dünya tarihinde bu sürecin asıl
temelini 1789 Fransız Devrimi olusturur ki ‘milliyetler ilkesi’ne göre de her halk
“bagımsız bir devlet” olma hakkına sahiptir:
“… Halkların kendine özgü bir kültüre sahip canlı varlıklar oldugu düsüncesi, Fransız Devrimi’nden önce
ortaya çıkmıstır…” (Tanilli, 2005: 114)
Bilindigi ve Tanilli’nin de isaret ettigi gibi Fransız Devrimi “bu düsünce”ye bir form verip
önemini ön plana çıkartmıs ve asıl temelini farklılastırmıstır (Tanilli, 2005: 115).
Milliyetler ilkesi konusunda önemli ve belki zaman zaman dikkatlerden kaçan hususlardan
biri de sudur:
“Milliyetler ilkesinin, Alman kaynaklı bir ‘romantik’ yorumu vardır ki ‘dil’e dayanır; Fransız kaynaklı
‘klasik’ yorum ise bu ilkeyi, ‘halkların iradesi’ne dayandırır…
Ama en çok yayılan, Fransız Devrimi’nin temeli olan yorum oldu: 1814’lerden baslayarak, milletler ilkesi,
Avrupa’da güçlü bir akım haline gelir. Ve sonuçta su formüle varılır: Ulusla devlet birbiriyle bütünlesen,
bütünlesmesi gereken iki gerekliktir…” (Tanilli, 2005: 115)
Milliyetler ilkesi, ilerleyen asamalarda belirtecegimiz gibi es zamanlı bir tarihte olmasa da
Osmanlı İmparatorlugu’nu uzun bir sürenin ardından etkiler.
Ulusal bagımsızlık fikri, uzun yıllar üzerinde konusulacak olan devlet olan Yunanistan’ı
1830’lu yıllarda etkilemis ve Osmanlı ‘onlar’ın bagımsızlıgını tanımak zorunda kalmıstır.
Yunanistan’ın arkasından Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi öbür Balkan
Devletleri de ulusal devlet olma yolunda hürriyetlerinin tanınması zorunlulugunun ortaya
çıkması sonucunda kısmi bagımsızlıklarını elde etmislerdir. Anderson da Fransız
Devrimi’nin etkisiyle dünyaya yayılmaya baslayan aydınlanmacı fikirlerden izah ettigimiz
gibi basta Yunanistan’ın etkilendigini aynı sekilde belirtmektedir (Anderson, 2001: 40).
Millî kimlikten önce milletlerin dogusuyla ilgili olarak Anthony D. Smith; modernistler
arasında millet kavramıyla ilgili tartısmalar yasanmasına ragmen onlara göre ‘millet’in
modern bir olgu oldugunu ve modernistlerin bu fikirlerinin dogrulugu kabul edilirse de
modern öncesi dönemlerde millet ve milliyetçilikten söz edilemeyecegini belirtir (Smith,
1 0
2004: 77). Smith; Antikite ve Orta Çag Dönemi’nde ise ‘millet’i ortaya çıkartabilecek
kosulların olmadıgını belirtip, bu ifadenin haklı yanlarının var olmasıyla birlikte
“milletlerin dogusunun ve mevcudiyetinin belirlenmesi” gibi noktalarda kitleleri ve
kadınları da kapsayacak biçimde sadece bir ölçütün belirleyiciligi fikri ile sınırlamaların
getirilecegini sözlerine ekler (Smith, 2004: 77). Eski uygarlıkların yapılarına bakarak bir
degerlendirmeye varmaya çalısan Smith, İkinci Tapınak döneminde bir Yahudi milletinin
varlıgından söz edilebilecegini söyle açıklamıstır (Smith, 2004: 85-86)
“…millet ideal tipine, geç İkinci Tapınak dönemi Yahudileri arasında antik dünyanın belki de herhangi bir
yerinden çok daha fazla yaklasıldıgını düsündürmektedir ve modernitenin baslangıcından önce millet
olasılıgından hatta bir dinî milliyetçilik biçiminden çok kolayca söz edilmemesi noktasında bizi ihtiyatlı
kılması gerekir. Seçilmis halk düsüncesinin derin dogurguları, kutsal topraklara ve merkezlere karsı
hissedilen tutkulu baglılık, kutsal dil ve vesikaların baglayıcı etkisi, yeniden dogusa olan umutlarını
besleyerek ve biriciklik duygularını koruyarak Antikite’den modern zamanlara dek pek çok insan için kalıcı
bir miras oldugunu göstermistir.” (Smith, 2004: 77, 85-86)
Bu konuda Smith’in (Smith, 2004: 75-116) çok daha ayrıntılı ifade ettigi; ancak tezimizin
baglamından uzaklasmamak için ayrıntısına girmeyecegimiz degerlendirmeler de yer
almaktadır:
Milletler çaglar boyunca (Antik dönemden beri) hep var olmustur; fakat gerek Antikite’de,
gerek Arap ve Mısır halklarında toplum içerisindeki çesitli yapılar bu durumun ortaya
çıkması için elverisli degildir. Bununla beraber bu düsüncenin sistemlesip eyleme
dönüsmesi baslangıç olarak Fransız Devrimi’ne tekabül eder. On dokuzuncu yüzyıl ve
yirminci yüzyılda uluslasma yolunda adımlar atan devletler, büyük çapta İngiltere, Fransa
ve İspanya’nın (kısmen de Hollanda ve İsveç) bu tarihi sürecinden etkilenmislerdir (Smith,
2004: 99, 113). On dokuzuncu yüzyıl içerisinde de “ulus” kavramı oldukça “dogal” ve
“modern” bir olgu olarak degerlendirilmeye baslanmıstır.
Sina Aksin de Batı toplumu dısında kalan toplumların uluslasması konusunda ‘yurtlarını
çagdaslastırma amaçlı’ hareketlenmeler içinde olduklarını söyler (Aksin, 1983: 1941).
Nitekim Osmanlı’da da devlet sınırları içindeki toplulukların uluslasma istekleriyle
çagdaslasma adına yapılan yenilikler, yaklasık olarak es zamanlıdır. Bu yeniliklerin
gerçeklestirilebilmesi için Osmanlı tarafından Batı’ya görevli olarak gönderilen elçilerin
modernlesme konusunda katkısı da önemlidir.
Bu sava yakın bir görüs Mardin tarafından dile getirilir. Serif Mardin, II. Mahmut’un
padisahlık yıllarının son zamanlarında gönderilen elçilerin Batı’nın bilinmeyen bir yönünü
kesfettigini, bunun da tebaanın verimliligini artırmak için devlet tarafından koruyucu
1 1
tedbirlerin politika hâline getirildigini çagdaslasmayla ilgili bir makalesinde belirtir
(Mardin, 2006:11, 12).
Fransız Devrimi’ne giden süreci ‘ikincil olarak’ ise Montesqueiu ve Rousseau gibi
düsünürler etkilemislerdir (Agaogulları, 2006: 173-174).
Bu düsünürlerin karsılarında kurdukları fikir sistemlerini benimseyebilecek bir halk kesimi
varken, Osmanlı’da aydın ve halk arasında böyle “iletisim agı” mevcut olmaması
uluslasma hareketlerine de yansımıstır.
Batı’da bu hareketlenmeler yasanırken, Osmanlı Devleti hem iç hem de dıs etkenlerle
uluslasma egilimlerinden etkilenmeye baslar. Fakat Osmanlı, Niyazi Berkes’in de belirttigi
gibi ne feodal ne de teokratik yapıda bir devlettir; toplum yapısında ‘mutlak monark’ların
çatısması bulunmadıgından, “klasik Grek ve feodal Batı Avrupa geleneginde olmayan”
‘kul’ sisteminin varlıgı Osmanlı’yı farklılastırır (Berkes, 2002a: 24-34).
Bunun dogal bir bileseni / sonucu olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunan çesitli
milletlerin “ulus”4 olma süreci Batı’dakinden farklı ilerlemis; çagdaslasma dönemi
boyunca gelismeler, devlet yapısında tavandan tabana dogru bir olusum izlemistir:
Osmanlı devlet rejiminin önemli taraflarından biri geleneksel yönünün sistemde son derece
etkin olmasıdır; padisahlar, Tanrı’nın birer halifesi olarak nitelenirler ve onun âdeta
yeryüzündeki gölgesi gibidirler. 5
Osmanlı İmparatorlugu’nda yasayan halka reaya (sürü) adı verilir (Berkes, 2002a: 30, 31).
Reaya, hükümdarın yönetimi altındaki vergi veren bütün Müslüman ve Gayrimüslimleri
temsil etmektedir (Ünsal, 1998: 3). Bunun yanında, “devlet ve toplum” iliskisinde
“Devlet”i, Tanrı meydana getirmistir. Hizmet sınıflarının toplumu temsil etmemesi
4 Balibar, “Reform ve karsı-Reform”, “Kilise ve Devlet” arasında çatısmanın ulusal devletin bazı özelliklerini
olusturmaya etkisi oldugunu; ancak bu dönemde yasanan olayların “yaratılıs olarak” herhangi ‘bir’ ulusun
kendi tarihine ait olmadıgını belirtir (Balibar ve Wallerstein, 2000: 111): “Baska bir deyisle, çok baska
(örnegin hanedanla ilgili) amaçların pesinde olan, ulusal olmayan devlet aygıtları, derece derece, ulusal
devletin unsurlarını üretmislerdir ya da iradeleri dısında ‘ulusallasmıs’ ve toplumu ulusallastırmaya
baslamıslardır… Modern döneme yaklasıldıkça bu unsurların birikiminin dayattıgı zorlama daha da güçlü
görünmektedir.”
5 Konumuzun baglamıyla dolaylı olarak baglantılı olsa da belirtmek gerekir ki her topluluk kendi edebiyatını
yaratır (keza biz edebiyatı evrensel olarak nitelendirmekteyiz); edebiyat, hangi akıma baglı olursa olsun
yasanılan dönemden uzak degildir. Osmanlı sarayı da kendi edebiyatını yani Divan Siiri’ni desteklemistir.
Tanpınar’ın da isaret ettigi gibi hükümdar, Tanrı’nın temsilcisidir ve günes sistemine benzer sekilde âlem
onun etrafında döner, ona baglıdır. Divan Siiri’ndeki ask da aslında hükümdara duyulan asktır, sevgili odur;
sevgiliye ait bütün unsurları kendinde barındırır. Özetlemek gerekirse, bu ask anlayısı da sosyal rejimdeki
‘kul’ anlayısının bir yansımasıdır (Tanpınar, 1997: 6, 7).
1 2
Osmanlı’yı Batı’dan ayıran baska bir yöndür (Berkes, 2002a: 31, 32). Osmanlı’da bu
yaklasımlara paralel ve devlet yapısının bir sonucu olarak burjuvazi gibi sınıflar
olusamadıgı gibi, ‘hükümdar tarafından korunup gözetilen halk’ arasında dolayısıyla
“yurttaslık” kavramı ve bilinci de olusamamıstır (Ünsal, 1998: 7-9).
Bilindigi üzere Osmanlı, Avrupa’da meydana gelen degisimlere zamanında ayak
uyduramamıs, beraberinde okuma-yazma sorunu da uygarlasmayı geciktiren nedenlerin
basında gelmistir.
Avrupa’daki bazı krallar zamanla tebaaya önem vermeye baslamıslardır. Böyle bir
olusumun bazı amaçları vardır: Öncelikle, bir ulus devleti kurmak isteyen kimi krallar,
tebaanın mülkiyet hakkını garanti altına almak gerektigini fark ettikleri için ‘halk
seviyesi’ndeki egitime dikkat-i nazar getirmislerdir. Böylece ulus devlet kurma yolunda
“orta sınıf”ı güçlendirerek (feodalizmin hâlen imtiyaz sahibi olan kesiminin belini kırmak
da bu dogrultuda bir amaçtır) “millî bütünlük kurmak” istenmistir (Mardin, 2006: 12).
Tanzimat Dönemi, bu fikir yapısının ısıgından nasiplenmistir ve Osmanlı’nın önde
gelenleri, kameralizm6 adı verilen aydın despotizmi ile devlet içindeki toplulukları
birlestirebileceklerine inanmaktaydılar (Mardin, 2006: 12).
İste uluslasma girisimlerinin ilk adımlarının atılmasında, Batı’ya güdümlü olarak millî
olmayan yapı taslarıyla millî bir bütünlesme hülyasının etkisi yer almaktadır ve
Osmanlı’da basta egitim alanı olmak üzere bazı yenilikler bu düsünüs biçimiyle
gerçeklestirilmeye baslanmıstır.
Bu durumu degistirmek için ilk adımlar III. Selim zamanında atılmıstır, keza Avrupa’nın
çesitli sehirlerine elçiler gönderildigini daha önce de belirtmistik (Berkes, 2002a: 99).
Burada dikkati çeken noktalardan biri, bu elçiler Avrupa dillerini bilmedikleri için onlarla
beraber Rum tercümanların gönderilmesidir.
Avrupa’nın bilimsel yöndeki modern düsünce sistemlerinin de yavas yavas Osmanlı’da
görülmeye baslanmasıyla beraber, bu fikirler içinde Fransız Devrimi’ni hazırlayan ideoloji
6 Serif Mardin, aydın despotizminin bazı merkeziyetçi hükümdarların (Avusturya Kralı II. Joseph, Prusya
Kralı Büyük Friedrich gibi) uyguladıgı bir gelisme politikası oldugunu yazar (Mardin, 2006: 83).
Hükümdarların amacı kendi güçlerini ve tekellerini sarsan bazı Ortaçag kurumlarını yok edip aydın
despotizmi vasıtasıyla merkezi bir idare olusturmaktır ki Fransız Devrimi de bununla yakından baglantılı
hatta uzantısıdır (Mardin, 2006: 83). Kameralizm de bu fikrin kuramsallastırılması olarak ifade edilir
(Mardin, 2006: 83).
1 3
henüz yoktur. Bunun yanında hatırlamalı ki Osmanlı, zamanla farklılasacak olsa da aradaki
dostane iliskiler dolayısıyla Fransız rejimini tanıyan ikinci ülkedir (Berkes, 2002a: 99-101,
121).
Fransız Devrimi’nin baska bir tetikleyicisi ise 5 Mayıs 1789’da Versailles’da çalısmalara
baslayan ‘États Généraux’tur: Devrimdeki en önemli unsur; toplumda gerek sosyal, gerek
siyasi, gerekse ekonomik olarak yolunda gitmeyen yasam kosullarının sonucunda
“toplumsal sınıflar”ın ‘düzen’den giderek daha yüksek oranda rahatsızlık duymalarıdır
(Agaogulları, 2006: 182-183). Öteki sınıflara oranla yönetime karsı olan burjuvalar
arasında ‘feodal monarsi’ ve ‘parlamenter monarsi’ yönünde iki egilim bulunmasına
ragmen, “Fransız monarsisi”nin mutlak olarak degismesi gerektigi noktasında fikir birligi
olusmus; artan ekonomik gücüne karsılık da siyasi ve sosyal haklar talep etmislerdir
(Agaogulları, 2006: 184-186).
Osmanlı’nın Fransız Devrimi’yle gelen rejimi tanıması ise bu ideolojiyi benimsedigi için
degil, “diplomatik” islerin yogunlasmasıyla olmustur. Berkes bu unsuru belirttikten sonra
rejimi ‘tanıma’ya etki eden su üç olguyu sıralar (Berkes, 2002a: 120): Öncelikle sebep,
Bab-ı Âlî’nin7 içine girdigi yogunluk dolayısıyla “Fenerli Rumlar”ın daha fazla önem
kazanmasıdır (Berkes, bu tercümanların Avrupa’yla olan diplomatik iliskilerde süpheli bir
duruma geldigini özellikle belirtir). İkinci sebep, Rum halkı içinde aydın kesiminin
etkisiyle Fransız Devrimi’nin yansımalarının artmasının yanında kendi aralarında Rusya-
Fransa ikiliginin olusmasıdır. Baska bir etkense “hükümdarın reformcuları arasında”
birbiriyle rekabet içerisinde Fransa ile İngiltere-Rusya siyaseti taraftarlarının olusması
gösterilir.
Bizce bu gelismelerdeki en önemli etkenlerden biri Yahudi, Rum ve Ermenilerin
matbaacılık konusunda Müslümanlardan daha fazla asama kaydetmesidir; dolayısıyla onlar
arasında okur-yazar sayısı ve Batı’yla iletisim kurma kanalları artmıstır.
Osmanlı Devleti içerisinde çesitli hareketlilikler yasanırken, Batılı devletler de Osmanlı
Devleti’nin aleyhine kendi siyasal ve ekonomik çıkarları için çesitli yollara
basvurmuslardır. Bu konuda önde gelen isimlerden biri Napolyon’dur. Berkes, bu
7 Smith Anderson, Bab-ı Âlî’nin 1654 yılından sonra Sadrazamların oturdugu saraya verilen bir isim
oldugunu, 18. ve 19. yüzyıldaysa Batı Avrupalılar tarafından Osmanlı merkezi yönetimini anlatan bir terim
olarak kullanılmaya baslandıgını belirtir (Anderson, 2001: 20).
1 4
olusumlara yönelik önemli bir hamle olan “Kodrika Muhtırası”ndaki iki projeden söz açar
(Berkes, 2002a: 122, 123): İlki; Osmanlı Devleti’nin Asya ve Rumeli olarak bölünüp,
dinsel aidiyet açısından Asya’nın Müslüman, Rumeli’nin de Hıristiyan kökenli devletler
olması yolundadır. İkincisi konumuzun baglamı açısından önem tasıyan bir proje gelir ki
Rumeli Bölgesi’ni, sınırları içerisinde “Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna, Kara
Yunanistan’ı ve Yunan Adaları olacak sekilde özerk veya bagımsız vilayetlere bölmeyi”
amaçlamaktadır.
Bu projelerin varlıgı, Osmanlı Devleti içerisinde yer alan halkları ister istemez etkilemistir;
nitekim dünyadaki rejimler ve sistemler de artık baska bir yöne dogru evrilmektedir!
Bu düsüncemizin paralelinde, batılılasmanın etkisiyle Japon ve Rus toplumlarından farklı
olarak Osmanlı Devleti bütünlesme yerine parçalanmaya sürüklenmistir (Berkes, 2002b:
117). Fransız Devrimi’nin yanı sıra Rus yönetiminin yaptıgı baskının da Hıristiyan halk
içinde bagımsız birer ‘ulus’ olma istegine neden oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 147).
Reayanın siyasal sistemde yer edinmeye baslaması ve halk, millet gibi kavramların
Osmanlı’da görülmesi resmi olarak ilk defa Kanun-i Esasi (1876) ile olmustur (Berkes,
2002a: 144).
Diger taraftan da Osmanlı’nın cografyasında mahallî cemaat önder ve örgütlerine baglı
yasayan Hıristiyan halklar (Sırplar, Bulgarlar, Rumlar ve Arnavutlar) özerk yapılarından
dolayı, kendi ‘ana dil’leri gibi bazı ‘ulusal nitelikleri’ koruyabilmistir (Berkes, 2002a:
149).
Bizce kısmen de olsa bu durumun nedenleri arasında, adlarını sıraladıgımız halkların
Müslümanlardan daha önce uluslasma sürecinden etkilenmesi yer alabilir. Osmanlı’da
ticaretle çogunlukla Müslüman olmayan halk kitlesi ugrasmıstır. Batı ile olan ticari
kanallar, onların Batı’dan gelen degisimlerin etkisine girmelerini kolaylastırmıstır (Berkes,
2002a: 150). “Avrupa pazarları ve yerli üreticiler arasındaki bagı” kuran da ticaretle
ugrasan Levanten ve Hıristiyan nüfus olup zaman içerisinde Müslüman halk ticaretin
dısında kalmıstır (Keyder, 1989: 24).
Aydınlanma Dönemi’nin etkilerinden biri olarak Batılı ve Rus aydınları arasında Helen
sevgisinin ve bir Grek Devleti kurulması fikrinin olustugu gösterilir. Diger etki de basta
Rumlar ve Romenler olmak üzere bu halkların ulusal bagımsızlıklarını kazanmak için
1 5
harekete geçmelerinin nedeninin daha çok Balkanlarda Osmanlı’nın çıkarına ters düsen
güçlenme siyasetinin oldugu belirtilir (Berkes, 2002a: 151).
Fransız Devrimi’nin ortaya çıkmasında önemli bir sebep; ancak Osmanlı’nın sahip
olmadıgı varlıklardan biri burjuva sınıfıdır. Berkes’e göre berat satısı yolu ile Avrupalı
ticaretçilerle aynı seviyeye getirilmek istenen tüccarlar -özellikle Rumlar- arasında “ticaret
burjuvazisi” olusumları görülmeye baslanmıstır (Berkes, 2002a: 152). Buna mukabil
Berkes, Rumlar ve Yunanlar8 arasındaki Osmanlılıga baglılık konusunda sunları dile getirir
(Berkes, 2002a: 155):
“Rumlar ve Yunanlılar arasındaki Osmanlılıga baglılık, Rus taraftarlıgı, İngiliz taraftarlıgı ve Fransız
Devrimi düsününe baglananlar arasındaki farklar yüzünden ulusal bagımsızlıgın gerçeklesmesine karsın
ulusal birlik tam olmamıstır.” (Berkes, 2002a: 155)
Hıristiyan tebaa içinde yasanan bu gelismeler, öncelikle kendi aidiyetini dini kimliginde
kabul eden Müslüman halk arasında, paralel zaman diliminde bu tarz bir uluslasma
fikirlerinin uyanmasına neden olmamıstır.
Niyazi Berkes’in imledigi gibi Hıristiyanların arasında yasanan gelismelerin aksine
Müslümanlar arasında dinsel kimlik daha da kuvvetlenmistir (Berkes, 2002a: 155).
Hıristiyan halklar içindeki uluslasma akımlarına karsılık, Müslümanlar içerisinde meydana
gelen bu gelisme, bir toplulugun kendi bekasını saglamak için birlestirici bir unsura ihtiyaç
duyması açısından dogallıkla karsılanabilir ki “din” olgusu, insanları bütünlestiren ve
gruplasmasına neden olan ögeler arasında önde gelen yapı taslarından biridir.
Müslüman halkların uluslasmayı saglayacak gerçek temelleri olmamasının yanında,
Hıristiyan halkların özellikle Islahat Fermanı’nın etkisiyle ulus olma yönünde yol almaya
baslamaları ve Kilise meclislerine Ruhban sınıfından olmayan üyelerin atanması
(laiklesme yolunda atılan adımlardan biridir) önemli gelismeler olarak gösterilir (Berkes,
2002a: 218, 228-229).
Taner Timur, Osmanlı Devleti’nde “modern-ulus devleti olusturacak etnik ve kültürel bir
temel”in olmadıgını belirttikten sonra halkı bir araya getiren unsurları söyle açıklar (Timur,
1998: 128):
8 Türkiye’de ‘Yunanistan halkından kisi’ anlamına gelen ‘Yunan’ kelimesi yerine ‘Yunanlı’ ifadesi
kullanılmaktadır. Oysaki Yunanistanlı ya da Yunan kullanımı daha dogrudur. Tezimizde de bu iki sözcük
benimsenecektir.
1 6
“Bunlardan birincisi E. Renan’ın altını çizdigi ortak anılar ve ‘emperyal gelenek’, ikincisi ise toplum
düzeninde isgal ettikleri yerden dogan hâkim millet bilinci ve kendilerini tüm imparatorluktan sorumlu kılan
üstünlük duygusu idi.” (Timur, 1998: 128)
Egitim alanında Tanzimat Fermanı’yla baslayan degisimlerin toplum üzerinde bazı
yansımaları ve etkileri olmustur. Bu etkilenme ve yansımaların sonucunda Galatasaray
Lisesi, Robert Koleji, Fransız ve Avusturya Katolik, İngiliz, Alman, İtalyan Lisesi gibi
İstanbul’un bazı köklü okulları kurulmustur. Papalık, Katoliklerin Galatasaray Lisesi’ne9
gitmesini yasaklamıs, Rus elçiligi de Ortodoks Rumların bu okula gitmemesi yönünde çaba
göstermistir; çünkü Osmanlı’daki Fransız etkisini kırmak istemektedirler. Bunun yanı sıra
aralarında Musevilerle varlıklı, zamanla seçkinlesen Müslüman Osmanlıların da bulundugu
pek çok ögrenci Galatasaray dısındaki bu okullara da yönelmistir (Berkes, 2002a: 242,
243).
Su asamada belirtmekte fayda görüyoruz ki bahsi geçen okullarda ögrenim gören Rum,
Bulgar ve Ermeni ögrenciler arasında milliyet duygusu belirginlesmis, milliyetçilik fikri
yaygınlasmastır. Bu nitelikteki okullarda “Batı kültürü” üzerine yogunlasan bir egitim
sistemi benimsenmis, Türk kültürü ile ilgili konulara Hıristiyan ögrencilerin hassasiyetleri
ve Osmanlılık ideolojisine ters olacagı düsünülerek yer verilmemistir (Berkes, 2002a: 244).
Bir toplulugun düsünce yapısının degismesi kolay degildir, bunun için salt uluslasmanın
yankıları kesinlikle yetmez. Dolayısıyla ‘Batı’, kendi kültürünü benimsetebilmek ve
yaygınlastırabilmek için bu tarz yavas; fakat uzak gelecekte daha etkili olacak yöntemleri
kullanmıstır. Osmanlı İmparatorlugu’nda ‘batılılasma’ her ne kadar Tanzimat’la beraber
baslasa da bahsettigimiz bu ögrencilerin yetistikleri ortam, geçmisten getirdikleri kültürel
özellikler, baglı oldukları din ve aldıkları egitim geregi ‘Batı kültürü’nü adapte olup, bu
ekine karsı bir aidiyet gelistirmeleri daha kolaydır.
Osmanlı Devleti’nde resmi dil, bir nevi ‘yapma dil’ olarak kabul edebilecegimiz Farsça,
Türkçe ve Arapça sözcüklerden olusan Osmanlıca’dır; ancak Osmanlıca, toplumun her
kesiminde aynı yogunlukla kullanılmamıstır.
9 Bu lisenin kurulus amaçlarından biri Fransız Kültürü ve Dili’ni yaygınlastırarak Müslüman, Rum, Ermeni,
Yahudi ögrencileri birbirine yakınlastırmaktır. Bu okullarda egitim verecek ögretmenlerin din adamı
olmaması gerekmektedir; ancak okul, basta Vatikan olmak üzere din çevrelerinden tepki almıstır (Berkes,
2002a: 242).
1 7
Bilindigi gibi iletisim olgusunun en önemli bileseni dildir:10 Fikirlerin gelisip
yaygınlasabilmesi için ortak zeminlerde bulusan araçların mevcut olması gerekir; ancak
Osmanlı Devleti’nde halkla, yönetim ve sanat çevreleri arasında belirgin bir kopukluk
bulunmaktadır; keza bu kopuklugun çesitli yansımaları edebiyat alanında da
bulunmaktadır.
Osmanlı’nın uluslasma yolundaki önemli sorunlarından birini “dil” problemleri
olusturmustur (Berkes, 2002a: 254). Bunun sebebi, açıklamaya çalıstıgımız gibi tavandan
tabana yayılmaya çalısılan bu fikirlerin çagdaslasma ekseninde gerektigi gibi
aktarılamamasıdır. Dolayısıyla belki günümüz için dahi geçerli olabilecek bir mantık
silsilesi hüküm sürer ki bu anlayıs yüzünden halk ile aydın kesimi arasında bir türlü
anlasma eksenine oturamayan farklar olusmustur. Aydın, toplumun önde giden kisisi
olarak kabul edilir; ancak ‘Türk’ aydını ismi altında topladıgımız grubun kanıksanır hâle
gelen sorunu; arkada kalanlarla fikirsel baglamda iletisim kuramaması, elitist bir fanusta
yasayan entelektüel ve aydınların sayısının bir hayli fazla olmasıdır.
Dil konusunda dikkati çeken baska bir husus, Müslüman tebaa arasında konusulan halk
dilinin Hıristiyanlar arasında da kullanılmasıdır. Uluslasma yolunda Mübadele’yi
anlamlandırabilme açısından yasanan sorunlardan biri de bu asamada olusmaktadır.
Berkes (Berkes, 2002a: 253, 254), Hıristiyanların eski ulusal dillerinin günlük ve edebi dil
olarak yeni kurulan okullarda kullanılmaya baslandıgını ifade etse de daha önce isaret
ettigimiz gibi bizce, lisan uluslasmanın çok önemli bir bileseni olmakla beraber
“Milliyetler ilkesi”nin ‘dil’den ziyade ‘halkların iradesi’ne dayanması sebebiyle, bu
okullardaki dile yönelik çalısmaların ulus olabilmek için mutlak etkiyi göstermemesidir.
Bu durumda Anadolu topraklarında yasayan Ortodoks Rumların halk dili olarak Türkçe
konussalar bile, ulusal bir yapı içinde bir araya gelebilme açısından Türk kültüründen daha
uzak oldugu dikkatimizi çekmektedir. Benzer kosullar Yunanistan’da yasayan
Müslümanlar için de geçerlidir. Onların dilleri Yunanca’dır; ancak tasıdıkları kültür
Anadolu’daki Müslümanların ekinine daha yakındır.
10 Iain Chambers, 21. yüzyıldaki göç, kültür ve kimlik iliskisini Amerika kıtasını baz alarak yaptıgı
degerlendirmede, dilin iletisim aracı olmaktan önce ‘kendiliklerimizin ve anlamın kuruldugu kültürel bir insa
aracı’ oldugunu, ‘kendi beden ve benligimizden’ soyutlanamayacagını vurgular (Chambers, 2005: 37).
1 8
Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinde Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüsümü hakkında
Nuri Bilgin su yorumu getirir:
“Türkiye Cumhuriyeti, baslangıcından itibaren, ulusal aidiyeti yurttaslık iliskisi olarak kavramsallastıran bir
anlayıs tasır. Bu anlayıs 1924 yılında tesis edilen Teskilatı Esasiye Kanunu’nda açıkça görülmektedir.”
(Bilgin, 1998: 142)
Görüldügü gibi bu iki topluluk ulusal bir bilince sahip olmaya baslamalarına ragmen, kendi
aralarında bir bütün olusturacak bilince henüz ulasamamıslardır. Daha önce bu noktayı
imlemistik; uluslasmada düsünüs biçimi olarak “ortak degerler”, “ortak dil”den daha önce
gelmektedir. Rum cemaatler, Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmelerine ragmen burada
kalan Ortodoks Rumların Lozan Mübadelesi’yle takasına bu neden de etken olmus olabilir;
çünkü ulusal birlik o dönemlerde her iki yakada da aslında saglanamamıstır. Saglam
temelli bir ulus bütünlügü için de ‘siyasetin kuralları geregi’ -toplum yapısında önemli
degismelere neden olacak heterojen bir olusumdan homojen bir olusuma geçme pahasına
da olsa- Mübadele gerçeklestirilmistir. Keza, ulus devlet altında yasama istegi Rumların
birçogunda daha önceden olusmustur.11
Osmanlı’da sözü edilen bu dil problemlerini asmak ve halk kitlesine ulasmak için basta
Tanzimat Dönemi olmak üzere, çesitli isimler özellikle halkı bilinçlendirme yönünde
eserler vermislerdir.
Sinasi, Türkçe’yi daha sade bir düzeye ulastırmak için çabalayan Osmanlı aydınlarından
biridir. Siir yahut nesir olsun ürettigi eserler ve olusturdugu fikirlerinin katkısı çagı
itibariyle dil çagdaslasması açısından önemlidir (Tanpınar, 1997: 191-210 ve Berkes,
2002a: 283).
“Müslüman Osmanlılar / Türkler” arasında eskiden beri olusturulan devlet yapısından
dolayı, bizim bugün algıladıgımız gibi bir Türk ulusu kavramı bulunmamaktadır.
Osmanlı Devleti içindeki öteki yabancı gruplar bunun aksine, geçmislerinden gelen bir
‘millet’ kavramına sahiptir, o kadar ki ‘İslam ümmeti’ olgusu ‘millet’ olarak algılanmaya
baslamıs ve ‘ulus’ kavramı Türk ulusu niteligini kısmen II. Mesrutiyet’in ilanından sonra
kazanmıstır (Berkes, 2002a: 404, 405). Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı’ya hâlâ baglı
bulunan gayrimüslim halk açısından önemli bir gelisme de Tanzimat yönetiminin Rum ve
11 Bu asamada su hususu belirtmekte fayda görüyoruz: Bozkurt Güvenç cumhuriyet ve kimlik üzerine yaptıgı
bir çalısmasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber “çok dinli, dilli ve milletli” Osmanlı
Devleti’nin ardından kurulan devletimizde kimlik sorunlarının yasandıgını ve hâlâ da yasanmakta oldugunu
belirtir (Güvenç, 1998: 117).
1 9
Ermeni halklarının anayasalarına onay vererek onlara “yarı-özerk ulus” yapısı olma
fırsatını vermis olmasıdır (Berkes, 2002a: 408).
Gayrimüslim halkın; on dokuzuncu yüzyıldaki bu gelismelere kadar Osmanlı içinde
tarihsel perspektifte ticari yasamdaki özne konumları bir kenara bırakılırsa geri planda
kaldıgı, “19. yüzyıldaki ayrılıkçı-milliyetçi akımlarla birlikte” tekrar tarihin sahnesinde ön
sıralara geldikleri, Osmanlı İmparatorlugu’nun çok kültürlü yapısı kapsamında Esra
Danacıoglu tarafından belirtilen hususlardan biridir (Danacıoglu, 2001: 17).
Osmanlı Devleti’nde ‘din’ vurgusunu koyulastırmasının yanında ulusçuluk yönelimlerini
artıran etkenlerden biri de Balkan Savasları’dır: “Türk Hükûmeti, Ordusu” gibi
adlandırmalar ilk defa bu dönemde telaffuz edilmis ve basta ‘Osmanlılar / İslamcılar’
olmak üzere pek çok kisi bu terimlere karsı çıkmıstır (Berkes, 2002a: 435, 436).
Birinci Dünya Savası’nın ardından Osmanlı’nın bekasını saglamak için çesitli görüsler
ortaya atılmıstır. Bunlardan biri; Wilson Prensipleri’ne göre “ulusların kendi yazgılarını
kendi özgür isteklerine göre kararlastırmaları”, öbürü ise Milletler Cemiyeti’nin üyelerinin
birinden “mandat” rejimini talep etmektir (Berkes, 2002a: 475). Yine Berkes’in
vurguladıgı bir baska önemli ayrıntı, Anadolu üzerinde 1917 Bolsevik Devrimi’nin de
etkilerinin olmasıdır (Berkes, 2002a: 477):
Müttefik ülkeler bu rejimi çerçeve içine almak ve yayılmasını engellemek için, mütarekede
belirlenen yerlerin dısında toprakları isgal etmis, Yunanistan’ı da isgal için tesvik
etmislerdir. Wilson Prensiplerine karsı cevap niteligi tasıyan “Misak-ı Millî” (1920)
bildirisinde Osmanlı Devleti’ne baglı Türk nüfusun daha az oldugu ülkeler ulusal
bagımsızlıgını elde ettigi takdirde çagdaslasma girisimlerinin baslayacagının açıklanması,
daha önce konusulan ve ülke yönetimi açısından izlenmesi istenen politikaların reddiyle
beraber Osmanlı Devleti’nin dagıldıgının da kabulü niteligindedir.
Dikkati celbeden ve Atatürk’ün Nutuk’ta belirttigi hususlardan biri; ülkenin daha önce
zikredilen siyasal sistemlerle yönetilemeyeceginin asikâr oldugu, rasyonalist bir yaklasımla
devletin ‘ulusal’ bir siyasi tutum sergileyecegidir (Berkes, 2002a: 493).
Osmanlı Devleti’nin mevcut toplumsal yapısı hakkında daha evvel çesitli bilgiler
aktarmıstık; bu yapıda insanın birey olarak yeri yoktur. Osmanlı Devleti’ni sistem ve rejim
degisiklikleriyle Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüstürme asamasında Atatürk’ün farkına
vardıgı noktalardan biri de “kisi onuru”dur, öyle ki Batılı devletlerin yapısında kisilerin
2 0
egemenligi söz konusudur (Mardin, 2006: 18). Bu farkındalık elbette ki batılılasma ve
uluslasma açısından önemlidir.
Göstergelerin isaret ettiginden daha uzun zaman dilimini kapsayan Türk ulusunun
yaratılma sürecine dair olarak Danacıoglu’nun su yorumuna da mutlak yer vermek gerekir:
“Toprak probleminin temelinde, küçülen Osmanlı İmparatorlugu’nun daralıp kaldıgı ve Cumhuriyet’in
devraldıgı –o ana kadar vatan olarak tanımlanmamıs- cografyayı ulus-devlet için anlamlı bir millî yurda
dönüstürme çabası vardır. Neye tekabül ettigi müphem bir Osmanlı vatanı yerine ‘millî yurdun’ insası da
dogal olarak, tarihçiler eliyle bir tarih bilincinin olusturulması sürecidir.” (Danacıoglu, 2001: 11, 12)
Her toplulugun kendi edebiyatını yarattıgını da belirtmistik; Osmanlı’da meydana gelen
siyasi, sosyal ve ekonomik çagdaslasma, edebiyat alanına da yansımıstır: Klasik anlamdaki
simetrik uyum içerisindeki Divan Siiri çoktan bırakılmaya yüz tutmustur; ancak çesitli
dönemlerde nitelikleri farklı eserler ortaya çıkar. Bu durumun göstergelerinden biri,
Servet-i Fünûn Dönemi Edebiyatı ile Millî Mücadele ve Cumhuriyet Dönemi Edebiyatları
arasında çok fazla farkın olmasıdır. Artık daha realist ve natüralist nitelikte ürünler
üretilmekte; belirtik üslupta eserler okuru egitme, bilgilendirme, ona net bir tez sunma
amacı gütmekte; ‘toplum hayatı’ da bu ürünlere özellikle sosyolojik, siyasal ve tarihsel
açıdan net bir sekilde yansıtılmaktadır. ‘Birey’i ön plana alan yeni yapının edebiyatı da -
her ne kadar benligini o dönemde tam bulamasa bile- yenidir. Alt ve üst yapıda meydana
gelen dönüsümler kendi edebiyatını da beraberinde getirmistir ki unutmamalı; ‘roman’ türü
burjuvanın edebiyatı olarak kabul edilmektedir -konumuzun sınırlarını zorlayarak sunu da
ifade etmeliyiz; Cumhuriyet Dönemi millî bir burjuvazinin yaratıldıgı bir süreçtir- ve bizim
edebiyatımızda baskın tür olmanın yanı sıra Osmanlı’yı yansıtan siir (siirin de kendi içinde
çok çesitli oldugu kaidesini bir kenara bırakmamak kosulu ile) zamanla geri plana itilerek
roman ön plana çıkarılmıstır.
2 1
4 MÜBADELE ÖNCESİNDEKİ DÖNEMDE EGE VE ÇEVRESİNİN KONU
BAGLAMINDA BİR DEGERLENDİRMESİ
…
Dogdugun yer, bu eski dünya
Doydugun yer, bu yaslı dünya
Bir gün gelmis, gülmez olmus
İsmi artık anılmaz olmus
Anatolia, Anatolia
Sevgim seninle bu zor günlerinde
Anatolia, Anatolia
Kalemi kır cezamı kes ama onurumu geri ver… (Pentagram, Anatolia)
Dogu Akdeniz12 cografyasının geçmisinin mirasına bugün tüm dünya ortaktır. Felsefeye
dayanan bilim dalları Antik Yunan sayesinde bugünkü ayrımlarına ulasabilmistir. Salt
Antik Yunan degil, Eski Mısır gibi Akdeniz’e kıyılanan ya da Mezopotamya misalinde
oldugu gibi kıyısı olmasa da yakın bir yörüngede yer alan uygarlıkların varlıgıyla can
bulan insanlıgın kültür hücreleri, ruhunu kendinden sonraki devirlere aktarmıstır. Bu
sayede dünya ekini membaını Akdeniz’le köklestirmistir demek hatalı bir yargı degildir
(Uzakdogu, Güney Amerika gibi geçmisleri antik döneme dayanan kültürler konumuzun
oldukça dısında oldugu için degerlendirmeye tabi tutulmamıs olup, kültürler arası üstünlük
yarısı gözetilmemistir).
Anadolu yarımadası, Akdeniz’in en önemli uzuvlarından biridir. Anadolu, farklı ve es
zamanların uygarlıklarının kalıntılarını vücudunda katmanlastırıp çocuklarına aktarmıs; bir
nevi ister istemez günümüzdeki kendi varlıgıyla alakalı devletlerin DNA’sını belirlemistir.
Bu durumun beklenen bir sonucu olarak da bu kadar eski bir varlıgın sorunları, içerigi ne
sekilde biçim alırsa alsın eskidir.
Tarihte yasanan deneyimlere dayanarak olusturulan genelgeçerliklerden biri söyle izah
edilir: Göçmenler ya da göçebeler; bir toplumda sahip oldukları niteliklerin gücü hangi
seviyede olursa olsun göç ettigi topraklardaki kültürden büyük parçaları özümserler; çünkü
yerlesik toplumun olusturdugu kültür daha baskındır. Türkler de Anadolu’ya göç
ettiklerinde Anadolu’nun o güne kadar olusturdugu kültürden etkilenmistir. Bu
12 Braudel, Akdeniz nedir sorusuna söyle bir cevap verir: “Bin bir seyin hepsi birden. Bir peyzaj degil, sayısız
peyzajlar. Bir deniz degil, birbirini izleyen birçok deniz. Akdeniz’de gezen, Lübnan’da Roma dünyasını,
Sardinya Adası’nda tarih öncesini, Sicilya’da Yunan kentlerini, İspanya’da Arap varlıgını, Yugoslavya’da
Türk İslamı’nı bulur. Yüzyılların derinliklerine iner; Malta’daki megalitik yapılara ya da Mısır piramitlerine
uzanır. Bugün hala yasayan çok eski seylerin yanında, asırı modern seylerle karsılasılır… Bu, hem adaların
antik dünyasına dalmak hem de her türlü kültür ve kazanç akımına açık olan ve yüzyıllardır denizi gözleyen,
kemiren çok eski kentlerin yepyeni görünümleri karsısında saskınlıga düsmek demektir. Bütün bunlar
Akdeniz’in çok eski bir yol kavsagı olmasındandır. Bin yıllardan beri, her sey ona kosmus, tarihinin altını
üstüne getirip onu zenginlestimistir…” (Braudel, 1995: 7, 8)
2 2
etkilenmeler basit izahatlara sahip degildir ve sadece toplumun yalınkat hayatında
görülmemistir.
Tarihsel açıdan da Osmanlı İmparatorlugu’nun daha önce açıkladıgımız yönetim
sisteminde Bizans ve Dogu Roma Devletlerinin etkileri görülmektedir (Keyder, 1989: 13).
Tek bir cümle ile ifade etmek gerekirse, feodal bir yapı Anadolu topraklarında hiçbir
zaman var olmamıstır. Dolayısıyla Çaglar Keyder’in de dillendirdigi üzere “küçük
köylülük” Avrupa’nın aksine bu topraklarda varlıgını korumus, sınıf yapısı içerisinde
“köleler” ortaya çıkmamıstır (Keyder, 1989: 13). Toplum içinde farklı dine ve milliyete
mensup kisiler arasında ayrılıkların olusmaması, Anadolu’nun hem eski bir gelenegi hem
de döneminin kosullarına göre daha iyi yönetim sekline sahip olmaktan kaynaklanan bir
nitelik olarak degerlendirilebilir. Bu durumda sınıfsal ayrımlar olmadıgı için mevcut
grupların birbirlerinden etkilenmeleri daha olanaklı hâle gelmektedir ki iki toplum
arasındaki benzerlikler düsünüldügünde kurulan ulus-devletlerin bile bu mirası
degistirebilme yetkinligini gösteremedigi yargısına varılabilir.
Osmanlı’nın hüküm sürdügü son yüzyılda (1864 itibariyle) Anadolu yönetim olarak
vilayetlere ayrılmıstır; 1. Dünya Savası’na kadar olan zaman diliminin büyük bir kısmında
14 vilayet ve 2 bagımsız sancak mevcuttur (McCarthy, 1998a: 1). Bu ayrımlar,
Türkiye’deki cografi bölge ayrımlarına benzese de aradaki önemli fark, idari sistemden
kaynaklanır; çünkü bugünkü ayrımın siyasi bir yanı yoktur.
Bu vilayetler su sekilde sıralanmıstır: Bugün Ege Bölgesi diye adlandırdıgımız ve
konumuz açısından oldukça deger tasıyan bölge Aydın vilayeti, Çanakkale’nin batısı Biga,
Bursa ve çevresi Hüdavendigar, İç Anadolu’nun merkezi Ankara, Çukurova yöresi Adana,
bu yerler arasında kalan bölge Konya, Batı Karadeniz Kastamonu, İstanbul’un Anadolu
yakası ve Kocaeli İzmit, Dogu Karadeniz Trabzon olarak adlandırılmıstır. Dogu ve
Güneydogu Anadolu Bölgeleri ise Halep, Sivas, Erzurum, Bitlis, Elazıg, Diyarbakır ve
Van olmak üzere vilayetlere ayrılmıstır (McCarthy, 1998a: 1, 3).
Yukarıda verildigi üzere Yunan isgali altında kalan İzmir ve çevresi, Aydın vilayeti olarak
adlandırılmaktadır. Ayrıca farklı vilayetlerde yönetim açısından da farklılıklar olusmus
olabilir ki bu, oralarda yasayan nüfus yapısı açısından önemli bir ayrımdır.
Anadolu’daki nüfus yapısı, Türklerin Anadolu’ya göç etmesiyle önemli yapısal
degisikliklere ugramıstır. Nitekim, Hıristiyan nüfusta azalmalar olmus, bazı Hıristiyanlar
2 3
ise Müslümanlasmıstır; ancak yine de toplum yapısı oldukça kozmopolittir. Bunun yanında
belirttigimiz bu süreç içerisinde de Anadolu’nun nüfusu yarı yarıya artmıstır (McCarthy,
1998a: 1, 2, 111). Osmanlı Devleti’nin bu nüfus yapısına karsı yaklasımı Türk, Arap, Rum
gibi milliyet ayrımları degil kisilerin mensup oldugu dine yönelik ayrımdır. Bir kisinin
Türk ya da Kürt olup olmamasından ziyade, Müslüman olup olmaması deger tasımaktadır.
Bu durumun nedenlerini uluslasmayı ele aldıgımız bölümde aktarmıstık, önemli olan nokta
Hıristiyan tebaaya da aynı sekilde yaklasılmasıdır (McCarthy, 1998a: 6).
Anadolu’daki Rum nüfus belirli merkezlerde toplanmaktan çok, genis alanlara yayılmıs
olup, Balkan Savaslarının sürdügü yıllarda sayıca yüksek rakamlara ulasmıstır (McCarthy,
1998a: 90-104, 116). Ancak bu sayılar çok kısa bir süre sonra düsmüstür ki dünyanın
basına gelen en büyük yapay felaketlerden biri olan 1. Dünya Savası’nın baslamasıyla
Anadolu’daki özellikle etnik nüfusun karısık oldugu bölgelerde her türlü dinden ve etnik
kökenden pek çok insan ölmüstür (McCarthy, 1998a: 120, 146, 147).
Yönetim nezdinde soy açısından degil de din açısından birlik gösteren bu topluluklar,
Mübadele’yi anlamlandırma yolunda deger kazanır; çünkü Osmanlı’nın takındıgı bu tutum
ister istemez halkın yasamı ve davranısını da etkilemistir. 19. yüzyılda da iki gruba ait halk
içinde henüz hatları belirlenmis, net bir ulusal bilinç uyanmadıgından, ortaya ulusal
bilinçten önce dinî bilinç çıkmaktadır. Dogal bir gelisme olarak Lozan Antlasması sonucu
yapılan halkların “takas”ı biraz daha anlam kazanır.
Balkanlar her ne kadar Akdeniz’e uzak topraklar olarak kalsa bile gerek Osmanlı
İmparatorlugu’nun, gerekse baska devletlerin yönetimi altındayken hararetli dönemlerin
sürekli yasandıgı bir geçis bölgesinde yer alır. Önemli bir geçis alanında yer alması, burada
yasayan insanların -isin özü cografyanın bütününde- siyaset ve tarihin karısık, zaman
zaman kimliklerin iç içe geçtigi sahnesinde bir sekilde yer almalarına sebebiyet vermistir.
Osmanlı Devleti’nin, bünyesinde yer alan milletlerle yasadıgı sorunlar; kısa bir zamanda
ve tek bir etkene dayanarak ortaya çıkmamıstır. Bilindigi gibi İmparatorluk, on sekizinci
yüzyıl ve sonrasında fetih politikasına devam edememis, akabinde toprak kayıpları
gelmeye baslamıstır. Osmanlı için önemli dönümlerden birini Rus İmparatorlugu ile 1774
yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlasması olusturur; bu antlasmayla Osmanlı, devlet
politikasından ve prestijinden bir hayli ödün vermistir (Anderson, 2001: 11, 12). Bunun
ötesinde Osmanlı İmparatorlugu’nun topraklarının hem çok genis olması hem de
2 4
uygulanan yönetim sisteminden dolayı sultanların, bastan beri ülkenin her noktasında aynı
oranda hüküm sürdürememesidir:
“…Balkanlarda İstanbul’un hiçbir zaman dogrudan yönetmedigi büyük alanlar vardı. Tuna boyunda uzanan
Eflak ve Bogdan, Sultan’a vergi ödemelerine karsın, önemli ölçüde özerkliklerini koruyordu. İstanbul’un
atadıgı Voyvoda bu eyaletleri yönetiyordu. 18. yüzyılın basından itibaren bu görev, yerel toprak sahibi
ailelere (boyarlar) degil, önemli Yunan ailelerinden gelen kisilere verilmeye baslamıstı…” (Anderson, 2001:
15)
Anderson’un yine isaret ettigi üzere, Ege Adalarında ve bugün Yunanistan’ın güney
bölgesini olusturan Mora Yarımadası’nın ulasılması zor yerlesim yerlerinde “fiilî ya da
hukukî” bakımdan bagımsız olan Yunan toplulukları bulunmaktadır (Anderson, 2001: 15).
Bu durumda adı geçen bölgelerde yasayan Yunan topluluklarının gerçekte özerk bir yapıya
sahip oldukları söylenebilir. Yunan Bagımsızlık Savası içerisinde Mora Yarımadası’nın bu
yapısal özellikleri, Osmanlı’nın bölge ve halkıyla diyalogsuzlugu neticesinde büyük yer
tutmustur; buna mukabil deniz hâkimiyetini ele geçiren Yunanların bagımsızlık hareketleri,
öteki Balkan ülkelerinden de bagımsız gelismeler olarak ortaya çıkmıstır (Anderson, 2001:
74, 75).
Ege Adaları ve Mora Yarımadası’yla ilgili bahsedilen durumların benzer örnekleri
dogallıkla ülkenin Balkanlar ve Anadolu da dâhil olmak üzere çesitli bölgeleri için de
geçerlidir (Anderson, 2001: 15):
“…Derebeyi ve ayanlar Sultan ve yöneticilerine tam olarak itaat etmekten kaçınıp, yerel hanedanlıklar bile
kurabiliyordu. 18. yüzyılın ilk yarısında, Batı Anadolu’nun büyük bir bölümünde etkili olan Karaosmanoglu
ailesi, bunun en iyi örneklerinden biridir…” (Anderson, 2001: 15)
Görüldügü gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma sürecinin berisinde de mevcut yönetime
tam anlamıyla paralel olmayan baska egilimler bulunmaktadır. Böylece bu halkların hem
öteki topluluklarla iletisimi kolaylasmıs hem de kolay iletisim kurabilmenin önemli bir
sonucu olarak çesitli etkilenmelere açık yasamıslardır.
Osmanlı İmparatorlugu’nun -nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın- uzun yıllar varlıgını
sürdürmesinin baska nedenleri de vardır:
Devlet salt 18. yüzyıldan sonra degil, İmparatorlugun görkemli zamanlarında dahi eyalet
valilerine özgür bir ortam tanımıstır (Anderson, 2001: 16). Ancak bu özgürlük alanı
bugünün ulus-devlet ve demokrasi anlayısına göre degerlendirilmemeli, Osmanlı
Devleti’nin yapısı göz önünde bulundurulmalıdır.
2 5
Balkanların millet yapısında 17. yüzyıldan sonra önemli degismeler olmaya baslamıstır.
Nüfusunun önemli bir bölümünü olusturan ve aynı zamanda ticaretle ugrasan Yahudi ve
Ermeniler çogunlukla Batı Avrupa’ya göç etmis, bölgedeki Türk nüfusunda da göze çarpan
azalmalar olmustur (Anderson, 2001: 16).
Bu gelismenin bölgeye yansıması ise Yunan, Arnavut ve benzeri toplulukların sahip
oldugu millî unsurların daha fazla öne çıkmasına, Balkanların çok daha önceden
türdeslesmeye baslamasına neden olmustur.
1914 yılına gelindiginde Balkan Savasları nedeniyle Balkan nüfus yapısında
Müslümanların sayısı, savas öncesinde üstün bir konumdayken göç ve ölümler yüzünden
azalmıs ve Müslümanlar azınlık statüsünde kalmıslardır (McCarthy, 1998b: 186). Ancak
Balkan Savasları sonucunda olusan bu durumun aksine Yunanistan sınırları için benzer bir
süreç söz konusu degildir (McCarthy, 1998b: 188).
Bu durum imlemektedir ki Balkanlardaki Bulgaristan gibi ülkelerde nüfus takasını
gerektirecek bir olusuma gerek kalmadan nüfus yapısı zaten degismis; Yunanistan ve
Anadolu’daki konumun ters açılardan farklı olmasının sonucunda buralarda devlet eliyle
çesitli yaptırımlar uygulanmıstır.
Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorlugu’ndan aldıgı toprakların batısında büyük oranda Rum
sayısı fazlayken, dogu bölgelerinde Müslüman sayısı ön plana çıkar: Selanik de
Müslümanların daha fazla oldugu kentlerden biridir (McCarthy, 1998b: 187).
Anadolu’da sayısı tam olarak belli olmayan miktarda Rum’un Yunanistan vatandası olması
ve bunların çogunun İzmir’de yasaması da ilginç bir saptamadır (McCarthy, 1998a: 90).
Bu saptama gösterir ki Ortodoks ya da Katolik olsun, Rumların içindeki bir grup, aidiyet
olarak kendisini daha net tanımlamaktadır. Bu Rumlar, Osmanlı Devleti’nin henüz
netlesmemis sınırları içerisinde yasasalar bile vatandaslık bagları baska bir ülkeye aittir.
Osmanlı’nın siyasi hatalarından biri olan kapitülasyonların sagladıgı ayrıcalıklar,
Avrupalıların himayesinde yer alıp Rum, Ermeni veya Yahudi olan bazı sahıslara da özel
statü olarak tanınmıstır (Anderson, 2001: 17). Bu gruplar ticaretin kendilerine saglamıs
oldugu özgürlük alanından faydalanmıslar; özellikle de Rumlar, Yunan Bagımsızlık
Savası’nda Yunanistan’a destek olmuslardır. Müslüman tebaa ise basta dini sebepler olmak
üzere çesitli nedenler sonucunda ticaretle içli dıslı olamamıstır.
2 6
Bunun yanında Müslüman ve Hıristiyan tebaanın özellikle dini açıdan tamamen esit
kosullarda yasadıgını ileri sürmek de açıkçası zordur: Osmanlı Devleti, kiliselerin iç
islerine karısmayıp onları özerk bir yapıda var olmalarına izin verse de bu dine mensup
üyeler, siyasi ve askeri alanlarda üst sınıflara pek yükselememektedirler (Anderson, 2001:
19).
Balkanlar ve Yunanistan’da yasanan gelismelerde “Büyük Güçler” olarak tabir edilen
devletlerin kendi ülkelerinin yararlarını da göz önünde bulundurarak uyguladıkları
politikaların bu bölgelerdeki yansımaları önemlidir (Anderson, 2001: 73-104). Bu konuda
Rusya ile Yunanistan arasındaki iliskiler dikkatle incelenmelidir ki bir devletin destek
görmeden bagımsızlıgını kazanması o dönem için oldukça güçtür.
Özerk bir yönetime sahip Yunan Devleti’nin kurulması için 1886 yılında İngiltere - Rusya
protokolü imzalanmıstır: Bu protokole göre Yunanistan yönetiminde Sultan’ın sınırları
Büyük Güçlerce belirlenmis bir rolü ve Fransa, Avusturya, ayrıca Prusya da antlasmanın
garantör ülkeleri olacaktır (Anderson, 2001: 84).
Yukarıda da açıklandıgı gibi Osmanlı’nın hâlen kendi sınırları içerisinde olsa bile Balkan
Devletleri üzerindeki hükmünün 19. yüzyılda son derece azalmıs olması, bu devletler
açısından bir süre sonra gerçeklesecek olan tam bagımsızlık ortamına hazırlık
niteligindedir. Gelismeler bu yönde ilerlemesine karsın Anderson; İngiliz, Fransız ve Rus
Hükûmetlerinin, bir dönem için, özerk yapıda bir Yunanistan’ı, bagımsızlıgını tamamen
kazanmıs bir Yunanistan’a tercih ettiklerini de sözlerine eklemistir; sebebi ise Avrupa’nın
mesruiyet temelli yönetimine zarar gelebilecegi endisesidir (Anderson, 2001: 92).
Yunanistan’ın bir ulus devleti kurma yolunda attıgı adımlara ragmen, ülkenin yönetim ve
kimlik yapısında karmasa hâkimdir. Nitekim halkın büyük bir bölümü yoksuldur ve
kendini “Yunan” olarak tanımlayan insanların ancak küçük bir bölümü ülke sınırları
içerisinde yasamaktadır (Anderson, 2001: 94, 95).
Ortodoks Kilisesi’nin Yunan halkı üzerinde önemi yadsınamayacak etkilerinden biri de
sudur (Glenny, 2001: 40): Çesitli gazetelerde ve yazısmalarda Rumca konusmayan halktan
“Les Grecs” olarak bahsedilmesi, onların Ortodoks Kilisesi üyeleri oldugunun
göstergelerinden biridir. Bunun yanında Rumca konusan halkın içinde de kendini
Hıristiyan, Romalı, Yunan gibi adlandırmalarla tanımlayanlar da mevcuttur. Misha
Glenny, Ortodoks Kilisesi’nin Yunan kimligini tanımlamada en önemli unsur oldugu
2 7
kadar, en tutucu unsur da olduguna dikkat çeker, öyle ki Osmanlı’da yasayan Rumlar
açısından da din zaten kültürden önce gelmektedir (Glenny, 2001: 42).
Bu ufak ayrıntı konumuz itibariyle önemlidir; çünkü fakirlik ve kötü yönetimle beraber
kargasa ortamını yaratan öteki sebeplerden biri de kimlik sorunudur. Kimlik sorunları
bagımsızlasarak homojenlestirilmis ulusal yapıda bir devletin önündeki en önemli
sorunlardan biridir. Bu sorun kanaatimizce Yunan tarafı için Lozan Mübadelesi’nin
gerçeklesmesine neden olan etkenlerin basında gelmektedir.
Buna paralel olarak Glenny de Rumların mücadelelerinin ideolojik yönünün agır bastıgını;
çünkü kimliklerini bütünüyle bilmedikleri yorumunu yapar (Glenny, 2001: 43). Aslında,
bu cografyada yasayan bir toplumun böyle bir sorunla yıllarca kavrulması olagan dısı bir
durum da degildir.
Yunan isyancıları arasında bölünmeye sebep olan diger bir unsur, kültürel miraslarıdır
(Gleny, 2001: 48). Yunan toplumu da bir tarafıyla Türk toplumuna benzer sekilde
Dogulu’dur ki iki toplum arasındaki geçmisten gelen ortak özellikler dikkati çeker; ama
Yunanlar diger bir taraflarıyla da Batılı’dırlar. Glenny, her iki Yunan’dan birinin Batılı ya
da Dogulu olmayı seçtigini imler (Glenny, 2001: 48); ancak atlanmaması gereken bir nokta
vardır: Osmanlı’nın mirasçısı olarak görülen Türkler, Bizans’ın mirasçısı olarak görülen
Rumlara oranla çeliskileri daha yogun bir “ikilik” arasında uzun yıllar yasamak zorunda
kaldıgı gibi hâlâ da yasamaktadır, oysa Yunan toplumu öbür yakaya eklemlenmeyi
basarmıstır.
Rumlar sadece ticaret gibi konularda degil, basta İstanbul Rumları olmak üzere bu halkın
içinde bazı kisiler Osmanlı devlet politikasında önemli roller oynama sansına sahip
olabilmislerdir (Glenny, 2001: 40). Daha sonra ayrıntılı olarak deginecegimiz gibi Lozan
Mübadelesi İstanbul Rumlarını kapsamamaktadır; bu durum onların Bizans’ın mirasçısı
olması ve kimlik sorunlarını yasamamalarından kaynaklanıyor olabilir.
Yunan Bagımsızlık Savası basladıgı zaman isyan sonucu yapılan kıyımlarda görülen
çeliskilerden biri, Mora ve Girit’te Müslümanlıgı önceden kabul etmis olan Rum nüfusun
da öldürülmesidir (Glenny, 2001: 45). Bu çeliskiler ve olaylar, Ortodoks Kilisesi’nin
toplum üzerindeki yaptırımını bir kez daha gösterir.
Girit gibi su anda Yunanistan’a baglı olan kentler ve adalar, Yunan uluslasması ve
bagımsızlasmasında Osmanlı’ya karsı isyanların yogun oldugu bölgelerdendir. 1866-1868
2 8
yılları arasında çıkan Girit isyanı, Yunan isyanına uluslararası bir boyut da getirmistir
(Anderson, 2001: 175, 176). Girit, bagımsızlasma süresince Osmanlı’nın basına oldukça
dert açmıstır; ada fethedildigindeyse öteki bölgelerde oldugu gibi Müslüman halktan
kimseler adaya akınlar halinde göç etmemislerdir. Girit’te yüksek sınıfa ait kisilerden
Müslümanlıgı kabul edenler olmustur; ancak bu kisiler Rumca konusmaya devam etmis,
adanın büyük bir bölümünde Osmanlı yönetimi benimsenmemistir (Glenny, 2001: 174).
Nitekim, Sabâ Altınsay’ın romanı Kritumu, Girit’in bu karmasık ortamını kurmaca bazında
basarılı bir sekilde sergilemektedir.
Birinci Dünya Savası ardından tamamen dagılan ve içinden yepyeni uluslar çıkan Osmanlı
İmparatorlugu topraklarının paylasılması konusunda Batı Trakya için Büyük Devletler
tarafından düsülen konum, bu bölgenin Yunanistan kontrolüne verilmesidir (Anderson,
2001: 368). Bu paylasımın sonucunda bölgenin önemli merkezlerinden biri olan Selanik13
kenti de Yunan yönetimi altında kalmıstır. Yunan ordusunun Batı Ege’yi isgali ile çok
çetin bir sürecin yasanmasına karsın, İzmir de dâhil olmak üzere (Anderson, 2001: 380),
yörenin Türkiye toprakları içersinde yer alacagı Lozan Antlasması ile kesinlesmistir.
Türkiye topraklarında yasayan yabancılar bu konferansın en önemli sorunlarından birini
teskil etmistir. Fransa basta olmak üzere konferasın diger katılımcı ülkeleri Türk
Hükûmeti’nin “yabancı hakları” konusunda Türklerle yabancılar arasında esit dagıtılmıs
haklar sunacagına pek ihtimal verememektedirler (Anderson, 2001: 382). Bahsi geçen bu
‘güçler’, batılı niteliklere sahip olabilecek bir Cumhuriyet’in kurulusuna ise destek
vermektedirler (Anderson, 2001: 403).
Yukarıdaki açıklamalarımızın ısıgında degerlendirmelerde bulunmak gerekirse bu güçlerin
Türkiye’ye olan güvensizliginin Lozan Mübadelesi’nin gerçeklesmesinde son derece etkili
oldugu kanısını tasıyoruz.
Balkanlarda Osmanlı yönetiminin zayıflıgını ve himayesinin yetersizligini gösteren
hâllerden biri de uzun süreden beri varlıgı devam eden “armatalos”lardır. Bu armatalos’lar
13 Selanik kenti de İzmir gibi büyük bir yangın atlatmıs ve yeniden insa edilmistir (Glenny, 2001: 290, 291).
Her iki kentin de isgal altında olup, hem mimari hem de nüfus yapısı açısından tekrar insa edilip bir nevi
yaradılısının degistirilmesi ilginç bir tesadüftür. Ancak bir gerçeklik daha vardır; o da bu yangınlar kentlerin
tarihini degistirmek adına bilinçli olarak düzenlenmistir. Selanik yangınıyla Venizelos, sehri kendi amaçları
dogrultusunda modernlestirmek daha açık bir ifadeyle yayılmacı planlarının -Megali İdea’nın- bir parçası
niteliginde degerlendirmistir (Glenny, 2001: 292). Bu yangın ve kentin degismesi, önemsiz bir ayrıntı gibi
gözükse dahi bir kentin kaderini dolayısıyla insanın kaderini degistirmekle aynı anlamlara gelir.
2 9
eskıyalar arasından seçilerek devlet yönetimi ve yasaları adına koruyucu zabıta rolünü
oynamıs, II. Mahmut zamanında da Yanya’daki Ali Pasa ordusuna katılmıstır (Glenny,
2001: 42).
Anderson, Osmanlı Devleti’nin çöküs sürecinde ortaya çıkan uluslararası sorunların / Dogu
Sorunu’nun Lozan Antlasması ile ortadan kalktıgını iddia eder (Anderson, 2001: 397).
Oysa bu kısmi bir çözüm olarak görülebilir ki esasında sorunlar farklı bir yöne çevrilmistir.
Nitekim Yakındogu’nun topraklarında her dönem çesitli problemler bas göstermistir.
4.1 Yunan İsgali Hakkında
Yunan Devleti, Batı Anadolu’yu isgaliyle (1919-1922) 10 Agustos 1920 Sevr
Antlasması’na göre Anadolu’dan toprak alma hakkına sahip olmaktayken Türk Kurtulus
Savası, bu planların degismesine neden olmustur.
Yunan isyanı kendi kendine olusmamıstır. Büyük Güçlerle birlikte Venizelos’un
uyguladıgı politikaların da isyan sürecinde yasananlara etkisi yadsınamayacak bir
gerçekliktir:
Alexander Pallis’in14 ifadelendirdigine göre Balkanlarla birlikte II. Abdülhamit
Dönemi’nde Girit’te meydana gelen olaylar ve 1908 yılında Jön Türklerin iktidarı ele
geçirmesinin de etkisiyle Yunanistan’daki cunta liderlerinin isi kolaylasarak 1909’daki bir
askerî darbeyle Venizelos’u hükûmetin basına getirmislerdir (Pallis, 1997: 18).
İsgal 1919’da baslamıstır. Bu ortamı hazırlayan olusumların tarihinin Büyük Britanya
Hükûmeti için Sir Edward Grey’in Yunanistan’a kendilerinin safında savasa katılma
kosuluyla “Batı Anadolu kıyılarında taviz verme teklifine” dayandıgı belirtilir (Pallis,
1997: 24).
Balkanlarda ulus-devlet kurma yönündeki yaklasımlar ne idiyse Yunan isgalinde de aynı
amaç tasınmaktadır; fakat Batı Anadolu’da Balkanlarda oldugu gibi Müslüman nüfus
dagınık degildir. Müslüman nüfusun sayıca daha fazla ve etnik olarak da yogunlukla Türk
olması, onlar açısından durumu dezavantaja çevirmistir (McCarthy, 1998b: 277).
Yunanların Anadolu topraklarından çıkarılmasında Türk Ordusu’nun sarf ettigi güç bilinen
bir gerçekliktir; fakat bu sonucun olusmasında özellikle Yunanistan açısından baska
14 Pallis’in kitabı Mübadele’den kısa bir süre sonra, 1937 yılında basılmıstır. Bu degerlendirmenin olaylar
henüz tazeyken ve 2. Dünya Savası öncesinde içerden bir bakıs açısıyla yapıldıgı unutulmamalıdır.
3 0
nedenler de bulunmaktadır. Misha Glenny bunları su sekilde izah etmistir (Glenny, 2001:
319):
“Yunanlılar’ın en büyük sorunları içerden kaynaklanıyordu. Ordunun morali çok bozuktu. 1920 yılı
geldiginde ordu sekiz yıldır savasıyordu. Devlet hazinesi bombostu ve Anadolu’nun isgalini sürdürmek
Mora, Attika ve Teselya’dan olusan Eski Yunanistan’da büyük sıkıntılara neden olmaktaydı. Venizelos bütün
enerjisini Paris’teki diplomatik mücadelede harcamaktaydı. Megali İdea’yı elde ettigine göre milliyetçi ruhun
dalgasına kapılıp tekrar iktidara getirilmeyi bekleyerek 1920 Kasım’ında seçime gitti” (Glenny, 2001: 319)
Görüldügü gibi Yunanistan ordusunun, çesitli etkenlerle daha kötü yönetilmeye baslaması
Türk ordusu açısından büyük bir fırsat yaratmıstır.
Pallis, Müttefik olarak isbirligi yapılan ülkelerin bu isbirligini bozabilecek bir noktayı su
biçimde ifade eder: Yunanları, İtilaf Devletleri ve Alman taraftarı olmak üzere ikiye ayıran
propaganda da Yunanistan açısından taktik hatalardan biridir (Pallis, 1997: 13).
Pallis’in Yunan isgalinin nedenlerini degerlendirdigi kitabında üzerinde özenle durdugu
noktalardan bir digeri, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarmasının dezavantajlarının
Venizelos tarafından dahi bilinmesine ragmen,15 İngiltere basta olmak üzere Fransa, İtalya
ve Rusya’nın kendi çıkarları dogrultusunda uyguladıgı politikalar neticesinde Türkiye ile
savasa girismis oldugudur (Pallis, 1997: 17-92).
Bu asamada su ayrıntıyı ifade etmenin zamanı gelmistir:
Rusya, öteki İtilaf Devletlerinin aksine yasanan Bolsevik Devrimi ile birlikte iki senedir
Anadolu’ya karsı uyguladıgı politikanın açısını bir anda degistirmistir. Ruslar, Türk - Rus
Savası’nın ardından aldıkları Kars ve Ardahan’ı geri vermis, Türkiye’ye Kurtulus
Savası’nda para ve cephane yardımında bulunmuslardır (Pallis, 1997: 45, 79).
Bu politika degisikliginin belirgin sebebi Anadolu’yu önemsemekten ziyade devrime İtilaf
Devletleri tarafından gelebilecek zararları engelleyebilmektir.
Yunanistan’ın özellikle İngiltere nezdinde öteki Balkan Devletlerine oranla daha fazla ön
plana çıkmasının belli baslı sebepleri arasında Yunanistan’ın ekonomik olarak daha iyi
konumda ve bilhassa deniz ticareti bakımından Ege ve Karadeniz’deki en etkin Balkan
15 Bu dezavantajlar Pallis tarafından söyle sıralanır (Pallis, 1997: 31, 32): İlki Anadolu’daki Rum nüfusun
hem dagınık hem de sayıca Müslümanlardan daha az olmasıdır. Müslümanların çogunun geldikleri kültür
daha savasçı bir yapıdadır; ancak Hıristiyanlar askeri egitim almamıslardır. Baska bir sebep de Anadolu’nun
cografi yapısından dolayı savasın çok zor olacagının bilinmesidir. Ayrıca böyle bir savasın Yunanistan
üzerindeki mali yükü bir hayli fazladır ki ülke zaten yıpranmıs bir hâldedir.
3 1
Devleti olmasıyla birlikte, İngiltere ile aralarındaki mali alısveris sirkülasyonunun aktif
olması da gösterilmektedir (Pallis, 1997: 65).
Yasanan isgal, İzmir basta olmak üzere Anadolu kentlerinin zamanını âdeta “cehennemde
bir mevsim”e çevirmistir ki İzmir, isgalden kurtulduktan sonra hiçbir zaman eski
kozmopolit ortamını yakalayamamıstır.
Yunanistan ise bu savasın ardından ekonomik olarak çok zarar gördügü için kötü bir
devreye girmis, ülkede sosyal sorunlar bas göstermistir (Glenny, 2001: 326). Bu denli
olmasa da ekonomik sorunlar, küçük isletme sahibi yabancı uyruklu halk gittigi için
Türkiye açısından da geçerli olmustur (Glenny, 2001: 326). Sonuçta her iki toplum da uzun
yıllar süren önemli savasların içinden çıkmıstır; ancak su ayrıntıyı da eklemek gerekir ki
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk ekonomisi ve toplumsal hayatı her seye karsın -bugün
tam tersi bir durum söz konusu olsa da- Yunanistan’dan daha iyi bir konumdadır.
Yine hatırlamak gerekir; Yunanistan ve Türkiye’nin dünya üzerindeki sahip oldugu söz
hakkı zamandizinsel sıraları farklı da olsa tarihin eski dönemlerinde kalmıs; 18. yüzyıldan
itibaren her iki ülke de siyaset sahnesinde basta ekonomik yetersizlikleri yüzünden Batılı
Güçlerin nüfuzundan etkilenmistir.
4.2 Girit’te Yasananların Genel Bir Degerlendirmesi
İlk yerlesim bulguları MÖ 8000’li yıllara kadar giden (Gökaçtı, 1998: 34) Girit Adası’na
ayrı bir baslık olarak deginmemizin nedenlerinin basında Sabâ Altınsay ve Ahmet
Yorulmaz’ın romanlarında adanın merkez olarak ele alınmasından ileri gelmektedir. Girit
Adası, Akdeniz için önemli adalardan bir tanesi olmasının yanı sıra Ege Denizi’nin
Akdeniz’le birlestigi kritik bir bölgede yer aldıgı için de Türk-Yunan Savası’nda kilit
cografyalardan birini olusturmustur. Baska bir açıdan ise Girit olayları, Yunanistan’la
baglantılı sorunlarla neredeyse es zamanlı meydana çıkmıstır.
Girit tarihine bakıldıgı zaman 1692’de Osmanlıların yönetimi altına girmeden önce Küçük
Asyalılar, Roma, Venedikliler, Bizans gibi farklı toplumların egemenliginde kaldıgı
görülmektedir (Tukin, 1986: 85, 86 ve Gökaçtı: 1998: 34-37). Osmanlı Devleti adada
Hıristiyan nüfusla dengeyi saglayabilmek amacıyla Anadolu’dan Girit’e nüfus naklederek
Müslüman nüfus sayısını bilinçli olarak arttırmıstır (Tukin, 1986: 88). Buraya yerlestirilen
Müslüman nüfus zamanla kendi dilleri Türkçe yerine Rumca’yı benimsemislerdir.
3 2
Bu tarz dil / kültür degisimlerinin açıklamasını daha önce yapmıstık; tarihteki örneklerinde
göç alan yerlesim bölgelerinde yerlesik kültür göçebe kültürden daha baskın gelmistir,
bunun dogal bir sonucu ise, adadaki Müslümanların zamanla dil degistirip mevcut kültür
odaklarından etkilenmelerinin yanında, kendi kültürlerinden parçaları da mekâna ve ada
üzerindeki halka yansıtmalarıdır.
Adaya yerlestirilen Müslümanların kendi lisanlarını zamanla unutarak Rumca’yı
kullanmaları konusunda Nükhet Adıyeke, Ortodoks sınıfa mensup ruhbanların kendilerine
saglanan özgürlük ortamını “bilinçli bir sekilde” kullanarak Müslümanları etkilediklerini
belirtir (Adıyeke, 2000: 86).
Osmanlıların adada hâkimiyet kurmalarının ardından uzun bir süre Hıristiyanlar ve
Müslümanlar arasında önemli problemler yasanmamıssa da zamanla Osmanlı’nın öteki
bölgelerinde yasanan huzursuzluklar Girit’e de sirayet etmistir. Bunun bir yansıması olarak
da Girit’te 19. yüzyılda pek çok ayaklanma meydana gelmistir (Tukin, 1986: 89). Adada
ayrılıkları atesleyecek çesitli faaliyetleri olan gruplar da bulunmaktadır. Bunlardan biri,
yüzyılın baslarında ortaya çıkan, aralarında Rus ve Avrupalı sahısların da üye oldugu Filiki
Eterya dernegi gibi misyoner bir dernek, Rumları bagımsız bir yapıda bir araya
getirebilmek için çesitli çalısmalar yapmıstır (Adıyeke, 2000: 15).
Dönemin Rus Hükûmeti yani Çarlık Rusyası ise, İttifak Devletleri arasında yer alıp
Osmanlı aleyhinde fikirlere destek olmustur:
Çarlık Rusya, bu stratejinin bir uzantısı olarak Girit Bölgesi’nde kurulacak tampon bir
devletin varlıgını desteklemis, buna paralel olarak da 1828-29 yıllarında Osmanlı’yla
yaptıgı savasın ardından imzalanan Edirne Antlasması ile Yunanistan’ın bagımsızlıgını
Osmanlı Devleti’ne “dikte ettirmistir” (Adıyeke, 2000: 17). 1877-78 yılındaki Osmanlı -
Rus Savası’nın ardından imzalanan Ayastefanos Sözlesmesi’ne göre, “Balkanlardaki siyasi
dengeyi kendi çıkarları” yönünde yapılandırarak Girit’te uzlastırıcı ve müdahil bir rol
üstlenmeyi Rus Hükûmeti kendi yönetim kadrosu için uygun görmüstür (Adıyeke, 200:
27).
Ruslar, Çarlık Rusyası’nın yıkılması ve 1917 Bolsevik Devrimi’nin yapılmasının ardından
tam bir strateji degisikligine gitmistir.
3 3
Nükhet Adıyeke, 1868’de çıkan isyanla Girit’teki sorunların sadece “Türk - Yunan sorunu”
olmanın ötesine geçerek İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bası çektigi devletlerarası bir
problem hâline dönüstügünü imler (Adıyeke, 2000: 22).
Adada yasayan halkın ulusçuluk fikirlerinden etkilenmelerinde ticaret kadar baska
faktörler de söz konusu olmustur:
Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda yogunlukla gerçeklestirdigi batılılasma hareketleri
sonucunda okur-yazar düzeyinin artmıs, kültür düzeyinin de yükselerek özellikle Rumî
halkın Avrupa ile olan baglarını daha da kuvvetlendirmis olması, Giritlilerin ulusçuluk
fikirlerinden etkilenmesinde rol oynamıstır (Gökaçtı, 1999: 17).
1878’de imzalanan Halepa Sözlesmesi’nin sartlarına göre de adanın yönetim yapısında
degisikliklere gidilmistir:
Bu sözlesmenin önemli maddelerine göre Girit valisi Hıristiyan birisi olacak ve 5 yıl
süreyle Büyük Devletler tarafından tayin edilecektir; Girit genel meclisinde Hıristiyan aza
sayısının Müslümanlardan daha fazla olması kosulunun yanında, yönetim ve memuriyet
kademelerinde de Hıristiyanların sayısı Müslümanlardan fazla olması kararlastırılmıstır.
Buna ek olarak belirtilmesi gereken baska bir madde de birbirinden ayrılan adli ve icra
kuvvetlerinde resmi dil olarak Türkçe’nin yanı sıra Rumca’nın da kabul edilmesidir. Buna
mukabil Bab-ı Âlî tarafından 1889 yılında yayınlanan bir fermanla Halepa Sözlesmesi ile
saglanan bu ayrıcalıklara kısıtlamalar getirilmistir. Bu kısıtlamalara ragmen bu sözlesme
sayesinde Rum halkı içinde ulusal bilincin olusması kolaylasmıstır (Adıyeke, 2000: 28, 29,
34-36, 147).
Adanın siyasi yapısında bunun gibi degismeler olurken paralelinde sosyolojik yapısında da
önemli degisimler gözlenmektedir: Girit Müslümanları ve Hıristiyanları arasında belirgin
sınıflasmalar olusmakta, kırsal kesimde yasayanların hayatı zaman ilerledikçe zorlasırken
kentte yasayan ve özellikle ticaretle ugrasan nüfus giderek zenginlesmektedir (Adıyeke,
2000: 84).
Egitim konusunda da Rumlar, Türklere oranla daha avantajlı konumda bulunmaktadır:
Rumlar arasında Yunanistan’a gidip orada egitim alan ve Girit’e geri dönen kisi sayısı
İstanbul’da egitim alan Türklerden daha fazladır (Adıyeke, 2000: 87).
3 4
İki farklı dine mensup bu gruplar arasındaki egitim yönünden olusan ayrım, elbette
farklılıklara da yol açmıstır. Öncelikle basın araç ve gereçlerinden Türklere oranla daha
fazla faydalanan Rumlar, ada üzerinde uygulanan propagandalara daha açıktır ki
“medya”nın toplum üzerindeki etkisi ve yaptırımları bilinen bir gerçekliktir. Bunun dısında
Osmanlı’nın matbaayı Avrupa’dan oldukça geç bir tarihte kullanmaya baslaması, Bab-ı
Âlî’de basın-yayın organlarının ancak 19. yüzyılda toplumdaki aydın kisilerin öncülügünde
yayın hayatına dâhil olmasının adada yasayan Müslüman Türkleri de bir sekilde
etkiledigini düsünüyoruz.
Toplumdaki asayisi koruma adına olusturulan kolluk kuvvetlerinden jandarma, zamanla
topluma yarar getirmekten çok, ada halkı için huzursuzluk kaynagı olmustur (Adıyeke,
2000: 137). Bu durum adada yasayan insanlar için dünyanın her bölgesinde karısık bir
yüzyıl olan 19. yüzyılın daha da zor bir devir hâline gelmesine neden olmus ve güvensizlik
ortamını daha da katmanlastırmıstır.
Girit, yasanan bu olayların gösterdigi gibi Büyük Güçlerin dogu politikasında uzun yıllar
önemli bir yer teskil etmistir. Uygulanan bu politikalar neticesinde ise adada durgun yahut
huzurlu dönemler pek yasanmamıstır. Nitekim kaos ortamı 1897’deki muhtariyetin
(özerkligin) ilanına kadar da devam etmistir. Venizelos ve Hükûmeti ise bu sürece, savas
ortamında Girit’in kendileri açısından tasıdıgı önemin bir ifadesi, bir nebze de olayları
mesrulastırma hissiyatıyla Adıyeke’nin dikkat çektigi üzere (Adıyeke, 2000: 150, 151,181)
“Girit Devrimi” adını vermektedir.
Muhtariyetle birlikte Girit’in sosyal, siyasi ve ekonomik yapısında bazı degisimler
meydana gelmistir. Sosyal yapıda meydana gelen degisimlerin en önemlilerinden biri
Giritlilik üzerinde durulmasıdır. Buna göre resmi dilin Rumca oldugunun ilan edildigi Girit
Kanun-u Esasi’sinde uzun zamandan beri Girit’te ikamet edenler, mensup oldugu millet ne
olursa olsun Girit halkından olanlar, Girit halkının özgürlügü için mücadele edenler
Giritlilik hakkını kazanmıstır (Adıyeke, 2000: 265, 266). Bu hakkaniyet göstermektedir ki
ait oldugu din, ırk, milliyet, mezhep ve benzeri ne olursa olsun belli kuralları yerine getiren
herkes Giritli olarak kabul edilmektedir; ancak siyasette paylar göründügü kadar esit
dagıtılamayabileceginden adadaki fiilî yasam bu sekilde tezahür etmemistir.
Girit’e muhtariyetin verilmesi Osmanlı’nın adadaki siyasi ve askerî açıdan (Adıyeke, 2000:
198) yönetim haklarını tam olarak kaldırmasa dahi; girilen bu yolun dönüsünün olmadıgı,
3 5
sadece bir geçisi yansıttıgı, ufukta gökle denizi ayıran çizginin gözüktügü, yalnız kopus
gününün gelmesinin her iki halk tarafından da sancılı bir sekilde beklendigi ifade
edilmelidir. Mehmet Ali Gökaçtı da Yunan Kralı’nın oglu Prens Georgi’nin adaya 1898’de
komiser olarak atanmasının gayriresmî yoldan Osmanlı hâkimiyetinin sonu oldugunu
belirtir (Gökaçtı, 1998: 38).
Adanın Osmanlı Hükûmeti ile Yunanistan arasında paylasılamaması, kaçınılmaz olarak
nitelendirilebilecek sonu gerçeklestirmistir. Girit olayları, Osmanlı - Yunanistan Savası’na
sebebiyet veren etkenlerin basında gelmektedir. 1913 yılında Londra ve Bükres
Antlasmalarıyla alınan kararlar sonucunda adanın Yunanistan’a ilhakı uluslararası
boyutlarda da netlesmistir (Gökaçtı, 1998: 38).
Mehmet Ali Gökaçtı’ya göre (Gökaçtı, 2004: 51) adada yasayan Yunan asıllı kisilerin yanı
sıra Müslüman ve İtalyanların da bulundugu, zıt unsurlarına ragmen birkaç yüzyıl
zıtlıkların uyumunun yasandıgı günler artık Girit’in mazisinde kalmıstır.
3 6
5 1923 LOZAN ZORUNLU NÜFUS MÜBADELESİ
Deniz kıyısındaki
o ahsap ev yıkılmadan,
taslıgında acı suyunu
kova kova çekip
taraçaya döken yorgun ihtiyar
Girit’ten getirdigi kitaplarını
kiloyla eskiciye satmadan,
teneke kutularda karanfil yetistirir,
nargilesini fokurdatırdı denize karsı.
Deniz, yumusak dalgalarla,
sallar, uyuturdu evi.
Evdeki öksüz kızlarını düsünürdü adam,
kim bilir kimlerle evlenip
nerelere gideceklerini.
Arada bir gemi geçip giderdi
Uzaktan uzaklara. (Çapan, 1998: 34)
Buraya kadar yaptıgımız degerlendirmelerdeki esas amaç; 1923 yılında gerçeklesen Türk-
Yunan Mübadelesi’ni ana hatlarıyla temellendirmektir. Bu bölümde ise Mübadele ayrıntılı
olarak ele alınacaktır.
5.1 Lozan Protokolü’ne Hazırlık Süreci
Yunanistan ve Türkiye arasındaki sorunların çözümü için önerilen Mübadele fikri yalnızca
politik düzlemde yer alan kisiler arasında degil, Tanin gazetesi gibi Türk medya
kuruluslarında daha önce de gündeme gelmistir (Zengin, 1998: 26). Toplum içinde bu
yönde çıkan haberlerin yankısı hakkında bilgi verilmese de en azından medya gibi güçlü
bir meta aracılıgıyla bir nebze de olsa Mübadele üzerine düsünüs biçimlerinin toplum
katına yansımıs oldugu ileri sürülebilir.
Lozan Sözlesmesi sonucu 1,200,000 civarında Anadolulu Ortodoks Rumla yaklasık olarak
400,000 Müslüman Türk’ün takası bilindigi gibi Mübadele kararı verilir verilmez ortaya
çıkmıs bir sayı ve süreç degildir. Unutmamalı ki aktardıgımız sorunların tarihi daha eskiye
dayanmaktadır, bunun bir getirisi olarak Anadolu topraklarındaki “göç” hareketleri de daha
evvel baslamıstır. Özellikle Anadolu’dan pek çok Rum, Mübadele gerçeklesmeden önce
Yunanistan’a göç etmistir.
Bu baglamla ilgili olarak Ayhan Aktar’ın sözlerine yer vermek gerekir (Aktar, 2005a: 42,
52-54 ve Aktar, 2005b: 119-125): Dogal kosullarla göç eden halk bir kenara bırakılırsa,
Mübadele yasanmadan önce “mübadele fikri” ortaya çıkmıstır. Buna göre, Balkan
Savasları sonunda yasanan kaos, mübadele fikrinin ilk kez ortaya atılmasına neden
olmustur. Osmanlı Devleti 1. Balkan Savaslarını kaybetmistir ve bu savaslarda en çok
3 7
zarar gören gruplardan biri Rumeli Müslümanlarıdır. Rumelili Müslümanların Anadolu’ya
göç etmesi beraberinde, Rum halkıyla aralarında sorunlar çıkmasına neden olmustur. Aynı
durum Trakya’dan Yunanistan’a göç eden Rumlar için de geçerlidir, onlar da Müslüman
köylülerle sorunlar yasamaktadırlar. Bu sorunları göz önüne alan Atina Elçilik Müstesarı
Galip Kemâli Bey, 12 Mayıs 1914’te Sadrazam Sait Halit Pasa’ya çektigi bir telgrafta
Makedonya’daki Müslümanlarla Aydın Vilayeti’nde yasayan Rumların zorunlu
tutulmadan Mübadele edilmesi için hükûmetten yetki ister; ancak Birinci Dünya Savası’nın
çıkmasıyla bu yöndeki çalısmalar fiiliyata geçemez.
Bunun yanı sıra Yunan Hükûmeti’nin Rumlara Ege adalarına yerlesmeleri yönünde yaptıgı
tesvikler sonucu Anadolu’dan adalara büyük bir kitle aynı dönemlerde göç etmistir (Aktar
2005b: 122). Bu tarz desteklerin etkisi ve Yunanların isgali kaybetmeleri neticesinde
Anadolu’da barınmalarının oldukça zorlastıgını fark eden Rumlar içerisinde Yunanistan ve
adalara göç had safhadadır: Bu göçmenlerin sayısı “…15 Aralık 1922 itibariyle 890.626
olarak tespit…” edilmektedir (Aktar, 2005b: 56). Bu rakamlar bize Lozan Mübadelesi’nin
aslında iki ülke arasında göç hareketlerine son noktayı koyup, bu hareketlenmeleri yasal
düzleme tasıdıgını da gösterir.
Yogun nüfus hareketleriyle beraber “toplumsal dengelerin” bozulması, Kemal Arı’nın da
altını çizdigi gibi Mübadele gibi bir takası bir nevi zorunlu hâle getirmistir; nitekim
göçmenlerin de göç etmek için deniz kıyısındaki sehirlere yıgıldıgı gözlemlenmistir (Arı,
2003: 6, 7). Bu insanlar, bir taraftan baslarına gelebilecekler için hazırlık yapmaya
çalısırlarken beklestikleri bu sahil kentlerinde oldukça zor kosullar altında hayatlarını
sürdürmüslerdir.
Baska bir taraftan da Yunanistan topraklarına göç edebilen Rumlar, yüksek düzeydeki
yıgılmalar sonucunda burada yasayan Türkler için zaman zaman önemli bir baskı unsuru
olmuslardır (Arı, 2003: 8).
Galip Kemâli Bey ve Venizelos arasında yapılması düsünülen antlasma gerçeklesmeyince
bu kez iki ülke arasına bir aracı koyularak çözüm üretilmeye çalısılır. Bu kisi Milletler
Cemiyeti’nce görevlendirilmis olan Dr. Fridtof Nansen’dir (Aktar, 2005a: 57). Dr. Nansen
karsılıklı yaptıgı çesitli görüsmeler sonucunda protokolun hazırlanmasına katkı saglayıp,
Nüfus Mübadelesi’ni teklif olarak sunar (Aktar, 2005a: 60); ancak Nansen’in ilk teklifi
olan Yunanistan’daki Müslümanlarla, İstanbul hariç Anadolu’daki Ortodoks Rumların
3 8
istege baglı olarak yerlerinin degistirilmesi fikri kabul görmez (Arı, 2003: 16). Bu noktada
dikkat çekmeliyiz ki Lozan Antlasması’ndan daha önce sartları kesinlesmese dahi
Mübadele’nin gerçeklestirilmesine karar verilmis, sadece protokolun toplanması
beklenmistir.
İki ülke arasında ‘bir mübadele’nin gerçeklesmesini ve bunun da zorunlu olmasını isteyen
ülkelerin basında İngiltere gelir. Böylece hem anlasmayı uygulamak kolaylasacaktır, hem
de bu insanların kendileri farkında olmasalar da yeni yeni olusmaya baslayan ‘dünya
düzeni’ne katkıları önemli ölçüde artacaktır (Oran, 2005: 163).
Uluslasma amacı bir kenara koyulursa Türkiye’nin Rumların gitmesini istemesinin öteki
nedenlerinin basında Büyük Devletlerin Hıristiyan azınlıkları kullanarak Osmanlıların iç
islerine karısmasını engellemek gelir. İkinci sebep olarak antlasmadaki “Azınlıkların
Korunması” bölümü sayesinde “Rumlardan mümkün oldugunca kurtulmak bu ‘pozitif
haklar’ın” müdahale etkisini ve Yunan isgalinin üzerinden çok zaman geçmedigi için
tekrar böyle bir durum içine girme riskini azaltma amacı gelmektedir (Oran, 2005: 165).
Protokol sonucu alınan kararlar dogrultusunda Çaglar Keyder; her iki ülkenin
politikacılarının da Wilson Prensiplerinin halkların kendi kaderlerini tayin etme ilkesini
benimsemekten çok, daha önce üzerinde durdugumuz gibi agırlıklı olarak “etnik
homojenlik” anlayısı çerçevesine baglı olduklarını yazmıstır (Keyder, 2005: 57).
5.2 Lozan Protokolü ve Mübadele
Lozan Barıs Konferansı, Türkiye ve Batı arasındaki savas ortamına son vermek adına
düzenlenmis olup, konferansta ekonomik, siyasal ve hukuksal problemlerin çözümleri
aranmıstır (Arı, 2003: 15). Antonios Pavlidis’in parmak bastıgı gibi Lozan’da yasananlar
diplomatik savası andırmaktadır; çünkü her ülke kendi ‘büyük çıkarları’nı gözetmektedir
(Pavlidis, 1997: 14). Lozan’da 1 Aralık 1922’de baslayan görüsmelerin sonucunda 30
Ocak 1923’te Yunanistan ve Türkiye arasında, Türk topraklarında yasayan Otodoks Rum
dinine mensup Türk uyruklularla Yunan topraklarında yasamakta olan Müslümanlıgı
benimsemis Yunan uyruklu kisilerin 1 Mayıs 1923 itibariyle mübadele edilmesine karar
verilmistir. Bu maddenin devamında yer alan hükme göre de Hükûmetler karsılıklı olarak
izin vermedikçe göç eden kimseler, terk ettikleri ülkeye yerlesmek için geri
3 9
dönemeyeceklerdir.16 Yalnız, Mübadele’de İstanbul’da yasayan Rumlarla Batı Trakya’da
ikamet eden Müslümanların kapsanmamasına karar verilmistir. Bu kararla beraber -her
kaynak farklı rakamlar telaffuz etse de- Anadolu’dan Yunanistan’a hemen hemen
1.200.000, Yunanistan’dan Türkiye’ye ise yaklasık 400.000 civarinda insan göç etmistir.
Görüldügü gibi Türkiye’den Yunanistan’a giden göçmenlerin sayısı, Türkiye’ye gelen
göçmenlerin sayısının 3 katı kadardır.
Yunanistan tarafı Mübadele’nin istege baglı olarak gerçeklestirilmesini teklif etse de böyle
bir göçün çok uzun sürecegi gerçegine dayanarak her iki ülkenin de ekonomik olarak bir an
önce kalkınmaya baslaması ve göç edenlerin ekonomiye katkı saglamaları amacıyla bu
istek kabul görmemistir (Arı, 2003: 17). Lozan’daki görüsmeler sırasında üzerinde en çok
tartısılan konulardan birini İstanbul Rumlarının durumu olusturmustur (Zengin, 1998: 47).
Zaten Mübadele kararına ragmen Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların tam
anlamıyla çözümü için de hakikatte Ankara Anlasması (1930) beklenmistir.
Mübadele’nin yürütülmesi içinse 11 üyeli Karma Komisyon olusturulmustur ki Yunanistan
ve Türkiye’den komisyon için 4’er üye seçilmis, bunlara ayrıca 3 tarafsız üye daha
eklenmistir (Zengin, 1998: 111, 112). Kuskusuz, bu tarafsız üyelerin komisyona
eklenmesindeki amaç, aradaki dengeyi saglayabilmektir.
Lozan Barıs Antlasması gibi büyük çaplı bir protokolde göç edecek insanların sosyolojik,
psikolojik ve ekonomik yönlerden nasıl etkileneceginin önemi arka planda kalmıstır.
Önemli olan tek tek insanlar degil; bu insanların bir bütün olusturdugunda yerlestirildikleri
ülkeye getirecekleri katkılardır. Nitekim sadece Yunanistan ve Türkiye’nin ülkesel
politikaları için degil, Batılı devletlerin kendi yararları için de bu olay gerçeklestirilmistir.
Mübadele antlasmasında yer alan maddelere göre17 “göçmenler (emigrants)” hiçbir engelle
karsılasmalarına izin verilmeden göç edebilecek, içlerinde kesinlesmis cezası olanlar
cezasını çekmesi için ya da sorusturması devam edenler yargılanmak üzere ilgili makama
ulastıkları yerde teslim edilecek, göçmenlerden vergi alınmadan her türlü tasınır mallarını
götürmelerine izin verilecek, mallarını götüremeyenler ise oldukları yerlere mallarını
bırakabileceklerdir. Bıraktıkları bu malların dökümü çıkartılarak degeri saptanacak, 4
nüsha hâlinde gerekli mercilere (bir tanesi yerel makamlarca saklanacak, biri karma
16 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm
17 http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm
4 0
komisyona sunulacak, üçüncüsü gidilecek olan ülkenin hükûmetine verilecek ve sonuncusu
da bizzat göçmenin kendisinde kalacaktır) verilecektir. Eger malları zarar görmüsse de
tazminatları gittikleri ülkede kendilerine ödenecek, yahut o ülkenin borç hesabına dâhil
olacaktır. Baska bir maddeye göre de göçmenler gittikleri ülkede, kendi mallarının degeri
ve niteligi karsılıgında mal alabileceklerdir. Yine, hükûmetler arasındaki arıtım islemleri
sonucunda borçlar birbirine denk çıkarsa hesap kapanmıs olacak; ancak denklestirme
sonucunda bir taraf digerine borçlu durumda kalırsa, bu borcun degeri karsılıgında borçlu
taraf öteki hükûmete pesin para ödemek zorunda kalacaktır (Arı 2003: 20). Bu isler içinse
Türkiye ve Yunanistan’da kurulmak üzere savasa katılmıs devletlerin üyelerinden
meydana gelen karma bir komisyon olusturulmustur. Bu komisyon gerekli durumlarda alt
komisyonlar meydana getirebilme hakkını da elinde bulundurmaktadır (Arı, 2003: 19).
Sunu belirtmek gerekir ki bu maddeler her ne kadar göçmenlerin haklarını korumaya
yönelik hazırlansa da göçmenler, gittikleri ülkede oyunun bir kuralıymısçasına maddi -
manevi zararlarla karsılasmıslardır.
Renée Hirschon, Mübadele’nin her iki ülke için “asimetrik” özelliklere sahip sonuçlarının
oldugunu belirtir (Hirschon, 2005: 17). Bu asitmetrik deneyimler kısaca siyasi, ekonomik,
demografik, kültürel ve toplumsal genel baslıklarının yanında son olarak yerlesim düzeni
adı altında da toplanır (Hirschon, 2005: 17-28). Nev-i sahsına münhasır bu takasın
sonuçlarını ayrıntılı olarak bir sonraki asamada degerlendirecegiz; fakat bu asamada
Hirschon’un su saptaması belirtilmelidir: Zorunlu göçe tabi tutulan Müslümanlar ve
Ortodoks Rumlar için Mübadele, kendi vatan topragına dönüs degildir (Hirschon, 2005b:
11).
Bugün Lozan Mübadelesi ile ilgili olarak yapılan tartısmalardan biri, ‘Mübadele’nin sart
olup olmadıgı yönündedir. Bazı arastırmacılar tarafından o dönemin açıkladıgımız sartları
içinde iki devlet arasında yapılması zorunlu olan bir sözlesme oldugu da savunulmaktadır.
Bunun yanında bazı arastırmacılarsa karsı bir tez ileri sürerler ki bu arastırmacıların
yaklasımları konu üzerinde daha fazla çalısılarak baska çözümler bulunabilecegi
yönündedir. Geriye dönme olanagı olmadıgından bilim adına bu çesit tartısmaları
sonlandırmak oldukça güçtür. Yalnız eklemeliyiz ki dönemin kosulları içerisinde farklı
çözüm yolları üretilebilme ihtimali, bu çözümlerin daha iyi bir seçenek olduguna ilk elde
isaret etmez. Mübadele Sözlesmesi’nin maddeleri de hukuk önünde kabul edilen
4 1
kosullardır; oysa reel ortamda yani baska bir ifadeyle uygulama sahasına geçildigi zaman
yasanılanlar, hukuksal süreçte kabul edilenlerle paralel gitmeyebilmektedir. Bu sonucun
nedeni tabii ki insan faktörünün devreye girmesidir, öyle ki insan, uluslararası alanda çok
önemli bir sözlesmeyi kendi varlıgını ortaya koymasıyla fiziki gerçeklik düzleminde
parçalamaktadır.
5.3 Mübadillerin Anadolu’ya Yerlestirilmesiyle İlgili Yasanan Sorunlar
Türkiye’de mübadillerin karsılasacagı sorunları bertaraf edip, yerlesmelerini ve bir nevi
topluma uyumlarını saglamak amacıyla Mübadele kararından kısa bir süre sonra 8 Kasım
1923’te İmar ve İskân Kanunu da çıkarılmıs (Arı, 2003: 33-36), İzmir mebusu Mustafa
Necati Bey de Mübadele İmar ve İskân vekili seçilmistir (Zengin, 1998: 70). Mustafa
Necati’nin 6 Mart 1924 tarihinde Adliye Vekili olarak atanmasıyla birlikte Mahmut Celal
Bayar bu göreve getirilmistir (Cengizkan, 2005: 307).
İmar ve İskân Kanunu’na göre Türkiye’ye göç edenlerin nakil, barınma, beslenme ve
yerlesme islemlerinin yerine getirilmesi görevi İmar ve İskân Vekâleti’ne verilmis,
ardından da Vekâlet bu görevini yerine getirebilmek için arka arkaya çesitli
Talimatnameler (bunlardan biri de İase18 Talimatnamesi’dir) yayımlanmıstır (Zengin,
1998: 78-80).
Mübadiller, Balkanlarda sorunların baslamasıyla beraber daha önce yasadıkları yerlesim
yerlerinde rahat edemez hâle gelmislerdir. Bu tarz yasayısın dozu, Lozan Antlasması’yla
beraber azalmak yerine artmaya baslamıstır; çünkü Rumlar Yunanistan’a göç etmeye
baslamıslar; keza Müslümanlarla Rumlar yan yana, iç içe hatta aynı evde yasamak zorunda
kalmıslardır (Zengin, 1998: 159). Sonunda Müslümanların göç etmeye baslamaları ise
problemlerinin bitmesi degil, yön degistirmesi olarak tanımlanabilir; çünkü onları
Türkiye’de farklı zorluklar beklemektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında yer degistiren insanların sayısı düsünülünce Yunanistan’ın
imar ve iskân konusunda Türkiye’den daha dezavantajlı oldugu ortaya çıkar; fakat Türkiye
cografyasında da farklı açılardan problemler meydana gelmistir. Gerçi bu konuyla ilgili
18 İase kelimesi Arapça kökenlidir. İlk anlamı “yasatma” olmakla beraber ikinci anlamı “geçindirme,
beslenme”yi yüklenir (Develliloglu, 1999: 401). Dikkat edilirse çıkan bu talimatnamenin adından da
anlasılacagı gibi göçmenler için çok önemlidir; çünkü her ne kadar öncelikli amaç beslenme problemlerini
çözmek olsa da kelimenin ilk anlamı düsünülürse mübadillerin yasama devam edebilmelerine de isaret
ettigini görebiliriz.
4 2
olarak sosyoekonomik ve fiziki topografya çıkarılmaya ve mübadiller uygun mevkilere
konuslandırılmaya çalısılsa (Arı, 2003: 49, 50) da istenen sonuçların alınmasında bazı
pürüzler ortaya çıkmıstır.
Günümüzde büyük kentlerde yasamak, kentin sorunlarını da hayatta duyumsayıp
kabullenmek zorunda kalarak sehre ayak uydurmak olarak betimlenebilir ki yasanılan sehir
zaman mevhumunu belirsiz kılabilir. Yunanistan’dayken daha küçük yerlesim
merkezlerinde yasayan mübadiller, Türkiye’de Rumlardan geriye kalan evlere
yerlestirildiklerinde de sehir hayatının çesitli zorluklarıyla yüzlesmek zorunda kalmıslardır:
Köylere yerlestirilecek mübadillerin isi sehirlere yerlestirilenlere oranla daha kolaydır ki
iskân edilme sürecinde ele alınan kıstaslar daha ziyade köyler için geçerli olmakla beraber,
o günün kosullarında onları bekleyen sehir hayatı daha belirsiz bir yasama adım attıklarının
baska bir göstergesidir. Ayrıca sehir hayatının bürokrasisi de göçmenlerin mallarının
karsılıgını almalarını zorlastırmıstır; ama bunun yanında her daim oldugu gibi o dönemde
de ekonomik açıdan sınıfsal farkını kullanarak sartları kendi lehine çevirip, olumlu
kosullara daha çabuk ulasanlar da olmustur (Gökaçtı, 2004: 250, 252, 253).
Türkiye açısından öne çıkan sorunlar ‘yapısal engeller’ ve ‘konjonktürel sorunlar’ olmak
üzere iki asamada degerlendirilebilir (Aktar, 2005b: 126-141): Konjonktürel sorunların
ilki; Yunanistan da dâhil olmak üzere bazı Batı ülkelerinin Anadolu’yu isgal etmesinin
sonucunda, Anadolu topraklarının 1. Dünya Savası’nın ardından savas bölgesi hâline
dönüsmesi ve halkın büyük zararlar görmesidir. Konjonktürel ikinci sorun ise Rumların
Yunan isgali ve 1. Dünya Savası sırasında büyük oranda ülkeyi terk ederek fiilî manada
Mübadele’yi tek taraflı gerçeklestirmelerinin yanında, Mübadele kararı ile Müslümanların
Yunanistan’dan Türkiye’ye gelmelerine kadar geçen sürenin bir yıl kadar bir zaman
dilimini kapsamasıdır. Rumlar, Anadolu’yu Mübadele kararı verilmeden daha önceden
yavas yavas terk etmeye baslamalarına ragmen, orada yasayan Müslümanlar için aynı
durum söz konusu degildir. Bu yasantının bir sonucu olarak Yunanistan’a göç eden
Rumlarla orada yasayan Müslümanların yan yana barınmaları, özellikle ülkeyi terk
edecekleri kesinlesen Müslümanlar için hayat kosullarını oldukça zorlastırmıstır. Rum
halkı da İzmir’in 9 Eylül 1922’de isgalden arındırılmasıyla Anadolu’da yasayamaz hâle
gelmelerinin olumsuz bir sonucu olarak, bu tarihten 1923’e kadar geçen süre içerisinde göç
hareketlerine devinim kazandırmıstır.
4 3
Yapısal sorunlar baslıgı altında ele alınması gereken ilk madde, takas edilen halkların
köken açısından farklı olmasıdır. Anadolulu Rumların çogunlukla sehirli ve Yunanistanlı
Müslümanların da köylü olması, Türkiye’ye yerlesen göçmenlerin özellikle sosyolojik
bakımdan sorunlar yasamalarına neden olmustur (benzer sorunlar Yunanistan’a göç
edenler için de düsünülebilir) (Aktar, 2005b: 139). Dogal olarak Anadolu’ya yerlesen
insanlar, daha önce uzagında oldukları yasam standartlarına uyum saglamakta
zorlanmıslardır. Yapısal ikinci problemse Türkiye’ye gelen göçmenlerle ilgili bilgi
eksikliklerinin sonucunda yasanan iskân sorunları olarak saptanmıstır; keza göçmenler
arasında da kendi kültürlerine hiç uygun olmayan yörelere yerlestirilenlerin sayısı bir hayli
fazladır.
Bu sorunu su sekilde katmerlendirebiliriz; cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye hem
toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta önemli bir kavsaga girmekte, hem de yeniden
yapılanan bu yapı içerisinde mübadiller yeni bir forma bürünmeye çalısmaktadır. Bu
yüzden mübadillerin sorunları, normal kosullara sahip olmadıklarından daha da
artmaktadır.
Saglıklı bir iskân politikasının yapısal olarak üçüncü engelini bu görev için tayin edilen
memurların niteligi olusturur; bu kisilerin arasında ordudan ayrılanlar, emekli askerler ve
isinden tasfiye edilmis eski memurlar da bulunmaktadır (Aktar, 2005b: 141). Ayrıca iskân
sürecinde görev yapan memurların islerinde yetersizligi de mevcut sorunların artmasına
neden olmustur.
Yukarıda belirtilen engellerin bir uzantısı olarak mübadiller, sanıldıgı gibi Yunanistan’a
göç eden Rumlardan sayıca az olmalarının avantajını kullanarak Anadolu’ya
yerlesmemislerdir.
Anadolu’nun mübadillerin yerlesmesi için çesitli yerlesim tasarımlarına ayrılmasının en
önemli sebebi, Rumlar göç ettikten sonra kalan malların dagılımından kaynaklanmaktadır
(Arı, 2003: 53). Böylece Anadolu’ya gelen göçmen grubun buralara yerlesebilecegi
düsünülmüstür.
Lozan Protokolü’nde saptanan maddelerin içerdigi belirsizlikler beraberinde göç edecek
kisilerin mallarının degerinin nasıl saptanacagı, tasfiye islemlerinin hangi yollarla
yapılacagı gibi soruları da getirmistir. Uygulanan yöntem, bu soruların arkasından
gelebilecek farklı sorunların çözümünün komisyonlara bırakılması olmakla birlikte, bu kez
4 4
de her komisyonun içerikte farklı yapı sergilemesi problemi ortaya çıkmıstır; çünkü bunlar,
hos olmayan çesitli davranıslara açık uygulamalardır. Göçmenlerin Türkiye’ye bir an önce
getirilmesi gerektiginden malların saptanması konusunda uygulamada antlasmadan daha
farklı bir yöntem izlenmek zorunda kalınmıstır ki Müslüman grup mallarını çogu zaman
kendisi tespit edip, kendi semtinin ihtiyar heyeti üyelerine teslim etmistir. İhtiyar heyeti de
kendilerine sunulan bu beyannameleri komisyonlara iletmistir. Sistemin bu sekilde
islemesindeki en büyük neden, komisyonun tek tek sahıslara ve ailelere ait malları
saptamasının çok uzun zaman alabilmesi riskidir (Arı, 2003: 72, 73-75).
Yunanistan’dan gelirken göçmenlerin ellerinde olması gereken belgeler su sekilde
sıralanmıstır (Arı, 2003: 89, 90):
1. Aile Kimlik Belgesi,
2. Ası Belgesi,
3. Tasfiye Talepnamesi,
4. Yunan makamları tarafından Müslümanların mallarına karsılık verilmis olan çesitli
makbuz ve resmî tutanaklar.
Tüm bu maddelere ek olarak belirtmek gerekir ki Türkiye’ye gelir gelmez göçmenlere
“ilgili iskân müdürlügünce ası durumunu ve iase edildiklerini gösteren bir baska kimlik
daha…” verilmektedir (Arı, 2003: 90). Bu kimlik tam anlamıyla bütünü kapsamasa da
modern devlet yapısının ‘insan’ üzerindeki nüfuzunun temsilidir. Mübadiller de bu
modernlesen devletin sınırları içerisine dâhil olduklarından, ellerinde bulunan belgelere
karsın kimliklerinin üstüne bir kimlik daha eklenmistir.
5.4 Mübadillerin Anadolu’ya Göç Etmesiyle Gelisen Ortam
Bu insanların “zorunlu göçmen” olarak seçilmesinin baslıca nedenlerinden birinin,
kullandıkları lisanın göç edecekleri ülkedeki insanların lisanından farklı olsa da kendilerini
daha yakın hissetikleri kültürün, yasadıkları ülkelerin kültür yapısı olmamasından
kaynaklanabilecegini uluslasma baslıgı altında belirtmistik.
Anadolu halkı her ne kadar savaslardan son derece zarar görmüs ve yorgun olsa da
mübadilleri genel olarak sıcak, hosgörülü yaklasımlarla karsılamıstır. Nasıl ki kamuoyunda
mübadillerin Anadolu’ya gelisleri ile beraber toplum içinde heyecan bas göstermis ve halk
elinden geldigince göçmenlere yardım etmeye çalısmıstır (Arı, 2003: 90). Hatta mübadiller
4 5
için yardım kampanyası düzenleyenler sadece Türkiyeli Müslümanlar degildir; Museviler
de hahambaslarının öncülügünde bir yardım kampanyası baslatmıslardır (Gökaçtı, 2004:
190).
Gökaçtı ve Arı, mübadillerin iskân edilecekleri yerlerdeki evlere yerlesememelerinin
nedenini, bu mekânların “fuzuli isgal” altında olmasına baglar (Gökaçtı, 2004: 195 ve Arı,
2003: 105). Oysa bu evleri, haksız yere isgal eden fırsatçıların dısında Türkiye’ye özellikle
Kafkaslardan gelen göçmenler basta olmak üzere savas döneminde zarar gören
felaketzedeler, İzmir yangınında evlerini kaybeden harikzedeler ve mülteciler de
kendilerine mesken edinmislerdir. Gerçi Kemal Arı’nın da belirttigi gibi bazı evler yerli
halka kiralanmıs olmasının yanında hükûmetin de yerlestirme çalısmalarında yanlıs
uygulamaları olmustur (Arı, 2003: 115). Bu haklı açıklamaların yanında hatırlanması
gereken bir durum var; o da dönemin zorluklarını salt mübadillerin degil; dili, dini, ırkı,
uyrugu ne olursa olsun bu topraklar üzerinde yasayan bütün insanların yasamıs oldugudur.
Bunun dogal bir sonucu olarak, daha iyi yasam kosullarına ulasmak için kendilerine bosluk
açmaya çalısmaları pek yadırganmamalıdır (en azından bulundugu veya baglı oldugu
konum ne olursa olsun her türlü fırsatçıyı bir kenara bırakırsak o günleri yasayan bir grup
insan için bunun düsünülmesi gerekir).
Savastan zarar gören masum halkın dısındaki bazı güçlerin Rumlardan kalan yerleri isgali,
farklı bir degerlendirme boyutunu gerektirir. Nitekim Rumlarla Ermenilerin büyük
çogunlugunun Anadolu’yu terk etmesinden sonra, onlardan geriye kalan bos arazi ve evleri
‘yerel düzeyde güçlü’ ya da ‘politik baglantıları kuvvetli’ sahıslar elde etmislerdir. Bu
tespitlere, Mübadele ile birlikte bu malların devletin mülkü hâline gelerek uluslasma
sürecine dâhil oldugunu da eklemek gerekir (Keyder, 2005: 62).
Mübadillerin iskânı esnasında çesitli gazetelerde çıkan haberlere göre komisyon
üyelerinden Tevfik Rüstü Bey ve Mösyö Papas arasında bir anlasma yapılmıstır. Bu
anlasmaya göre; Türkiye’den kaçan Rumlar geri dönüp, mallarını tekrar alabileceklerdir.
Bu haberlerin kamuoyuna yansımasıyla birlikte mübadiller karara yogun tepki
göstermislerdir; çünkü hem yurtlarından olmuslar hem de yeni yurtlarında mülksüz kalma
riski ile karsı karsıya kalmıslardır (Gökaçtı, 2004: 216, 217). Bu olay her ne kadar
dogrulugu tartısılabilecek bir haber olsa bile, mübadillerin Anadolu’ya yeni gelmis
olmalarına ragmen burayı benimseyip sahiplendiklerine de delalet eder.
4 6
5.5 Lozan Mübadelesi’nin Türkiye’ye Çesitli Açılardan Yansıması
Yunanistan’a göç eden halkın Yunan toplumunun hayatına etkisi, Türkiye’ye göç eden
grubun Türk toplumuna etkisinden daha fazladır (Keyder, 2005: 59). Bu etkinin en önemli
nedeni, daha önce Hirschon’un sözü edilen asitmetrik sonuçlarından ileri gelir:
İki ülkenin birbirlerinden karsılıklı aldıgı göçmen sayısı arasında tahminlere göre üç kat
kadar fark vardır. Ayrıca baska bir asimetri de Yunanistan ve Türkiye’nin genel nüfusu
arasındaki farktır; Türkiye savaslarda ve savasların sonrasında birçok insanını kaybetse
dahi mübadiller, maddi ve manevi olarak toplum içinde daha küçük bir alan isgal
etmektedir.
Uluslasma adına gerçeklestirilen bu degis tokusun Yunanistan ve Türkiye’deki geçis süreci
birbirinden farklılık gösterir (Keyder, 2005: 60): Yunanistan, ulusal devletin gerçek
özelliklerine Türkiye’den daha önce ulasmıstır. Yunanistan’a göç eden Ortodoks Rumlar
hazır yapının içine bir sekilde dâhil olduklarından edebiyat, kültür, müzik gibi alanlarda
kendilerini Türkiye’ye göç eden Müslümanlardan daha önce gösterebilmislerdir. Buna
mükabil Müslümanlar, kendilerini bu çesit hazır bir yapının degil de ulus devletin
olusumundaki en önemli halkalardan biri olarak bulmuslardır. Uluslasma kavramını ve
Osmanlı uluslasmasını degerlendirdigimiz bölümde vurguladıgımız gibi, mübadillerin
Türkiye’nin ulus-devlet olma sürecine etkisi yüksektir.
Göçmenlerin yerlesmelerini sagladıktan sonra üzerinde durulan ilk islerden biri, toplum
içindeki etkinligini artırabilmek amacıyla onları üretici konumuna getirebilme adına
yapılan çalısmalardır (Arı, 2003: 129). Onları üretken hâle getirmek, özellikle o dönemin
kısıtlı ekonomik kosullarına sahip Türkiye’si için gerçekten güçtür. Bir kere Mübadele
edilen halk, ekonomik anlamda Rumların bosalttıgı alanı esit kosullarla doldurabilecek
niteliklere sahip degildir; nitekim daha önce de dikkat çektigimiz gibi aileler, ticaretle
ugrasmıs olan Rumların aksine çiftçi kesiminden olusmaktadır. Rumların Osmanlı’da
ticaret kollarını ellerinde bulundurmalarından dolayı onların gitmesiyle bu alanlarda büyük
bosluklar olusmustur.
Mübadillerin çiftçi insanlar olmaları, onların Rumlardan arta kalan tarım topraklarını
paylasmalarında sorunlar yasamalarına ve göçmenlerin ekonomik yönden üreticiye
dönüsmeleri sürecinde, tarımsal üretim açısından Türkiye’nin Yunanistan’a oranla daha
fazla sorunla bogusmak zorunda kalmasına neden olmustur (Arı, 2003: 130).
4 7
Mübadillerin farklı toplum kesimlerinin özelliklerine sahip olmaları, onların bosta kalan bu
ticaret aglarından faydalanamamalarının etkenlerinden biri olarak görülebilir; ancak bu
yeterli bir sebep olarak ele alınmamalıdır. Bu konuyla ilintili olarak Çaglar Keyder
dönemin Türk ticaret yapısı ile ilgili su noktaları imlemistir (Keyder, 2005: 63):
Dönemin Müslüman is adamları, olusum asamasında olan yeni ekonomide kendilerine is
fırsatları yaratmayı basarmıs olmalarının yanı sıra, devlete Rum tüccarlara oranla daha
baglı olmalarının avantajını kullanarak Rumlardan arta kalan ticaret aglarını elde etmekle
kalmayıp, politik düzlemde de kontrol mekanizmasına dâhil olabilmislerdir. Tekrar
etmeliyiz ki Türk burjuvazisi, daha sonraki yıllarda farklı yapılara bürünse de bu dönemde
devlet eliyle olusturulmustur.
Göçmenler; Anadolu’ya gelene kadar yasadıkları zorlukların yanında, burada sistem
eksikliginden kaynaklanan sorunlarla da bas etmek zorunda kalınca oldukça güç durumlara
düsmüslerdir (bir grup göçmen boslukları kullanarak yüksek gelir elde edebilmistir; fakat
bu durum genele yayılmamalıdır). Bu sebeple bir kısım mübadil; hayatlarını tamamiyle
degistiren dıs göçün ardından daha iyi hayat kosullarına ulasabilmek, is olanaklarını
artırabilmak, tanıdıklarının yakınında olabilmek gibi nedenler adına bir de iç göç yasamak
zorunda kalmıstır (Arı, 2003: 147-158). Hatta iç göç sebebiyle 28 Ekim 1925 tarihinde
Türkiye’ye daha önceden gelmis ve daha sonra gelecek olan göçmenler için, göç ettikleri
yerde bes yıl süreyle oturmaları zorunlulugu getirilmistir (Arı, 2003: 155).
Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan Lozan Sözlesmesi’nden sonra bu antlasmayı
tamamlayıcı nitelikte olan bir antlasma daha imzalanmıstır. Bu antlasma 10 Haziran 1930
tarihli Ankara Anlasması’dır (Arı, 2003: 161). Bu sayede İstanbul Rumları ile Batı Trakya
Türkleri ‘établis’ nitelemesiyle tanımlanmaya baslanmıs, mübadillerin mülkiyet hakları
tamamen Yunan Hükûmeti’ne, buradan giden Rumların malları da Türk Hükûmeti’ne
devredilmistir (Arı, 2003: 162).19 Bu anlasmayla beraber iki ülke arasında Mübadele’den
kalan pürüzler de yok edilerek, göçmenlerle ilgili uluslararası yasal problemler tamamen
çözüme kavusturulmus gibi gözükmektedir.
19 Bu konuda Pavlidis ve Zengin, Mübadele Sözlesmesi’nin 2. maddesine göre sadece İstanbul’da yasayan
Rumlar için “établi” yani “yerlesmis” sıfatının kullanıldıgını belirtirler (Pavlidis, 1997: 16 ve Zengin, 1998:
187, 188). Ancak maddede açık bir sekilde hem 1913 Bükres Antlasması ile çizilen sınırın dogusunda kalan
Batı Trakya’daki Müslümanlar hem de 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’da oturan Rumlar için kullanılmıstır
(http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm).
4 8
Mübadele kararı verilmeden önce de Yunanistan’dan Türkiye’ye göçler olmustur. Basta
Selanikli is adamları olmak üzere ticaretle ugrasan bazı kisiler, Mübadele’yi beklemeden
Türkiye’ye göç etmisler ve ‘devlet’in de destegiyle Türkiye’nin sanayilesmesinde öncü
rolü üstlenmislerdir (Gökaçtı, 2004: 265-267).
Bu sayede iki ülkede de yeni olusumların katmanları arasındaki yapıstırıcı niteligi gören ve
Türkiye’de, Ece Ayhan’ın sözlerinde oldugu gibi âdeta “gizli bir vezin geregi” mübadil
olarak adlandırılan göçmenler, yavas yavas istenilen bagı olusturmaya baslamıslardır.
Mübadele Sözlesmesi’nden hem önce hem de sonra göçün insanlar üzerindeki fiziksel
olarak hasar bırakıcı etkilerinden biri de saglıksız kosulların neticesinde ortaya çıkan
hastalıklar ve bu hastalıkların akabinde gelen ölümlerdir (Türker, 1998: 36). Bu yüzden
pek çok aile parçalanıp dagılmıstır. Bu fiziki harabiyet kaçınılmaz olarak kusaklardan
kusaklara aktarılan ruhsal sorunları da beraberinde getirmistir.
5.6 Zorunlu Göçün Mübadillere Manevi ve Kültürel Etkileri
Göç olgusunun insan hayatına baslı basına bir etkisi oldugunu önceden açıklamıstık. Bir
göç türü olan Mübadele, Anadolu’ya gelen insanların hayatını deyim yerindeyse ters yüz
etmistir. Kemal Arı’nın da isaret ettigi gibi Mübadele’yle birlikte gelen göçmenler toplum
yapısında önemli uyum sorunlarının dogmasına neden olmuslardır (Arı, 2003: 164). Bu
toplumsal uyum sorunu ise bilissel etkilerden uzak tasavvur edilmemeli; aksine bir bütün
olarak ele alınmalıdır.
Göçmenlerin yerli halkla kaynasmasıysa kimi zaman daha zor kosullarda gerçeklesmis,
kimi zaman daha kolay olusagelmistir. Eger topluluk hâlinde bir göç yasanmıssa
göçmenlerin kendi kültürleri daha baskın gelmekte, parçalanmıs olarak göç etmislerse de
yerli halkın kültürünü benimseme yönünde bir egilim gözlemlenmektedir (Arı, 2003: 167,
168). Bu egilimin yanında “kisi”, en nihayetinde insan teki oldugu için her ne kadar grup
içinde kendi kültürel varolusunu gerçeklestirse de toplumla uyum içerisinde bir gelisim
sergilemiyorsa (toplumsal uyumdan kastımız, belli bir dizgeye eklemlenen bir parça olmak
degildir), psikolojik açıdan yıkıma ugramaması düsük bir olasılıktır ki aykırı kimliklerde
buna kolaylıkla rastlayabiliriz.
Bu uyum sürecinde özellikle de yerli köy halkı da teknik anlamda kendine ait bazı kültürel
benimsemeleri bırakıp, göçmenlerin kültürüne yönelmistir (Arı, 2003: 169).
4 9
Yasadıkları kimlik çatısmalarını simdilik bir kenara bırakırsak, kimliklerini gizleme
mecburiyeti hissederek de ayakta kalmaya çalısanların sayısı azımsanamayacak kadar
çoktur. Genç mübadiller, Yunanca’yı anadilleri gibi iyi konusabildiklerinden; kimi zaman
gerçek kimliklerini gizleyip Rum ustalarının yanında çalısmıslar ve çesitli zanaat
dallarında usta olabilmislerdir (Gökaçtı, 2004: 260). Adaptasyon sürecindeki bir
toplulugun kendisi için böyle bir çıkar yolu seçmesinin sebepleri olmalıdır. Her seyden
önce toplumun her kesiminden aynı tepkiyi alamamaları buna etken etmis olabilir.
Önceleri fiziksel açıdan kendilerini koruyabilmek daha sonraları da benliklerine
gelebilecek zararları minimalize edebilmek için böyle bir tavır gelistirmeleri psikolojik
açıdan dogaldır; çünkü insan, dogası geregi kendini güvenli bir uzamda hissetmek ister,
güvenli ortam ise en yakın çevre olan aileden baslar. Göçmenlerin hayatı daha bu güvenli
ortamın olusum sürecinde sekteye ugramıs; aileleri “çagın kosulları geregi” parçalanmıstır.
Geriye dönük bir sistemle olayları anlamdırmak bizler için daha kolaydır, oysaki o
dönemde bu kadar zorlugu yasamıs bir kisi için yasadıklarını dünya konjonktöründe siyasi
kosulların zorunlulugu olarak görmesi çok zordur. Her an açlık ve yoklukla yüz yüze
kalabilme olasılıgı içinde bulunmak ise, bireyin birincil ihtiyaçlarını yerine
getirememesiyle karsı karsıya kalması riskinden daha öte bir anlam ifade eder. Yine
toplum tarafından dıslanmaları, zaman zaman hakarete ugramaları da onları olumsuz
yönde etkileyerek, ‘yabancılasma’larına neden olmustur.
Mübadiller topluma yabancılasmalarıyla birlikte, karsılastıkları toplulukların tam
anlamıyla içlerine nüfuz edememeleri sebebiyle kendi içlerindeki küçük gruplara daha
fazla baglanmıslardır. Bunu bir koruma çemberi olarak tasavvur edebiliriz ki çevreden
gelebilecek zararlara karsı toplu hareket etme dürtüsünü de içinde barındırır. Bu
açıklamalarımızdan göçmenlerle yerlilerin birbirinden bıçakla kesilmis gibi ayrılmıs
oldugu izlenimi edinilmemelidir, zaten zamanla karsılıklı kültürler melezlesmis ve
kaynasmalar had safhaya çıkabilmistir.
Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yasayan mübadillerin hayata karsı durusunda dikkatimizi
çeken baska bir unsursa yasadıkları olayların neticesinde bunları tekrar yasamamak ya da
riski en aza indirmek için devlete yakın durma hissiyatıyla hareket etmis ve bu çabalarının
da karsılıgını almıs olmalarıdır (Gökaçtı, 2004: 271-279).
5 0
Mübadillerin yasadıgı kültürel sorunların belki de en önemlisi lisan problemleridir
(Göakçatı, 2004: 281-283). Bilindigi gibi insan bir kültür varlıgıdır ve bunun
kurulmasındaki en önemli bilesenlerden biri de dil’dir. Dil sorunları da göçmen halkın
toplumun öteki kesimlerine yabancılasmasına olumsuz anlamda katkıda bulunmaktadır.
Kendi dünyasına “ait olanları” yitiren göçmen, öteki dünyalara “ait olmak” için gerekli
donanıma sahip olamadıgından (donanımlardan biri lisandır), kendini aidiyetsizlik
sürecinin içinde kaybolmus hissedebilmektedir.
Yunanistan ve Türkiye’de yasayan insanların Mübadele’ye daha en basından farklı
yaklastıgını dil konusunda gösteren bir örnek olarak göçmenlerine mübadil / mülteci
adlandırmalarıyla yaptıkları ayrı hitapları verebiliriz. Yunanların Rum göçmenleri mülteci
olarak adlandırması, birbirine örgülenmis olan dil ile kültür arasındaki iliskinin iyi bir
örnegidir.
5 1
6 MÜBADELE’NİN TÜRK EDEBİYATI’NA YANSIMASININ GENEL BİR
ANALİZİ
Batılılasma sürecinde Batı’nın sanayi, siyaset ve benzeri alanlarda geçirdigi çagdaslasma
etkinlikleri Osmanlı’ya uygulanmaya çalısılırken, bir yandan diger alanlara yansıyan bu
tesir, edebiyatımızda da görülmüstür. Batı’da “roman”ın geçmisi siir, tiyatro türleri gibi
çok eskiye gitmemekle birlikte, Türk Edebiyatı’ndaki yeri çok daha yenidir. Batılılasma
sürecinde devlet yapısının yukarıdan asagıya yayılan sistemi içerisinde bir grup Türk
aydını tarafından hem çeviri hem de ilk tecrübeler yoluyla roman, hikâye ve tiyatro eserleri
yayımlanmıstır. Türk Edebiyatı’nın genel yapısına kus bakısı göz atıldıgında -Servet-i
Fünûn gibi II. Abdülhamit Dönemi’nin İstibdat yönetimi zamanında kendi içine daha
dönük dönem yapılanmalarını özel bir konumda degerlendirip bir kenarda tutarsaközellikle
Millî Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi basta olmak üzere “tarih ve edebiyat”
iliskisi baglamında üretilen eserlerin tarihi oldukça eskiye gider. Dolayısıyla Türk
Edebiyatı’nda iskeletini tarihsel veya tarihî gerçekliklere yaslayan yahut da bu
gerçeklerden esinlenerek meydana getirilen, kısaca tarihle bir sekilde ilintili eserlerin
varlıgının önemli ölçüde oldugunu düsünüyoruz.
Bu eserlerin çogunda tarihsel unsurlar gerçege baglı kalınarak ele alınmıstır, bunun dısında
postmodern eserler basta olmak üzere bazı romanlarda ise tarihsel ögeler daha çok
“kurgu”nun gerektirdigi “oyun” için kullanılabilmektedir. Türkiye’nin cografyasının tarihî
yogunlugu süphesiz sanat eserlerini de bir ölçüde etkilemistir. Kanaatimizce Cumhuriyet
Dönemi’nin yönetimi ve devleti destekleyen romanlarını kenarda tutarsak, siyasal hayatta
yasanan ve toplum hayatını derinden etkileyen olaylar hem nitelikli kurmaca ürünler
açısından hem de bu metinlerin ikincil kaynakları açısından hâlen yeteri kadar
irdelenmemistir, öyle ki toplum bilincinde ve bilinçaltında hâlâ nitelikli ve derinlikli
degerlendirmesi yapılması gereken anılar bulunmaktadır.
Tarih - roman sarmalının bir uzantısı olarak 1990’lı yıllardan beri hız kazanan bir ivmeyle
Lozan Mübadelesi’ni konu edinen yapıtlar da Türk Edebiyatı içerisinde kendine yer
bulmakla birlikte; Mübadele’nin tarihsel çizgisini göz önüne alırsak, bu baglamda üretilen
yapıtlar için geç kalmıs bir yansımadır. Geç kalmıslıkla alakalı olarak Herkül Millas,
Mübadele’den 1960’lı yıllara kadar geçen hemen hemen kırk senelik zaman diliminde
5 2
yalnızca ‘birkaç cümleyle Mübadele’den söyle bir ancak bahsedildigine’ isaret eder
(Millas, 2005c: 130).
Yunan Edebiyatı’nın isleyisi ise Türk Edebiyatı’yla mukayese edildiginde tematik
nitelikleri açısından farklı yapıda bir tarihî roman / tarihsel roman seyridir. Mübadele’nin
gerçeklesmesinin ardından kısa bir süre içerisinde Yunanistanlı yazarlar (ilk yıllarda
Anadolu’dan göç eden yazarlar agırlı olarak bu konuda ürünler vermistir), hızla tarihsel
fonunu Mübadele’nin olusturdugu çesitli eserler üretmislerdir ki bu yazarlardan bazıları
söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 126-129):
“I. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, F. Kontoglou, D. Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y.
Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis, Ch. Samoulidis, T. Athanasyadis, A. Nenedakis,
A. Kurtyan, Y. Andreadis, M. Veinoglou, K. Zarokosta.”
Bu yazarlar arasında Türkiye’de en popüler isimler Dido Sotiriou ve Nikos
Kazantzakis’dir; ancak çeviribilim açısından su saptamayı belirtmeden de geçmemeliyiz ki
onların anlatılarının Yunanca asılları ve Türkçe çevirileri arasında bazı imgesel farklılıklar
bulunmaktadır [Yunanca eserlerin Türkçe’de sansürlenmesi konusuna Millas’ın bir
degerlendirmesinde de deginilmektedir (Millas, 2005a: 151-163)]. Bu yazarların eserleri
Türkçe’ye aktarılırken çevirmenler ve yayınevleri tarafından sansürlenmekte, bunun
sonucunda da Yunanca eserlerdeki Türk imgesini algılamamızda farklılıklar olusmaktadır.
Böyle bir uygulama yöntemi seçilmesindeki amaç, herhangi bir sekilde yasalar tarafından
kovusturmaya ugramamaktır. Çeviride bu sistemin benimsenmesi sonucunda ise eserler,
yazarlarının ilk ürettigi ürünlerden farklılasarak bir nevi farklı yapıtlar hâline, çevirmenler
de bir nevi eserin ikinci yazarına dönüsmektedir.
Yunan Edebiyatı’nda Mübadele’ye yönelik ilgi giderek azalmasına ragmen (Millas, 2005c:
126) Türk Edebiyatı’nda bu ilgi tersine bir akısla artmaktadır. Bir toplumun yazarlarının bu
derece önemli bir konuyla oldukça geç bir tarihte ilgilenmelerinin çesitli sebepleri
olmalıdır.
Millas, 6 madde halinde bu sebepleri açıklar (Millas, 2005c: 132, 133). Bu maddeler;
Yunanistan’ın Türk-Yunan Savası’nda kaybeden taraf olması, Türkiye’ye göçün
Yunanistan’a oranla daha kontrollü olması, Türkiye’nin Balkan Savasları dolayısıyla daha
önceden çesitli göçler yasaması, Rumlar arasında okuma yazma oranının daha yüksek
5 3
olması ve o dönemlerde Türkiye sınırları dısındaki Türklerle ilgilenmenin hos
karsılanmaması seklinde özetlenebilir.
Bizim fikrimize göre bu maddelerin en önemlilerinden biri Yunanistan’ın Anadolu’yu isgal
etmesinin sonucunda Megali İdea20 düsüncesinin hayat bulamaması, bunun neticesinde de
Türklerle Yunanlar arasında yapılan savasta Yunanistan’ın umulmadık bir hesapla
kaybının daha fazla olmasıdır. Bu sekilde toprakları Ege’nin batısında kalan Yunanistan
için Türkiye, ulus devlet olma sürecinde ‘öteki’ hâline dönüsmüstür.
Nedret Kuran-Burçoglu’nun da (Kuran-Burçoglu, 2005) “İmgebilim” üzerinde dururken
isaret ettigi gibi toplum tarafından kalıplasmıs yargılar olusturulmasında öteki tarafın
düsman olarak algılanmasında edebiyat ortamı yardımcı bir rol üstlenmektedir. Yunan
toplumunun uluslasma sürecinde birlestirici unsuru olusturan bu imgeyi besleyen tarihî
olaylardan biri Lozan Nüfus Mübadelesi’dir; keza Mübadele’den kısa bir süre sonra bu
konuyla ilgili eserler de üretilmeye baslamıstır. Türkiye’de ise nesnel zaman algısının
ötesinde, zamanın ruhu dönemin sisteminde farklı algılandıgı için edebiyatçılar da baska
temalar kullanma yoluna gitmislerdir. Özellikle o yıllarda Cumhuriyet’in kurulusunu
destekleyici nitelikte eserler ön plandadır, nitekim bir önceki dönemde de Millî
Mücadele’yi destekleyen eserler dikkati çeker. Hatta Halide Edip gibi Millî Mücadele
sürecinde yönetimle ve halkla bütünlesmis yazarlar daha sonra yönetime aykırı
kalabilmistir. Bunun yanında daha sonraki yıllarda Mübadele konusuna deginilmemesinde
yine Türkiye’nin “siyasî hassasiyetler”i de söz konusu olabilir. Tüm bu ifadelerimizin
dısında bu topraklarda yasanmıs tek önemli olayın Mübadele olmaması da etkilidir; keza
sadece Cumhuriyet tarihine bakıldıgında bile çok hareketli bir cografyada yasanıldıgı
görülebilir. Bu ahvalin bir uzantısı olarak sözünü ettigimiz tarih ve roman iliskisi ile ilintili
eserlerin yelpazesi de genislemistir. Nitekim baslı basına “göç” olgusunu Türkiye’nin
yasadıgı farklı açılardan konu edinen siir, roman ve hikâyeler de mevcuttur.
Yunanistan’ın ulusal kimlik konusunda daha bütünlüklü bir devlet olması da onların
Mübadele konusunu daha erken ele almasının nedenlerinden bir digeridir (Millas 2005b:
342). Daha önce açıkladıgımız gibi Osmanlı Devleti’nin uluslasma / Batılılasma süreci, bu
sürecin devamında (sonucunda degil; çünkü Türkiye Devleti için de bu süreç devam
etmektedir) Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve ulusal yapının topluma benimsetilmesi
20 Konumuzla baglantılı olarak Megali İdea fikri kısaca söyle özetlenebilir: Yunanistan’ın baskenti İstanbul
olan bir devlet kurma mevhumudur (Demirözü, 2005: 157).
5 4
oldukça çetrefilli olmustur. Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal yapısını / kimligini destekleyen
noktalar Yunanistan’ınkilerden farklılasmaktadır.
Bazıları kapsamlı olmamakla beraber ’80’lerden sonra Mübadele’yi konu edinen kitaplar
sunlardır (Millas, 2005b: 334-339):
Fikret Otyam’ın Pavli Kardes (1985) adlı romanı, Salim Sendil’in Karagedik (1980) adlı
kısa öyküsü, Mario Levi’nin En Güzel Ask Hikâyemiz (1992) ve Mehmet Eroglu’nun Yürek
Sürgünü (1994) adlı romanları, Feride Çiçekoglu’nun Suyun Öte Yanı (1992) adlı yapıtı
yayınlanmıs bu kitaplardan ön plana çıkanlardır. Öteki yazarlar ve eserleri de genel
hatlarıyla söyle sıralanabilir (Millas, 2005c: 143): Barıs Balcıoglu, Çayınızı Türkçe mi
alırsınız? (1996); Oya Baydar, Hiçbiryer’e Dönüs (1998), Yigit Okur, Hulki Bey ve
Arkadasları (1999), Sergun Agar, Askın Senaryosu Selanik’te Kaldı (2001), Rıdvan Akar,
Bir Irkçının İhaneti (2002). Bunlara eklememiz gereken diger bir yapıt da Kemal
Anadol’un Büyük Ayrılık (2003) adlı romanıdır.
Türkiye açısından bu konuda bir miktar Dogulu diye tabir edilen tutumu da görmekteyiz;
bu özellik, olayları nedenleri ve sonuçlarıyla yeteri kadar irdelemeden benimseyebilme
özelligidir. Bunun dısında Türklerin göçebe yapısı, yani göç kavramının bilinen
tarihlerinden beri hayatlarındaki baslıca olgu olması da Mübadele’yi gölgeleyip,
bilinçaltına bir sekilde itmis olabilir.
Yunan toplumunda salt edebiyat alanındaki çalısmalar degil Mübadele üzerine yapılan
tarihî / sosyolojik metinler de dikkati çeker; bunlar arasında birinci kusak göçmenlerin
agzından derlenen sözlü tarih çalısmaları da yer tutar ki Mübadele’yi irdeleyen tüm bu
metinler göç öncesinde, esnasında ve sonrasında yasananların toplumun zihninde sürekli
olarak yinelenmesini saglar. Ayrıca Mübadele’nin üzerinden henüz çok az zaman geçmesi
dolayısıyla nesnel bir tutum edinmek de bu yazarlar için güç bir kosuldur. Bu açıdan Türk
yazarları, her iki ülkenin olayları konu edinme egilimlerini de düsünürsek daha uzak bir
zaman diliminden olayları degerlendirebilme sansına sahip olmaktadırlar.
Bunun yanında bir toplum, kendi tarihini pek çok nedenden ötürü aynı oranda ve
zamanlarda sindiremeyebilir; üstelik Mübadele gibi çok önemli bir olayı da toplum
nezdine sunabilmek için önce yazarın bu olguyu sindirmis olması gerekmektedir.
Yukarıda Mübadele ile Türk Edebiyatı arasındaki iliskiye genel hatlarıyla deginmis
olmakla birlikte, asıl amacımızın daha özel açılardan da bu konuyu degerlendirmek
5 5
oldugunu belirtmistik. Edebiyat eserlerini irdelerken kurmaca olduklarını daima göz
önünde bulundurmak gerekir; çünkü bir edebiyat metni hiçbir zaman tarih, sosyoloji ya da
siyaset metni özelliklerini aynen tasımak yükümlülügünde degildir. Bu ifadeden anlatmak
istedigimiz yazarların önemli tarihî hataları degildir; bir metinde anakronizme yer vermek
farklı, yazarın eserini yazmadan önce yeterli arastırmayı yapmayıp bilinçsiz bir sekilde
yanılgılara düsmesi farklı bir olgudur. Keza bu yanılgılar metin içerisinde imgesel açıdan
önemli hataları da dogurabilir.
Bu minvalde tezimizin kapsamı dogrultusunda seçtigimiz eserleri sırasıyla irdeleyecegiz.
Su Fırat’ın suyu akar serindir
Ölem ölem derdo ölem akar serindir
Yarimi götürdü (anam) kanlı zalimdir
Ölem ölem kanlı zalimdir.
....
Ahbapların gelmis agıtlar yakar
Ölem ölem derdo ölem agıtlar yakar
Söyletmeyin beni anam yaram derindir
Ölem ölem yaram derindir nasıl gülem. (Su Fırat’ın Suyu Akar Serindir)
Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Yasar Kemal’in asıl adı Kemal Sadık
Gögçeli’dir. O, eserlerini klasik roman sanat anlayısına baglı kalarak anlatılarını olusturur;
ancak romanlarında masal, destan gibi farklı türlerin özelliklerine yer vermesinden dolayı
tam anlamıyla klasik gerçekçi roman anlayısının sınırları içerisinde de yer almaz. Lozan
Mübadelesi’ni tarihselligi içerisinde yazdıgı dörtlemesinin ilk kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor
Baksana (2003) inceleyecegimiz ilk romandır. Bir Ada Hikâyesi’nin ikinci cildini
Karıncanın Su İçtigi, üçüncü cildini ise Tanyeri Horozları adlı romanlar olusturur.21
6.1.1 Özet
Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (Kemal, 2003) adlı bu romanı Bir Ada
Hikâyesi dörtlemesinin ilk kitabıdır. Roman, Mübadele’nin hemen sonrasındaki dönemi;
cumhuriyetin ilk yıllarını konu edinerek Türkiye sınırları içerisinde kalan bir adada, Rum
halkından bir gençle eski bir Türk yüzbası arasında gelisen olayları aktarır.
Mübadele olayının gerçeklesmesinin ardından adayı terk etmeyip saklanan Hıristiyan Rum
Vasili’yle, adaya yerlesen Müslüman Türk Poyraz Musa’nın hikâyesi roman içerisinde
21 Ada hikâyeleri dörtleme olarak tasarlanmıstır; ancak tezimizi olusturdugumuz süre içerisinde dördüncü
cildi henüz yayımlanmamıstır.
5 6
geriye dönüslerle (flashback) ele alınır ve bu iki karakterin çeliskileri bununla es güdümlü
olarak verilir.
Yüzbası Poyraz Musa (Abbas), savas bittikten sonra mübadeleyle bosaltılıp ıssızlastırılmıs
bir adaya (Karınca / Mirmingi Adası), kısmen geçmisinden kurtulmak ve kendini takip
edenlerden kaçmak için ‘göç eder’ ve tüccar Manolis’in köskünü satın alır. Adalı Vasili ise
adadan ayrılmak zorunda kalanlarla gitmeyip adada saklanmıs, oraya gelecek ilk ‘insan’ı
öldürmeye yemin etmistir. Vasili ve Musa, ilk zamanlarda birbirlerinin varlıgını hissetseler
de teshir edilmeye cesaret edemezler (Vasili konumu geregi daha bilinçli bir tercih yapar).
Bu iki farklı dine mensup karakter, uzun bir süre birbirlerinden kaçarlar; daha dogrusu
adalı Vasili varlıgını belli etmemek için uzun süre çabalar. Savasta birçok ölüyü arkasında
bırakmıs olan Vasili, Poyraz Musa’yı öldürmek için buldugu fırsatları kararından o an için
vazgeçerek bir sekilde kullanmaz. Savas yıllarında pek çok insanı öldüren Musa da kendini
savunmak için olsun ya da olmasın, karsı taraftan zarar görme ihtimalini bildigi hâlde yüz
yüze karsılastıklarında Vasili’yi, buldugu ilk fırsatı da kullanmayarak öldürmez.
Tüm bunlar yasanırken adaya yavas yavas baska göçler de olur; Poyraz’dan sonra adaya
gelen ilk kisi, Ali Pasa Selim Bey’dir. Ali Pasa, Selanik’ten gelen varlıklı bir mübadildir;
ancak malvarlıgının esdegerini göç ettigi topraklarda alamamıstır.
Lena adlı bir Rum kadını ise bir süre sonra adaya dönmeyi basarır ve zamanla Poyraz’la
aralarında dostluk olusmaya baslar. Lena’nın varlıgı, Musa’yla Vasili’nin arasında da bir
iletisim olusmasına neden olur ve bir gün, fırtınalı bir havada Vasili, onu bogulmaktan
kurtarır ve masalsı denebilecek bir sekilde ‘dostluk’ları baslar!..
Ada Hikâyelerinin Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana adlı ilk cildinin ana hatları bu
sekildedir.
6.1.2 Yasar Kemal ve Bir Ada Hikâyesi 1 Hakkında Ön Deginmeler
Yasar Kemal, Adana’nın Kadirli ilçesine baglı simdiki adı Gökçedam olan bir köyde
çocukluk yıllarını geçirmis olmasına ragmen aslen Türkmen’dir; ailesi o bölgeye 1915
yılında göç etmistir (Kabacalı, 2004: 10). Seçtigimiz diger romanların yazarlarının aksine
Yasar Kemal, mübadil olmamakla beraber, ailevi kökleri nedeniyle göç duygusunu kisisel
olarak tadan bir yazardır. Bu duygulanım yazarlıgını da ister istemez etkileyip Mübadele
konusuna ilgi duymasına neden olmus olabilir; ama onun için asıl önemli olan dogayla
5 7
bütünlesmis insan’ı anlatmaktır. Modern ozan gibi bir sıfatla da kendisini
tanımlayabilecegimiz Yasar Kemal’in, toplum hakkında duyarlı bir yazar olması nedeniyle
mübadil olmamasına ragmen Mübadele konusunu yazınsallastırmasını beklenmedik bir
durum olarak karsılamamak gerekir.
Kendisi de insanın soyut bir varlık olarak degil, toplum gerçekligiyle birlikte ele alınması
gerektigini savunur (Andaç, 2003: 61). Bu düsüncesine paralel olarak onun yarattıgı
karakterlerin toplum içinde ‘akis’leri bulunabilir.
Onun beslendigi kaynaklar söyle sıralanabilir: Çukurova, Toroslar, Anadolu, tabiat, insan,
eskiya gelenegi, destanlar, masallar, agıtlar, Karacaoglan, Köroglu, Dede Korkut
Hikâyeleri ve daha nicelerinden damıttıklarını öz üslubuna dönüstürmeyi basarabilmesi,
onu özgün kılan özelliklerinden birini olusturur. Bu özgün anlatım içine dünyanın öz’üne
hitap eden evrensel degerleri de ilistirir ki Stendhal, Çehov gibi evrensel kalemler, yazınını
roman sanatına ‘baglama’ tellerinden bazılarıdır.
Adnan Binyazar’ın ifadesiyle o, toplumda saptadıgı bir sorun varsa buna bir hesaplasma
içerisinde dogrudan yönelmek yerine “bireyin gerçegi, toplumun çektigi acı, özellikle
anlatımına getirecegi açılım”la yaklasır ki bu baglamda söz konusu romanı sadece
Mübadele’yi konu edinmenin ötesinde bir eserdir (Binyazar, 2003: 256, 257).
Cografya, nam-ı diger Çukurova onun anlatılarının degismeyen uzamıdır; Kemal,
Çukurova yöresini romanının vatanı olarak degerlendirir (Andaç, 2003: 93). Hatta onun
yinelenen bir söylemidir ki her yazarın bir Çukurova’sı, kendini yerele baglayan bir
mekânı olmalıdır (Fethi Naci, Yasar Kemal’le söylesi, 1-2 Mayıs 1993). Mekân olarak
Çukurova’yı leitmotif olarak degerlendirebiliriz; çünkü o aslında her neresi olursa olsun
kendi romanının Çukurova’sını anlatır.
“Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinde de onun edebiyat içindeki “gerçeklik” algısını
bulabiliriz: Öncelikle Anadolu insanının toplumsal gerçekligini yeni bir dünya yaratarak
ortaya koymak, daha sonra da ‘olagan dısı, abartı ve simgesel ögeleri’ni öne çıkartıp, bunu
bu insanın gerçekligini evrensel boyuta tasıyabilmektir (Andaç, 2003: 97, 98).
Yasar Kemal’e göre Türk toplumunun temeli göçebeliktir; kültürümüzün temelini halk
kültürü, halk kültürünün de temelini göçebe kültürü olusturur; bunun neticesinde
Anadolu’da olusan edebiyat, temelinde yörük kültürünü barındırmakla beraber, Türklerden
önce bu bölgede yasayan göçebe olmayan uygarlıkların izlerini de barındırır (Tekin
5 8
Sönmez, Yasar Kemal’le söylesi, 29 Mayıs 1978). Onun göçebelik kültürüne bu yaklasımı
Mübadele’yi ele aldıgı bu romanında da kendini göstermektedir; çünkü göç’ün Türk
toplumunun temelinde geçmisten gelen bir dayanagı vardır. Dolayısıyla Yasar Kemal için
göç olgusu, edebiyat içerisinde tanıdık bir konudur.
Yasar Kemal bir röportajında ‘Bir Ada Hikâyesi’ni kurgulamasının ana nedenini “insan
gerçegine” daha fazla yaklasabilmek olarak dile getirir (Andaç, 2003: 169). Bu insan
gerçekligi ise daha önceki romanlarında oldugu gibi dogaya aittir ya da dogaya dönmüstür.
Onun romanlarını sadece Köy Edebiyatı gibi bir sınıflandırmaya dâhil etmek yetersiz bir
tanımlamadır ki doga, bir varolus biçimine öncelik edip tıpkı Fırat Suyu Kan Akıyor
Baksana adlı romanında oldugu gibi insanın varlıgını tamamlar.
Bu noktada Yasar Kemal’in roman anlayısını folklorik roman olarak nitelemek, onun söz
dünyasına girmeden önce yapılacak tanımlamalardan biri olabilir.
6.1.3 Mübadele’nin Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’ya Yansımasının Analizi
Bu romanın ilk basım tarihi 1998’dir ve bu zaman Türkiye ile Yunanistan arasındaki
degisim sürecine, ardından iki ülkenin özellikle politik platformda diyalogunun daha farklı
bir yola girdigi ilk yıllara tekabül eder. Mübadele’nin üzerinden geçen zamanın etkisiyle
de bu olayı algı ve alımlayıs açısından toplum nezdinde degisimler gözlemlenebilmektedir.
Mübadele’nin Türk Edebiyatı’nda daha önceki yıllarda neden yer almadıgını açıklamıstık;
bu noktalardan hareketle Yasar Kemal’in (bittabi öteki yazarlar için de aynı durum söz
konusudur) çok daha uzun yıllar önce yazsaydı bu dörtlemesinin Mübadele’yi isleyisi ve
toplum tarafından algılanısının farklı olma ihtimali vardır.
Bu saptamalarımızın yanında belli bir okur kitlesi tarafından geçmiste kalan bir konuyu
islemekle elestirilen Yasar Kemal, aslında bugünün algılama kodlarıyla geçmisimizin ve
insanımızın gerçekligini ele almaktadır. Nitekim okurların alımlamaları konunun tasıdıgı
hassasiyet dogrultusunda farklılasabilmektedir. Benzer bir süreç yazar için de söz konusu
olabilmektedir; yazarın yarattıgı imgeler bugünün kosullarında tarihsel konumu içerisinde
daha uzak bir bakıs açısıyla ele alınmıs oldugundan, özellikle Yunan Edebiyatı’ndaki
örnekleri düsünülünce, imgelerin alımlanısı ve karakterlerin kurgulanısı bakımından yapıcı
bir yaratım ortaya çıkmıstır. Yukarıda genel nitelikleriyle Yasar Kemal’in yazarlıga
yaklasımı ele alınmıstı; bu durumda iki süreç ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, Yasar
Kemal’in hayatı ve insanı algılayısı ile Mübadele’yi kendi edebiyatını olustururken
5 9
kullandıgı kodların süzgecinden geçirip bir kurgu yaratarak kendi dil’iyle biz okurlara
sunması, ikinci olarak da her türlü okur kitlesinin degerlendirme süreci içerisinde eserin
alımlanıs sürecine eklemlenmesidir.22
6.1.3.1 Karınca / Mirmingi Adası
Romanın ilk sayfalarından itibaren Yasar Kemal’in yazarlıgıyla bütünlesen unsurlarla
okuyucu bulusur. Bu romanda ana mekân çogu romanında oldugu gibi somut anlamda
Toroslar ve Çukurova degildir. Edebiyatta özel bir yeri tutan uzam; “ada” ile karsılasılır:
“…Önce denizin aklıgı kaydı gitti, bir anda gözden silindi. Ardından denize yansımıs seftali çiçeklerinin
pembesi birden uçtu gitti adanın üstüne kondu. Yıldızlar parladı söndü. Bir balık, nerdeyse bir çocuk boyu,
denizden fırladı, havada çakarak çelik mavisi, çelik yesili, çelik moru, çelik kırmızısı ısıklarını fıskırtarak
geri düstü…” (Kemal, 2003: 7, 8)
Yasar Kemal’in kendi doga algısından daha önce ada, reel yasamdaki imgelerinin üzerine
edebiyattaki / Türk Edebiyatı’ndaki varolusunu da yüklenmekte ve bu anlam olanaklarının
bütünü Karınca Adası’nın romandaki imajını (image) tamamlamaktadır. Ada’nın insan
tekine imledigi algılardan biri kaçıs duygusunu içinde barındırmasıdır; çünkü ada
baglantısız bir kara parçasıdır. Romantik bir yorumlamayla kendini sınırlayan deniz / su,
mecazi olarak sınırlarını olusturmaz: Ada, bilinçaltında ‘özgürlük’ hissini çagrıstırır ve
insanın özledigi dünyanın hayalini kurabilecegi bir mekân olarak teklesebilir. O, insanın
düslerinin hayat bulabilmesi adına dünyadaki en uygun mekânlardan biri oldugu gibi,
hayal ve umutların bir toprak parçası üzerinde hissedebilmesini olanaklastırır. Bu fikrimizi
desteklercesine dörtlemenin ilk romanı boyunca Karınca Adası’nın tam olarak neresi
oldugu hakkında bilgi verilmez; Karınca Adası ile ilgili tanımlamalar okuyucunun
hayalgücüne bırakılır.
Ada olgusu hakkında Yasar Kemal’in degindigi nitelikler, Mübadele’yi konu alan bir
romanda adanın mekân olarak kullanılmasının bilinçli bir tercih oldugunu gösterir:
“Tarihin belirli noktasında adadan, yakın geçmiste yasananlara bakmak, insanların yakın geçmisiyle o andaki
yasamları arasında baglantı kurmak için... Ada; âdeta o badirelerden geçtikten sonra gelecegini kurmaya
girisen insanları bir araya getiren bir laboratuvar...” (Yasar Kemal, söylesi Alpay Kabacalı, 30 Mayıs 2002)
Ada’nın yüklendigi misyon en az romandaki karakterler kadar önemlidir. Karınca
Adası’nın varlıgı, köksüz kalmıs bu insanları bir araya getirip, onları kendi varlıgında
22 Altan Gökalp yazdıklarımıza benzer bir saptama yapar; Yasar Kemal’in köy olgusunu romanlarında kendi
edebiyata yaklasımı çerçevesinde kullanması Türkiye’de yanlıs algılamalara yol açmıstır: Yasar Kemal için
“imgelemin en dizginsiz toprakları bile fiziksel çevresi, insanları, tarihi ve kültürüyle gerçekligin bir
uzamında kök sal[maktadır] )” demek onun cografyasına verdigi önemi gözler önüne serebilir (Gökalp, 1998:
13-15).
6 0
birlestirerek yeni ve bütün bir hâlde kök salabilmelerine olanak saglar. Keza, Fırat Suyu
Kan Akıyor Baksana, Mübadele kararı verildikten sonraki bir zaman dilimini kapsar.
Seçilen bu vakit aralıgı, her bir roman kisisi için uzun yılların ardından tekrar hayata
basladıgı, ölüp yeniden dogdugu bir zamandır. Böyle bir zaman imgesi yaratılmıstır.
Yasar Kemal, Alpay Kabacalı ile yaptıgı söylesisinin devamında Karınca Adası’nın canlı
islevi görmesiyle beraber; cennet gibi ve tek kisilik oldugunu da belirterek dörtlemenin son
cildinin isminin Çıplak Ada Çıplak Deniz olacagını, bu sayede Ada’nın da islevini
tamamlayacagını belirtmistir (Yasar Kemal, söylesi Alpay Kabacalı, 30 Mayıs 2002).
Belma Ötüs Baskett, Yasar Kemal’in cografyasının zaman içerisinde degisiklige
ugradıgını, Ada Hikâyeleri’nin de ‘deniz romanları’ olarak ayırdıgı sınıfa dahil oldugunu
yazmıstır (Baskett, 2003: 211-213). Yasar Kemal ise her yazarın bir Çukurovası olması
gerektigini; Kafka, Dostoyevski ve Çehov gibi büyük yazarların da kendi Çukurovalarını,
baska bir ifadeyle kendi cografyalarını yazdıklarını belirtir (Kabacalı, 2004: 14, 15). Bu
söylemden hareketle aslında Ada’nın da Çukurova imgesinin bir parçası, devamı oldugu
düsünülebilir. Su sebeple ki Yasar Kemal’in “romancılıgının vatanı” Çukurova,
olusturdugu doga dizgesinin tezahürüdür. Ada; insanın dogaya aitligi ve dogayla birlikte
zenginlesebilme imgesinin içinde yer alır.
Kemal, Mübadele yasandıktan sonra insanlar üzerinde olusan yıkımın engellenebilecegi
yeni bir dünya kurgusunun hayalini metinlerinde temsil eder / kurgular. Epik bir söz
büyücüsü olan bir yazar için epik imgeler tasıyan Karınca Adası’nın varlıgı
yabancılasmayı yok edebilme yetisine sahiptir; çünkü kim olursa olsun her insanın özü
dogaya ait oldugu kadar kisi, o mekânda kimliginden sıyrılabilme özgürlügünü de elinde
bulundurur.
Ada, okurun önceki deneyimlerine dayalı olarak olusturdugu “beklenti ufku”na23 hizmet
edebilecek bir uzamdır. Aksi hâlde roman farklı bir mekân üzerine kurulmus olsaydı, bir
Rum’un benimsememelerine karsın kendileri hakkında ve ulus-devletin bekası için
çıkarılmıs kanunlara karsı baskaldırısına yardım edemeyebilirdi ki Yasar Kemal’in öteki
eserlerinde de görülen roman kahramanının memnun olmadıgı düzene karsı bas kaldırması,
23 Kavram olarak Karl Popper ve Karl Mannheim tarafından ortaya atılmıs olup, H. R. Jauss tarafından bu
kavramın anlamına okurun bir metinden yazınsal, kültürel ve toplumsal açıdan beklediklerinin bir dizgesi
yorumu da dâhil edilmistir (Kuran-Burçoglu, 1996: 38).
6 1
yani ‘bas kaldırma’ leitmotif’i Bir Ada Hikâyesi’nin ilk cildinde bu sayede ortaya
çıkmıstır.
Lozan Mübadelesi ile Ada tamamen bosaltılmıs ve geriye sadece Ada’nın yerlisiyken
kaçak konumuna düsen Vasili kalmıstır. ‘Ada’ onun hayatta kalabilmesi için gerekli
seylere sahiptir; fakat gerçek anlamda yasayabilmesi için varlıgının ihtiyacı olan ‘herhangi
bir insan’, kimsenin orada yasamak istememesi nedeniyle ancak bir süre sonra oraya
yerlesmistir.
Baslı basına bir kimlik sahibi olarak kurgulanan Ada, romanın ana karakterleri Poyraz
Musa ve Vasili için Mübadele ile birlikte olusan çeliskilerinin, var olmakla yok olmak
arasındaki gidis gelislerinin bitip, kimliklerini tamamladıkları bir mekân olarak da öne
çıkar.
Mirmingi Adası aynı zamanda, karakterlerin maziden ve gelecekten kurtulabildikleri
düs’ün de mekânıdır.
6.1.3.2 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi
Romanın Mübadele gerlestikten sonraki bir tarihte basladıgını belirtmistik. Karakterlerin
Mübadele’den önce savas dönemlerindeki yasamları, kötü anıları ise flashback’lerle
(geriye dönüs) okuyucuya aktarılmıstır. Onur Bilge Kula ve Cemal Sakallı’nın Yasar
Kemal’in eserlerinde ortaya koydugunu belirttikleri; onun yazarlıgının temelini
olusturmasının yanı sıra bas kaldırının, umudun ve direnisin üreticisi konumundaki
“mitolojik bilinç” (Kula ve Sakallı, 2003: 230-235) Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da da
görülmektedir. Mübadele romana yansıtılırken Yasar Kemal’in mitsel düs süzgecinden
geçirilerek kurgulanmıstır. Bu sebeple konuya duyarlı kimi okuyucuların nezdinde roman -
edebî bir eserin bu yönde degerlendirilmemesi gerekirken- içerisinde gerçeklikten sapma
görülebilir.
Poyraz Musa, hiçbir göçmenin yerlesmeyi istemedigi Ada’nın tamamen bos oldugu
düsüncesiyle geçmisinden kopmak ve kaçmak (bu kaçıs üst anlamda Yezidilerin onu
öldürmek istemesinden de kaynaklanır) için oraya yerlesmeye karar vermistir.
Romanın yan karakterlerinden biri olan Berber Nuri, Mübadele’nin gerçeklesmesinin
küçük esnafın hayatını nasıl etkilediginin tanıklarındandır (Kemal, 2003: 19-22). Berber
Nuri, İstanbul’daki berber dükkânında çalısan Rum kalfalarını kaybetmesinin ardından
6 2
(İstanbul’daki Rumlar Mübadele’ye tabi tutulmadıkları hâlde yazar, berberin kalfalarını
nasıl kaybettigi konusuna açıklık getirmez), Ada’nın yakınındaki kasabaya yerlesmistir;
ancak Rum halkının varlıgına özlem duyar. Bu yüzden, dünyanın artık aynı dünya
olmadıgını düsünmektedir. Bu, ayrıntıda kalan bir örnek olmakla birlikte, romanın gidisatı
açısından okuyucuya yol da göstermektedir. Berber ve Poyraz Musa arasındaki diyalog,
Rumların Anadolu’yu terk ettikten sonra bıraktıkları izler açısından degerli oldugu kadar
da simgeseldir. Berber kendi algı sınırları içerisinde bir degerlendirme yaparak onların
gitmesiyle birlikte Anadolu zanaatinin eksikliklerinin farkındadır; çünkü bunu yasayarak
görmüstür. Bunun yanında neden gitmek zorunda olduklarını anlayamamaktadır. Eski bir
asker olan Musa içinse su asamada Rum imgesi farklı algılamalara sahiptir. O, katı bir
tutumla geçmisin geçmiste kalabilecegi inancındadır; ancak Rumları kendilerinin sürgün
ettigini kabul edecek mertlige de sahip bir karakterdir. Bu diyalogta Yasar Kemal’in öbür
romanlarında görülen bir unsur belirir: Mevkilerini kötüye kullanarak haksız kazanç
saglayan Mal Müdürü ve Kaymakam gibi mal-mülk edinmis insanlar da elestirilir.
Osmanlı’nın son zamanlarında bu tür insanların sayısında artıs olmustur; ama bu insanlar,
daha önce niteliklerinden bahsettigimiz gibi Mübadele’den sonra türeyen fırsatçıların
timsali niteligindedir.
Poyraz Musa’nın Tüccar Manolis’in Ada’daki kösküne yerlesmesi ve istedigi yasam
biçimini elde edecegi düsüncesini tasıması edebiyat tarihindeki bilinen bir karakterini;
İngiltere emperyalizminin simgelerinden biri olan Robinson Crouse imgesinin
canlanmasına neden olur (Kemal, 2003: 27, 28).
Yasar Kemal yalnızca Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Müslümanları degil, Poyraz Musa
karakteri vasıtasıyla Kafkaslardan Anadolu’ya gelen göçmenleri de ele alır (Kemal, 2003:
33-48) ki Anadolu göçmen yurdudur; dagılma sürecinde Osmanlı Devleti’nin dört
yönünden geçmisini arkada bırakan insanların yeni mekânı olmustur. Nitekim, ulus olma
sürecinde Poyraz Musa ve Çeçen Han’ın son soyu Üzeyir Bey Hazretleri de kimlik
degisimine ugramıstır. Bu açıdan bakıldıgında roman; yalnızca mübadilleri ele almadıgı
için Anadolu’ya farklı yollarla gelen baska göçmenlerin köksüzlügü, dönemin etnik kökeni
farklı olan insanlar üzerindeki etkileri, bununla baglantılı bir sekilde Cumhuriyet’in
gelisim safhasındaki toplumsal yapısı hakkında da fikir vermektedir:
“Çarlar bizi Kafkas’dan Çin’e Maçin’e, bütün Orta Asya’ya, Arabistan’a dagıttı. Kölelerimiz Mısır’da
Kölemenler Devleti’ni kurdu. Ama gene de yenildik, perisan olduk. Kafkas’ın muhtesem kartalları, cesur
6 3
sahinleri, hepimiz kuzgun olduk. Soyumuz çürüdü. Ama gene de basımızı dik tuttuk, kartal bası gibi, sahin
bası gibi.” (Kemal, 2003: 34)
Yazar, geriye dönerek Mübadele kararının verildigi günleri aktarır (Kemal, 2003: 49-55).
Adalı Rumlar arasında hükûmetlerin kararı dogrultusunda Mübadele edilecekleri haberinin
duyulmasıyla olusan ilk tepkiler kayda degerdir. Onlar, Mübadele fikrine anlam
veremezler; çünkü onların nezdinde yurtları, yasadıkları topraklardır ve kimseye de bir
zararları olmamıstır. Bu sebeple Mübadele’yi bir nevi sürgün olarak nitelerler. Ada
halkının bu olaya tepkileri ise biraz naif yapıda dokunmus; kendilerinin “üç bin yıllık
geçmisi”nin yanında üstelik de savas bitmisken neden böyle bir olaya maruz kaldıklarını
anlayamamaları ve akabindeki psikolojileri satıhta bırakılmıstır. Bunun yanında Hacı
Remzi ve Perikles Karagüloglu arasında geçen diyalog (Kemal, 2003: 56-60), Rum
imgesini olumlarken, aç gözlü ve fırsatçı Türk imgesi yaratır. İki eski dost olan Hacı ve
Perikles, duygusal düzlemde eski günlerini yâd eder; ancak Hacı için Türklerde çok degerli
olan vefa, dostluk gibi kavramlar geçmiste kalmıstır. Son derece pragmatik bir yaklasımla
Hacı’nın amacı, Perikles’in mallarına bir miktar parayla sahip olabilmektir; nitekim öteki
Adalılara da aynı teklifi sunar ki Rumları kendilerinden biri olarak görmeyerek
ötekilestirmektedir. Buna mukabil Rumlar için benzer hisler söz konusu degildir. Bir baska
diyalog grubunda, ikisi de denizci olan Kadri Usta ile Panosaki Usta arasında geçenler tersi
bir minvalde ilerler ki bu iliskinin içinde vefa ortaya konularak (Kemal, 2003: 66-69)
okuyucudan iki topluluk arasındaki baglılıgın alımlanması beklenir.
Yasar Kemal bu yan karakterler sayesinde Mübadele’nin halk içinde yarattıgı tepkileri
farklı açılardan ve düssel bir ortamla aktarmıstır.
Ada halkının gelecegi, bir yüzbasının oraya gelip okudugu emir metniyle netlik kazanır.
Rum halkı degis tokusa tabi kılınmalarının nedenini idrak edememektedir. Aralarında
Yunanistan’a ilhak etmek isteyen ya da kendini oraya ait hisseden de çıkmaz, oysa
bulgularımız içerisinde Rumların kültür degerleri açısından yakın oldugu taraf Yunanlar
olarak saptanmıstır.
Mübadele kararının kesinlesmesine karsın Ada halkı, savas öncesi yaptıkları bir sölen
düzenlerler (Kemal, 2003: 76, 77). Bu sölen onların kültürel özelliklerini gösterdigi kadar
topraklarına simgesel bir veda niteligindedir ki Anadolu halkının mitik ritüellerine de
gönderme yapar. Göçmen kusların Ada’ya ugramasıysa metaforik anlamda ele alınabilir;
bunlar, onlar için “son kuslar”dır, kusların ardı sıra Rumlar da göç edecektir. Kuslar bir
6 4
sonraki yıl aynı mekâna tekrar gelebilme olasılıgına sahipken, Rumlar geri dönebilme
umuduyla yola çıkmalarına ragmen onların bu dileginin gerçeklesmesi mümkün degildir.
Bu asamada Yasar Kemal’in kalemi romanda farklı bir dünya yaratmıstır.
Biri Türk, biri Rum iki ana karakterden biri olan Vasili Atoynatanoglu ise bu masalsı adayı
terk edememis; orada saklanmıs ve Ada’ya gelen ilk kisiyi de kim olursa olsun öldürmeye
yemin etmistir. Onun için ettigi yemin, aslında Ada’nın ‘insan’dan alacagı intikam
olmasının yanında, Ada ile kendi kisiligini özdeslestirerek aldıgı bir karardır. O, Karınca
Adası’ndaki öbür Rumların inanç ve umutlarının aksine, bir kez gittikten sonra geri
dönebileceklerine de inanmamaktadır:
“O koskoca savası duymadınız degil mi? Yanan köyleri, parçalanan, öldürülen insanları… Bizim adadan bile
yirmi bir kisi gitti de Yunan askeri yazılmadı mı? Hiç hükûmet gönderdigi insanı geri alır mı? Geri alacaktı
da niye gönderdi? Geri geleceklerine bütün ada insanları inandı. İnanmasınlar da ne yapsınlar. İnanmasınlar
da adalarından koparılma acısına nasıl dayansınlar. Ben mi, ben mi, ben mi nasıl dayanıyorum, ben, ilk adaya
çıkan kisiyi babam da olsa öldürecegim. Belki onlar da beni yakalar öldürürler. Öldürsünler. Siz cehennem
olun da gidin…” (Kemal, 2003: 88)
Bu sözler, Vasili’nin ait oldugu yerde kalabilmek adına ölüme dahi meydan okuyusudur.
Bu baskaldırıs hem kendisinin hem de Ada’nın gelecegini degistirecektir. Onun karakter
tahlilinde bu bas kaldırısıyla birlikte ‘sonra’sını hiçledigini belirtebiliriz. Kanaatimizce
amacı, göç etmelerine sebep olan Türkleri cezalandırmak degil, ona ait olanı ondan almaya
gelecek ilk kisiyi cezalandırmaktır. Vasili’nin yalnızlıgı seçimi aslında cismanî bir
durumdur; Ada’nın bir canlı kabul edildigi düsünülünce en çok baglı oldugu varlıgı seçtigi
anlasılır. Her ne kadar tehlikeli bir yalnızlıkta yasamayı göze almıs olsa da ikircikli ruh
hâli ona eslik eder; geçmiste savası, ölmüs veya öldürülmüs pek çok insanı görse de
insan’sız nasıl yasayacagı düsüncesi aklını karıstırdıgı anda yeminine sarılır. Vasili,
romanın zirve noktasına kadar öldürmekle öldürmemek ikilemi içinde kalan bir karakter
olarak tasvir edilmistir. Onun bu umudu yazarın gerçekte insanogluna yükledigi umuttur.
Poyraz Musa ile aralarında Poyraz’ın Karınca Adası’na geldigi ilk günden itibaren köse
kapmaca baslar öyle ki Vasili onu öldürmemek için kendine çesitli bahaneler uydurur.
Vasili’nin Ada’da yalnız kalmasıyla Mübadele’nin onun üzerinde bıraktıgı izler üzerinde
pek durulmaz; silik imgeler olarak bırakılır. Onun iç hesaplasması daha çok yasam ve
insan olmakla baglantılıdır. Vasili, her seye ragmen hayal kurmaktan vazgeçememistir.
Kimi zaman adanın kızlarından biri olan Aliki’yi hayal eder, kimi zaman “öldürme
makinası” olan insanın varlıgından süphe duyar, onun sorgulamalarının ardı arkası
6 5
kesilmez: Savas, insanın yarattıgı bir yıkımdır, bu yüzden kötülügün ana kaynagı olan
insan denen varlıgı öldürebilecegine inanmaktadır.
Vasili’nin insan olma ile Ada’nın insandan intikamını alma ikilemi roman boyunca devam
eder. Savasın bittigi bu ortamda ölüm ve öldürme fikriyle yüzlesmeye çalısması, onun
çeliskilerinde bası çeken unsur olarak ön plana çıkmaktadır. Vasili, kisilikli bir Rum olarak
kurgulanmıstır; bunu gösteren örneklerden biri Poyraz Musa’yı uyurken daha kolay
olmasına ragmen vuramamasıdır. Onu vuramamasının sebebi, böyle bir ölümün hiç kimse
için uygun olmayacagı inancıdır.
Yasar Kemal yine geriye dönüsler kullanarak Vasili’nin savasta neler yasadıgını
okuyucuya aktarır ki Vasili, düsleriyle savas anılarının arasında sürekli gidip gelir. Savas
anılarının onun ruhundaki izleri öfkeyle örülü oldugundan Musa’yı öldürme istegi
kayboldugu anda, hatıraları sayesinde dirilebilmektedir. Vasili aracılıgıyla yazar, hem
kendisinin savaslar sonucu meydana gelen kıyımlar hakkındaki fikirlerini iletebilmekte
hem de okurun Vasili’ye sempati duymasını saglayabilmektedir. Onun içinde bulundugu
kosullar, kurgu itibariyle Poyraz Musa’yı öldürme istegine karsın olumsuz bir yargıyla
karsılanmayabilir. İnsan olana duydugu öfkeye, yeminine karsın onda Anadolu insanının
misafirperverliginden de izler görülebilir, söyle ki Ada’ya ugrama ihtimali olan tekneleri
karsılayıp, teknedekilere sarap sunmayı bile düsünür (Kemal, 2003: 126).
Vasili, Yasar Kemal’in yarattıgı öteki bazı karakterler gibi dogaya aittir. Yalnızlıgına ve
çaresiz durumuna karsın, dogayla tek basına bas edebilmenin ötesinde tabiat sayesinde
hayatta kalabilmektedir. O, Mübadele’den sonra mutlulugu Nazım Hikmet’in siirlerinde
oldugu gibi yasadıgına sevindigi anlarda (Kemal, 2003: 131) tadabilmektedir.
Oldukça canlı bir karakter olarak çizilen Vasili’nin Poyraz’ı savastaki acımasız
yüzbasısıyla özdeslestirerek kötü anılarını onun kisiligine transfer etmesi, ona duydugu
nefreti tetikler. Savas anıları ve yüzbasının farklı etnik kökende insanlara uyguladıgı /
uygulattırdıgı kıyımlar, Vasili’nin de bir yanının donuklasıp, acımasızlasmasına sebep
olmustur; ancak gerçek kisiligi bu yalnız Rum gencinin ikilemini ortaya koyar. Onun bu
ikilemleri, insanlıktan hâlâ çık-a-madıgı gibi olumlu bir imgeyi daha da
belirginlestirmektedir.
Poyraz Musa’nın Vasili karsısında ilk gerçek degisim noktası, Hıristiyan mezarlıgında
ölüler için dua okudugu andır (Kemal, 2003: 145). Yazar tarafından sebebi açıklanmayan
6 6
bu eylem, eski bir askerin ‘günah çıkarması’ olarak degerlendirilebilir, keza roman
içerisinde Poyraz Musa ile ilgili tasvir edilen en olumlu imgelerden biridir. Bu durumu
olumlu olarak ele almamızın sebebi; olayların genelde Vasili’nin bilincinden geçerek
okuyucuya aktarılmasıdır.
Vasili’nin anılarında asker sadece askerdir. Askerler için emir alan kisiler imgesi
olusturulmustur ki savas esnasında askerlerin ne Rum ne de Türk olması önemlidir:
“’Ates, ates, ates’ diye bagırdı ve asker ates etti. Bir uyurgezerdi asker, ne yaptıgını bilmeden çocukların,
kadınların, yaslıların üstüne ates ediyorlar, vurulan vurulup düsüyor…” (Kemal, 2003: 147)
Vasili’nin yasamak zorunda kaldıgı bu kaçaklık hâli, onun açısından aidiyetin bozulması
olarak degerlendirilebilir ki o, dogdugundan beri yasadıgı topragına yabancılasmaya karsı
direnmektedir.
Tabiatın Ada’ya sıgınan Poyraz Musa üzerindeki degistirici etkisi, Vasili’nin anlatımından
gözlemlenebilir. Kastedilen degisim bir süre sonra Vasili ve Poyraz Musa arasında uzak bir
birliktelige dönüserek Vasili’nin öldürmekten sürekli olarak vazgeçmesine neden olur.
Adalı Vasili için onunla aynı mekânı paylasan bir insan’ın varlıgı içten içe sevinç kaynagı
olabilmektedir. Bu sayede o, kisiliginin özüyle okurun gözünde daha çok yükselir.
İkisinin ters açılardan ortak yönleri; Vasili’nin gelecegine, Poyraz Musa’nın ise geçmisine
sahip olmamayı seçmesi seklinde tecelli eder. Onları bir araya getiren Yasar Kemal’in mit /
düs dünyasıdır.
Bu birlikteligin okurun dünyadan beklentisine karsılık gelebilecegi ve bunu ancak bir sanat
eserinin saglayabilecegi kanaatindeyiz.
Poyraz Musa ile girdigi diyalogdan baska bir yan karakter olan Ali Osman adlı bir reisin
Mübadele hakkındaki görüslerini ögreniriz (Kemal, 2003: 158); Ali Osman Reis, Rumların
evlerini terk ettikleri günü, onları nasıl ugurladıklarını anlatır. Bu sahneler tarih
metinlerinden oldukça farklı çizilmistir; çünkü Rumlar çok zor sartlarda Anadolu’dan
ayrılmıstır. Buna karsın romanda Türkler, Rumları kederli ve onları sahiplenen bir ruh hâli
içerisinde ugurlarlar. Bunlar, kurmaca dünyasına ait tasvirler, Yasar Kemal’in okurda
bırakmak istedigi izlenimlerdir.
Poyraz Musa varlıgını hissetigi Vasili’yi tıpkı onun düsüncelerindeki gibi öldürmeye karar
vermis (Kemal, 2003: 168); korkuları onu böyle bir eyleme yönlendirmistir.
6 7
Ada’ya mübadil olarak gelen ilk kisi bir karakterden daha çok, tip özellikleri de gösteren
Ali Pasa Selim Bey’dir.24 Ali Pasa, diger karakterlerin aksine Ada’dan hosnut degildir;
çünkü Karınca Adası ona âdeta bir hapishaneyi ifade eder (Kemal, 2003: 184). Kendi
isteginin dısında bir mekânda yasamak zorunda bırakılması, onu öfkelendirerek
özgürlügünün elinden alınmıs oldugu hissini verir. Yunanistan’dayken varlıklı bir kisi olan
Pasa için yeniden baslayıp; alıstıgı yasam biçimini geride bırakmak zorunda olmak
öfkesinin baslıca nedeni olsa da o, kederli bir hâlet-i ruhiye içerisinde de degildir. Degisen
politik kosullara da sabit karakter yapısı yüzünden ayak uyduramaz; Türkiye’yi hâlâ
Osmanlı olarak adlandırması bu yönüne örnek teskil eder. Osmanlı onun nezdinde olumsuz
bir imgeye sahiptir (Kemal, 2003: 189, 191); bu yüzden ona karsı güven duygusunu
yitirmistir; çünkü Osmanlı acımasızdır.
Ali Pasa’nın sahip oldugu tapu ve benzeri belgeler bürokratik yapının içerisinde yitip
gitmistir. Yunanistan’da sahip oldugu mallar, Yunanistan Hükûmeti tarafından elinden
alındıgı gibi Türkiye’de de mallarının ‘mübadil’ini alamamıstır. Ali Pasa, romanda
Türkiye’de imar ve iskândaki hatalar sonucu magdur olan mübadilleri temsil ederken,
devleti temsil eden Poyraz Musa için Mübadele onların iyiligi düsünülerek
gerçeklestirilmistir (Kemal, 2003: 191).
Ada, sebepleri farklı olsa da bu iki göçmen için farklı anlamlar uyandırır: Ali Pasa için
onun ölümüne sebep olabilecek bir zorunlulugun mekânı iken, Poyraz Musa için dirilisini
saglayıp kök salabilecegi bir yerdir. Oysa Ali Pasa’nın vatan bilinci Yunanistan’a aittir
(Kemal, 2003: 193).
Poyraz Musa, kendine yeni bir dünya yaratmak ve yasayabilmek için sıgındıgı bu kara
parçasında kendi hayatını oldugu kadar insanın tümel varlıgını da zamanla sorgular:
“… Biz, dedi, biz niçin ugunan bir hızla kosuyoruz, bu kadar öldürücü, asagılayıcı, bu kadar utandırıcı
korkulara dayanarak da üstelik, biz nereye, niçin gidiyoruz?..” (Kemal, 2003: 199)
Mübadele’nin gerçeklesmesi onun bu düsüncelere sevk olmasını tam anlamıyla
saglamamıstır; ama son damla olmustur. İnsanlıgın geleceginin yönünü tamamen
degistiren savaslar ve kendisinin de geçmiste bu savasların bir aracı durumuna gelmesi,
insanlıgın nereye dogru gittigi problematigiyle onun kafasını bulandırmıs, kafası karıstıkça
da bedenini fizikî bir huzur kaplamıstır. O, dogayla bütünlestikçe okuyucunun zihnindeki
24 Anadolu’ya göç eden mübadillerin önemli dil sorunları yasamalarına karsın, Pasa romanda Türkçe
konusabilmektedir.
6 8
imgesi de degisime ugramaya baslar. Bu bütünlesmeye de Karınca Adası’nın cennet gibi
tasvir edilen varlıgı sebep olmaktadır
Ada’ya yerlesmek için gelen üçüncü kisi meslegi baytarlık olan Cemil’dir (Kemal, 2003:
200-203). Rumlardan kalan evlerin halka dagıtılırken Cemil’e de Karınca Adası tavsiye
edilmistir; ancak ironik bir durum da beraberinde ortaya çıkmıstır. Balıklardan baska dogru
düzgün hayvanın yasamadıgı Ada’da baytarın meslekî açıdan yapabilecegi pek bir sey
yoktur. Yasar Kemal, Cemil ve Ali Pasa aracılıgıyla dönemin yanlıs uygulamalarını alttan
alta elestirmistir.
Yasar Kemal’in diger romanlarında da görülen çeteler, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da
Hançerli Efe olarak kisilik bulur. Hançerli Efe, Köroglu destanlarından bir parça gibidir;
Yunan’a karsı baska çetelerle birlik olup savasmıs, zenginlerden aldıklarını fakirlere
vermistir (Kemal, 2003: 212, 213).
Vasili ve Poyraz Musa’nın dısındaki karakterler birer birer sahneye çıktıktan sonra
çekilirler. Ada onların ait olabilegi bir yer degildir; ancak Musa ve Vasili’nin hayatlarını
kesistirir. Bir Rum ve bir Türk’ün yasamlarında yeniden birlikte olma sansı Ada sayesinde
dogmustur. Daha dogru bir ifadeyle, Yasar Kemal’in kurmaca evreninin tasarımı bu
yöndedir.
Mübadele Sözlesmesi’nin maddelerinde göçe tabi tutulan halkların hükûmetlerin izni
olmadıgı sürece geri dönemeyecegi açık bir sekilde belirtilmistir; ancak romanda Lena
Papazoglu adlı yaslı bir kadın göç kafilesinin arasından kaçarak Karınca Adası’na geri
dönebilme hayalini gerçeklestirir (Kemal, 2003: 220, 221). Ogullarını savasa göndermis
olan ve onların bir gün dönecegi umuduyla yasayan Lena’da; Anadolu kadınına
yakıstırılan fedakâr, çocuklarını hayatının ana eregi hâline getirmis anne imgesi
gözlemlenir.
Poyraz Musa ile Vasili arasındaki iliskinin dönüm noktasını Poyraz’ın bir gün denizde
kayıgıyla açılmısken fırtınaya yakalanması olusturur. Vasili, kayıgı alabora olan Musa’yı
tüm çeliskilerine karsın yüregi elvermediginden bogulmaktan kurtarır (Kemal, 2003: 229,
230). Vasili insanoglunun çeliskili yanıdır; ama ikilemlerinin sonunda kendi özüne ait
olanı seçer. Bu seçim Yasar Kemal’in insanlık adına yaptıgı bir seçimdir. Türkler üzerinde
olusturulan imgelerden biri olan misafirperverlik, Poyraz’ın kurtulusuyla Vasili ve Lena
karakterlerinin kisiliginde ortaya çıkar ki Vasili’de misafirperverligin izleri daha önceden
6 9
verilmistir. Böylece Türklerle es davranıslara sahip oldukları gösterilir, nitekim onlar da
Anadolu’nun bir parçasıdır.
Kitapta bu asamadan sonra anlatılanlar Poyraz Musa’nın geçmisiyle; nasıl savastıgı ve
Yezidileri, Bedevileri nasıl öldürdügü, Arap Emiri’nin onu kurtarısı gibi anılarıyla
ilintilidir. Bu aktarımları Mübadele konusundan sapıldıgı için degerlendirmeye tabi
tutmayacagız. Bunun yanında Mübadele’den önce dünyanın sürüklendigi kaosu yansıtması
açısından bu ayrıntılar önemlidir ki romanın ismi bu Emir’in agıt gibi söyledigi
sözcüklerde dile gelmistir. Kürt, Arap, Yezidi, Çerkez, Rum, Yunan, Fransız ve bunun gibi
etnik kökenleri ne olursa olsun insanlar birbirlerini öldürmüstür. Yasar Kemal, romanında
yaptıgı kırılmayla savası salt Türk ve Yunan arasında bırakmamıs; masumiyetini çok uzun
zaman önce kaybeden insanoglu imgesini perçinlemistir. Bunu yaparken de tek taraflı bir
bakıs açısıyla degil, insanı ve insanî degerleri göz önüne alarak kisilerini ve kurgusunu
olusturmustur.
Yasar Kemal, yazın anlayısıyla bütünlesen masal, halk hikâyeleri, destan, mit gibi türlerin
etkisini ve bunları klasik roman kurgusuyla harmanlayarak aktarma yöntemini
Mübadele’yi ele aldıgı bu romanda da kullanmıstır. Vasili, Poyraz Musa, Lena ve digerleri
yazarın dünyadan ve okurun da yazardan bekledigi sekilde vücut bulmustur. Kimi zaman
Mübadele’den uzaklasıp o dönemde yasanan savaslar ve baska halklar üzerindeki etkilerini
de düs imbiginden geçirerek aktarmıstır. Kullandıgı bu yöntemler beraberinde konudan
sapmaları, farklı düs dünyalarını beraberinde getirir; ancak iste tam da bu asamada roman
için “düstügü yerden kalktıgı” ifadesini kullanabiliriz.
Yasar Kemal’in roman karakterleri hakkında olusturulan imgeler açısından Sabâ Altınsay
ve Ahmet Yorulmaz’dan ayrıldıgı noktalardan biri de Rum imgesini daha olumlu
kurgulamasıdır. Buradan yola çıkarak Türk karakterlerin olumsuz yönlerinin Rum
karakterlere oranla daha fazla ön plana çıkarıldıgını iddia edebiliriz.
Yasar Kemal’in yazın evreni hakkında çesitli deneyimlere sahip okuyucular için onun bu
romanı yadırgatıcı ögeler içermez. O, düsledigi dünyayı kendine has üslubuyla yazmıstır.
6.2 Sabâ Altınsay’ın Kritimu - Girit’im Benim adlı Romanı
Artık demir almak günü gelmisse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
7 0
Hiç yolcusu yokmus gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkısta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,
Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu!
Dünyâda sevilmis ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden. (Yahya Kemal, Sessiz Gemi)
Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na yansıması baglamında seçtigimiz kitaplardan digeri Sabâ
Altınsay’ın “Kritimu - Girit’im Benim” (2004) adlı romanıdır. Bu roman öncelikle yazarın
ilk eseri olma özelligini tasır.
6.2.1 Özet
Sabâ Altınsay, otobiyografik özellikler tasıyan romanında Girit’ten Mübadele sonucu göç
eden bir aileyi ve onların bu süreç içerisindeki iliskilerini konu edinmistir. Kritimu’da
zamansal bakımdan 1890’lı yılların sonundan Mübadele kararının alınmasıyla beraber
Anadolu’ya gelislerine kadar geçen süre aktarılır.
1830’lardan beri devam eden ayaklanmalarla oldukça huzursuz yasayan Rum ve
Müslüman Giritlilerin hayatı Fransa, İngiltere, İtalya ve Rusya adına adanın idaresini
ellerine aldıklarına dair gelen bildiriyle daha da farklı bir sürecin içine girmeye baslar.
Hem Rumlar hem de Türkler bu olaya ortak tepkiler duyar; herkes kızgın ve üzgün bir
sekilde olacakları beklemektedir. Dönemin kötü kosullarına ragmen halk, Hüseyin Aziz
Bey’in Ümit adlı gazetesinden devletlerarasındaki iliskileri, İstanbul’dan haberleri
ögrenebilmektedir.
Altınsay, olayların merkezine kuyumcu İbrahim ve ailesini yerlestirmistir. Onlar, bildirinin
gelmesiyle hayatları iyice zorlasmasına ragmen, günlük yasamlarına (çesitli seremoni ve
kutlamalar da dâhil olmak üzere) ve Hıristiyan komsularıyla her türlü alıs verise devam
etmeye çalısırlar. Özellikle Hrisula aracılıgıyla da Hıristiyan kültürü ve komsularıyla olan
diyalogları yansıtılır. Hrisula’yla romanın diger bir önemli karakteri Cemile’nin
dostlukları, Cemile’yle İbrahim’in dügününden sonra da devam eder. Bunun yanında
Hrisula’nın kocası Meletyos’la İbrahim’in iliskisi, dügünde oynadıkları Hora’da
simgelendigi gibi daha keskin, erkeksi ve tehlikelidir. Bunlar yasanırken Girit’te isyanlar
giderek artar; halk, basına gelecekleri kapı arkalarında tartısıp konusarak beklemeye
7 1
devam ederken Hıristiyanlar içinde de Yunanistan’a iltihak etmeyi isteyenlerin sayısı
giderek artmaktadır.
Cemile’nin, kızları Azize’yi dogururken ölmesi, yakın çevresindekilerin sayısının giderek
eksilmesi İbrahim’in iç dünyasını derinden etkiler. Ona paralel olarak kocası bir
ayaklanmada öldürülen Hrisula da evine kapanmıs, dünyayla olan baglarını neredeyse
kopartmıstır.
Girit Milli Meclisi’nde de dengeler bozulmus; Hıristiyan üyeler agırlıklarını koymuslardır.
Karısının ölümünün üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra İbrahim, Yüzbası Mersin’in
kızı Fatma’yla evlenir; ancak bu evlilik, Fatma’nın İbrahim’e baglanmasından çok, Azize
ile arasında baglar olusmasına sebebiyet verir. Altınsay, roman boyunca hem kisilerin iç
çatısmalarına yer verir hem de romanın fonda savasın izleri yer alır.
İbrahim, camide bir gün mevlit dinlerlerken kıstırılmaları sonucu çıkan kavgada bir
yakınını daha; dostu Piçiriko’yu kaybeder. Beraberinde Osmanlı’nın Girit’i verdigini
açıklamasından sonra hem Müslümanların hem de onlara yakın Hıristiyanların hayatı
çeteler yüzünden daha da çekilmez bir hâle gelir.
Mübadele haberini ilk olarak Anadolu’ya savasmak için giden Doktor Ragıp Bey’in
mektubundan alırlar ve ‘toprakları’ndan koparılmak onların acılarının sadece
derinlesmesine neden olur.
Roman, Çanakkale’ye gidecek gemiye binmeleriyle sona erer.
6.2.2 Sabâ Altınsay ve Kritimu - Girit’im Benim Hakkında Ön Deginmeler
Mübadil bir aileden gelen Sabâ Altınsay, Kritimu’da (Altınsay, 2004) özyasamöyküsel bir
anlatı teknigiyle Mübadele’yi ele almıstır. Altınsay’ın bir mübadil olmasının onu
Mübadele’yi konu alan bir roman yazmaya iten baslıca sebeplerden biri olarak öne
çıktıgını görmekteyiz.
Yazar kendi ifadesinde bu roman için uzun bir zaman dilimini kapsayan arastırmalar
yaptıgını dile getirir; fakat Kritimu belgesel roman niteliklerini tasımaz, olaylar kurmacaya
yedirilerek aktarılır. Altınsay, romanında klasik gerçekçi yazın anlayısına baglı kalarak
kurgusunu olusturmustur.
7 2
Altınsay’ın edebî duyarlılıgının kökleri, Çehov, D. H. Lawrence gibi dünya edebiyatının
önemli yazarlarından beslenir. Onların edebiyata yaklasımlarını kendi sanatına
yansıtmıstır.
Altınsay’ın kurguladıgı öykü için aynı anda hem topragına tutunmaya çalısan insanları
hem de bu topraklarda bagımsızlık savası veren insanları anlattıgı yargısı (Akdemir, 2004:
5), onun Mübadele’yi degerlendirisi hakkında verdigi bir ipucudur. Yazara göre Mübadele,
her iki tarafın da yogun acı çekerek ödedigi bir “bedel” olması sebebiyle, romanında
haklıyı haksızı aradıgı bir tartısmanın içine girmemistir. Bunun yanında anlatısında
yarattıgı ana karakterler aslında kendi dedesi ve babaannesidir (Sabâ Altınsay, söylesi
Feridun Andaç, Ocak 2005: 20). Bu “karsılıklılık” hâli, yazarın kurgudaki temel fikrî
hareket noktasıdır.
Sabâ Altınsay henüz ilk romanını yazmıs olmasına karsın, uzun yazma deneyimleri
ardından yazıldıgı anlasılan bir metin olusturmustur; nitekim kendi dili ve üslubunu
yarattıgını iddia etmek kanaatimizce yerinde bir degerlendirmedir.
Altınsay da tıpkı Yasar Kemal gibi uzam olarak bir adayı anlatmaktadır; fakat bu
benzerligin yanında Kritimu, mitik unsurlarla kaplanmıs düssel bir evrende / uzamda
islenmemistir.
Bu roman söylenebilecek ifadelerden biri Altınsay’ın kendisine aittir: Onun kendi
ifadesiyle “Kritimu Girit’in romanıdır” (Sabâ Altınsay, söylesi Feridun Andaç, Ocak
2005: 22).
6.2.3 Mübadele’nin Kritimu - Girit’im Benim’e Yansımasının Analizi
Kritimu, analiz ettigimiz romanlar içinde yayım tarihi en geç olanıdır (Altınsay, 2004).
Roman 1890’ların sonundan, Mübadele kararının verilmesinin ardından halkın Türkiye’ye
gelmek için yollara düsmesine kadar geçen zaman dilimini kapsar.
Yazar romanını her ne kadar uzun bir sürede yazmıs olsa da eserin yazılıs zamanı, Türkiye
ve Yunanistan arasındaki iliskilerin geçis asamasının da ötesinde olumlu bir minvalde
ilerleyip, karsılıklı diyalogun gelismeye basladıgı bir döneme tekabül eder. Roman,
Altınsay’ın kendi kimligini ve aidiyetini sorguladıgı sürecin bir ürünüdür. Yazar,
anlatısının olusum sürecinde kendi anılarından da beslenmistir. ‘Girit’in romanı’, aynı
zamanda onu estetize eden ikilem, arastırma, his dalgalanmaları ve uzun düsünce saatlerinin sonucunda ortaya çıkmıstır. Altınsay’ın Yunan Edebiyatı’nda kendisine yol
gösterici olarak seçtigi yazar Kazancakis’tir; ancak onunla izledikleri yolun bir yerden
sonra ayrılmasında, iki ülkenin diyalog çizgisinin karsılıklı olarak son yıllarda evrilmesi
etkili olmus olabilir.
Roman bu açıdan ele alındıgında Altınsay’ın Mübadele olgusunu alımlama biçiminin son
zamanlarda olusan dizge farklılasmasının etkilerini tasıdıgı saptanabilir. Tek taraflı
degerler sisteminin anlamlandırmayı mümkün kılmadıgının farkındalıgı metne nüfuz
etmistir. Nasıl ki yazar, Kazancakis’ten (onunla beraber baska yazarlardan da) farklı olarak
romanla arasına mesafe koyup, dısarıdan bakabilen bir bakıs açısını tercih ettigini dile
getirir (Sabâ Altınsay, söylesi Feridun Andaç, Ocak 2005: 21). Bu açıdan kendi
hayatından çıkarak kurgusunu olusturması, “öteki” olanı da romanın genelinde nesnel
açıdan degerlendirebilmesini, roman sanatı sınırları içerisinde kalmak kosuluyla olanaklı
kılmıstır.
Yazara göre Mübadele’nin gerçeklesmesi için tek basına yeterli olabilecek bir cografya
olan Girit, yalnızca bir ada olmaktan öte bir yerdir. O da Karınca Adası gibi canlı bir
varlıktır; bir insan gibi nefes alır, üzülür, acıları ve sevinçleri vardır (Sabâ Altınsay, söylesi
Feridun Andaç, Ocak 2005: 20). İbrahim romanda neyi temsil ediyorsa Girit de aslında
odur; İbrahim’le Girit birbirlerine aittirler.
6.2.3.1 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi
Altınsay, Kritimu’nun daha ilk cümlesiyle okuyucuya içine dâhil olacagı roman hakkında
ipucu verir. Böylece yazarın birlik olmaya verdigi önemi, algıları açık okuyucular da
kavrayacaktır. Bahsedilen cümledeki birliktelik, hem dilde hem de sehirde dogmaktadır.
Yunanca ad verilmis bir meydanda Osmanlıca isim verilmis bir cami o tarihlerde birlikte
var olabilmektedir:
“El kadar kâgıt, Splantsia Meydanı’ndaki Hünkâr Camisi’nin avlusundan havalandı…” (Altınsay, 2004: 7)
Adanın idaresinin Osmanlılardan alındıgını ilan eden bir bildirinin romanın ana karakteri
olan İbrahim’e ulasması, Girit ve İbrahim’in gelecegine dair bir nisan olarak kabul
edilebilir (Altınsay, 2004: 13, 14). Tarihî açıdan bildirinin içerigi gerçekleri temsil
ettiginden, okuyucu adına içine girecegi kurmaca dünyanın hakikat degeri tasıdıgını ifade
eden bir simge niteligi tasır. Girit’in kendileri için artık aynı Girit olamayacagının resmi
olarak da deklare edilmesinden sonra Hanya’da Müslüman ya da Hıristiyan olsun aynı
7 4
yerde ticaret yapan komsuların sessiz ve kederli bekleyisi, meydandaki kalabalıgın kaotik
haykırısına dönüsür. Yazar, 1890’ların sonuna tekabül eden yıllarda okuyucunun zihninde
Müslümanlarla Hıristiyanların yasanan olaylar karsısında aynı tepkimeleri gösterebildikleri
seklinde ortak bir imge yaratmıstır. Böyle bir imgenin yanı basında 19. yüzyılın her iki
taraf açısından da kanlı bir dönem oldugu altı özellikle çizilen bir ayrıntıdır (Altınsay,
2004: 24).
Bektasi mezhebine mensup olan Abdala Musa’nın kahvesi, hangi dine mensup olursa olsun
çesitli sınıfların statülerinin esitlendigi, erkeklerin birbirleriyle kaynasarak sosyallestigi
sembolik bir mekândır. Bu özelliginin yanında algılanabilecek diger bir anlam da Tasavvuf
kültürünün ayrım gözetmeden tüm insanlara kucak açması gibi unsurları, alt katmanda
Musa’nın kahvesine yüklenir. Bu sayede kahvehanenin bir nevi dergâh islevini gördügü de
ileri sürülebilir.
“Göç sadece gideni degil, kalanı da pesinden sürüklüyordu.” (Altınsay, 2004: 29, 30)
Yukarıda alıntılanan cümle gösterir ki göç bir kez gerçeklesti mi -söz konusu Mübadele
gibi zorunlu bir takassa- ne orada kalan Hıristiyanlar ne de göç eden Müslümanlar için
dünyanın artık aynı dünya olması pek mümkün degildir. Sözlü ve yazılı kaynaklar da
gerçek hayatta buna benzer durumların yasandıgını, halkların bir daha eski günlerine
dönemedigini aktarır.
İbrahim’in annesi Azize Hanım kendi hâlinde, sıradan bir kadın olmasına ragmen hepsi bir
olan Giritlilerin basına gelen bu olayları sorgulayabilecek psikolojik yetiye sahiptir. Onun
inancına göre, komsuluk iliskisi içerisinde Hıristiyanlarla Müslümanlar ortak bir kültür
olusturmuslardır (Altınsay, 2004. 39). Bu ortak kültürün daha çok komsuluk içerisinde
kuruldugu görülür; ancak Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında karsı cinslerin sevgili ya da
evlilik iliskisi bazında bir birlikteligi yoktur. Altınsay’dan farklı olarak Ahmet Yorulmaz,
Savasın Çocukları’nda iki dinin mensupları arasındaki iliskileri farklı düzlemlere
tasımıstır.
İki halk arasındaki ortak kültür verilerinin uygulamalarının yanında, Girit’te tehlikeler
giderek arttıgı için günlük hayata ve alıskanlıklara devam etmek de zorlasmaktadır.
“Ortaklık” ister istemez parçalanır; dinsel gruplar kendi içinde daha kapalı bir yapıya
bürünür. İbrahim ve dostu Piçiriko’nun avlanmaya çıktıklarında saldırıya ugramaları
sonucu İbrahim’in yaralanması, bu degisimin somut bir örnegini teskil eder (Altınsay,
7 5
2004: 50-58). Romanda zaman geçtikçe halkın yasamında olumsuz yönde seyreden
degisimlerin yansıtılması, bugünün kosullarıyla okuyucunun Mübadele olgusunu nedensonuç
iliskisi içerisinde anlamlandırabilmesini saglar.
İbrahimlerin Hıristiyan komsusu Hrisula, bir yan karakter olmasının yanında roman
içerisinde özellikle Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki komsuluk iliskilerini
göstermesi açısından önemli bir isleve sahiptir. Altınsay, Hrisula aracılıgıyla Hıristiyan
kültürünü de yansıtabilmektedir; nitekim Hrisula, manalı bir sekilde Paskalya’nın hemen
öncesine denk gelen zamanda romanda sahneye çıkmıstır (Altınsay, 2004: 59). Hrisula ve
İbrahim’in karısı Cemile’nin arkadaslıkları, farklı dinleri benimsemis kadınların nasıl
anlasabildiklerini gösterir. Hrisula her seyini Müslümanlarla paylasabilen birisidir.
İnsanlarla kurdugu iletisimde etken bir rolünün olmasının yanında, dengeleyici yapısı da
Hıristiyan imgesinin çizilisi açısından önemlidir. Hrisula’nın olumlu kisilik özellikleriyle
‘gerçek Hıristiyanlar’ı temsil ettigi belirtilebilir. Yazar, Hrisula’yı anlatıcı olarak kullanıp,
kocası Meletyos’a benzer sekilde öbür Giritli erkeklerin de dinleri ne olursa olsun ev
içinde ve dısındaki karakterleri farklı olsa dahi aslında aynı mizaca sahip olduklarına isaret
eder. Yazar, Hrisula’nın inanç sistemine olumlu yaklasır; bu sayede yan karakterlerini
dengeleyip, onlara olan uzaklıgını koruyabilir (Altınsay, 2004: 63, 64).
Metropolit’in kilisede halka verdigi vaazda Girit’in Yunanistan’a baglanmasını salık veren
imaları, dönemin kilise faaliyetleri ve din olgusunun insanlar üzerindeki yaptırım gücü
hakkında imgesel biçimde kaleme aktarılan bir veridir (Altınsay, 2004: 67, 68).
Hıristiyan ve Müslümanların kendi dinleri için önemli günleri, bayramları ötekiyle
paylasması, Girit’in çesitli güçler tarafından bozulmadan önceki sosyal yapısını
anımsatmakla beraber, tükenmeye yüz tutmus olan bir yasantı biçimi de okuyucuya
sunulur. Her iki halk da bu günlerde kadın-erkek birlikte eglenerek karsılıklı olarak
birbirlerinin kültürüne uyum saglayabilmenin yolunu zaten kendileri bulmuslardır.
İnsanların birbirleriyle kurdukları iletisimde kullandıkları ortak kodlardan biri de danstır.
İbrahim’in kendi dügününde Meletyos’la oynadıgı hora sadece figürlerden ibaret degildir
(Altınsay, 2004: 75-77). Âdeta bir kapısmayı andıran ve bıçakların havada onlarla birlikte
raks ettigi bu dansta iki erkek birbirleriyle aynı dili konusur. Onlarla beraber dans eden
bıçaklar da gelecekteki tehlike içeren kötü günlerin habercisi gibidir.
7 6
Bu asamaya kadar romanda Doktor Ragıp Bey ve Ümit Gazetesi’nin sahibi Hüseyin Aziz
Bey de dâhil olmak üzere çogu karakterde görülen ortak nokta, insanlıgın bilinmeyen bir
tarihinden kalmıs olan ‘iyilik’ vasıflarıdır. Dolayısıyla bu vasıflar aracılıgıyla okurun
bilincinde tüm karakterler için benzer olumlu imgeler olusabilir. Romanın bu asamasında
Meletyos’un bu meleklik payesini en fazla asan karakter oldugu belirtilebilir. İbrahim’de
de Meletyos’la dans ederken ortaya çıkan hırs, nefret, kızgınlık gibi yine insana ait olan;
ancak olumsuz diye tabir edilen duygulardan bazıları görülür.
Dönemin siyasi gelismeleri Ümit Gazetesi aracılıgıyla aktarılır. Ragıp Bey ve Aziz Bey
arasında geçen diyaloglar, romanda gerçekleri yansıtır. Yabancıların Abdülhamit’i
oyalama taktikleri, Prens Yeorgios’un planları ve Girit’in sürüklendigi yol da bu
gerçeklerin içinde yer almaktadır (Altınsay, 2004: 90). Reel hayatla örtüsen bu olaylar,
okuyucunun Mübadele gerçeklesmeden önceki dönemi tasavvur edebilmesini saglar.
Yazar, asıl sorusunu da bu karakterler arasında geçen diyalog içinde sorar: ‘Giritli
Hıristiyanlar hürriyetleri için savassalar bile Girit topragının kime ait oldugu belli olmadıgı
için kim daha çok Giritlidir?’
Daha önceki asamalarda açıkladıgımız gibi Girit de Anadolu gibi farklı farklı ülkelerin
hâkimiyeti altına girmis oldugu için, kimin ne kadar Giritli olacagına nesnel anlamda karar
vermek zordur. Bu yüzden herkes, kendi inançları dogrultusunda cevapları bulmaya ve
yasananları anlamlandırmaya çalısmaktadır. Oysa Girit halkının yasadıkları, uzun vadeli
planların bir sonucudur. Altınsay’ın romanında kurdugu âlemde de ister Müslüman, ister
Hıristiyan olsun herkes kendi payına düseni yasamıs, maddi / manevi eksilmistir. Tüm
bunların yasanmasının baslıca sebebi, Ragıp Bey’in söyledigi gibi Osmanlı’nın içindeki
ulusların sırasıyla bagımsızlıklarını ilan etmeleridir (Altınsay, 2004: 92). Halkın isyanını
tetikleyen baska bir unsur da bilhassa İngiliz ve İtalyan medyasıdır. Bu medyalar, hükûmet
politikalarıyla esgüdümlü olarak çalısmaktadırlar (Altınsay, 2004: 94). Sabâ Altınsay,
entelektüel seviyesi yüksek kisiler aracılıgıyla iki tarafı da suçlamadan, mesafesini
koruyarak tarihî gerçekleri bu sekilde açıklama yoluna gitmistir. Böylece Mübadele’yi
hazırlayan sebepler sistematik bir biçimde satır aralarında aktarılmıs; ancak taraf
tutulmamıstır.
İbrahim’in roman içindeki ilk dönüsümü, karısı Cemile’nin kızları Azize’yi dogururken
ölmesi üzerine gerçeklesir (Altınsay, 2004: 102, 103). Cemile’nin ölümü, İbrahim’in
7 7
ruhunu âdeta kendi denizinde bogarken; bu olay, onun ilk cinnetini geçirmesine neden
olur.
Bir gün İbrahim, babası, kızı ve Piçiriko birlikte Seriso adlı pek kimsenin yasamadıgı bir
yerlesim birimine giderler (Altınsay, 2004: 116). Buradaki bir kilisede Yunanistan’a iltihak
etme konusunda yavas hareket eden Prens’e karsı silahlanmaları için Venizelos tarafından
atesli bir vaaz verilmektedir. Yıllar geçtikçe Hıristiyan halk içindeki hareketlenmenin
arttıgı, kilisede toplanan bu kalabalıktan anlasılmaktadır. Hrisula’nın kocası Meletyos da
onların arasındadır. Altınsay’ın Hıristiyan karakterlerinde kurguladıgı olumlu imgede
meydana gelmeye baslayan degisiklikler bu sahnelerde yogunlukla gözlemlenebilir.
Hıristiyan halk, kıskırtmalar yüzünden silahlanmakta ve zaman ilerledikçe Girit, yasanması
daha tehlikeli bir yer hâline gelmektedir. Altınsay, zamanın ilerlemesini Azize’nin
büyümesiyle saglarken öteki Müslüman karakterlerde bu asamada herhangi bir degisim
pek gözlemlenmez. İbrahim, karısının ölümüyle daha derin bir karaktere dönüsse de
Hıristiyanlara yaklasımında veya onlar hakkındaki fikirleri konusunda bir degisim
olmadıgı gibi, bu olaylara anlam da veremez. Kimin kime düsman oldugu konusunda onun
kafasının karısık olması, yazarın iç sesi olarak nitelenebilir. Hanya’nın kuyumcusu
İbrahim, bu düsüncelerinin aksinde farklı farklı tasların bir arada oldugu Aleksandr adı
verilen bir mücevheri tıpkı farklı kültürlerin birlikte yasasıgı Girit’i isliyormus gibi isler
(Altınsay, 2004: 131).
Yıllar önce İbrahim ile Meletyos’un horada kapısmasının buradan sonra devamı gelir;
Meletyos’un sert mizacına farklı hisler de eklenmistir. Meletyos, İbrahim’i eskiden oldugu
gibi misafirperverligini gösterip evinde agırlasa da artık, Müslümanlarla ortak bir yasam
fikrinden uzaklasmaktadır (Altınsay, 2004: 134). Seriso’daki bir kilisede toplanmıs
Hıristiyanları temsil eden Meletyos için, içten içe ikilemleri olsa bile gerçek Giritli
kendileridir. Bu yüzden Müslümanlar onlardan, yani Giritli degildir. Öyle ki Girit’in
geçmis günlerinde herkesin birlikte eglenip üzüldügü, iç içeligin yok olmaya basladıgı,
Abdala’nın kahvesinin tenhalıgından da asikârdır.
Meletyos’un İbrahim’i evine misafir ettigi gece haberini verdigi hükûmet baskını Zaimis’in
basa getirilmesiyle sonuçlanmıstır. Hükûmet Konagı’nın önüne de ulusların somut
simgelerinden biri olan Yunan bayragı asılmıstır. Bunun yanında Müslüman azaların
hükûmette herhangi bir vasfı da kalmadıgından, Hıristiyanların teklif ve isteklerini protesto
7 8
edip reddetseler de meclisi terk etmekle yetinebilmislerdir (Altınsay, 2004: 144-146).
İçlerinde Ragıp Bey’in de bulundugu Müslüman üyelerin Hıristiyanlardan farklı olarak
demokratik yöntemlerle sorunları çözmeyi ve reddiyelerini Konsolosluk Heyeti’ne
sunmayı düsünmeleri, onların yapıcı politikalar uygulamaya çalıstıklarına isaret eder.
Yazar, Hıristiyan azaları Müslümanlara benzer niteliklerle donatmadıgından, okurun
hayalindeki Giritli Hıristiyan imgesi de onlarla beraber degismeye devam eder. Olumsuz
yöndeki bu degisim, agırlıklı olarak Türk okuyucular için verilmis bir yargıdır. Yunanistan
ve Türkiye arasında yasananlar hakkında farklı bir noktada duranlar için algılama süreci
ters sekilde isleyebileceginden, yazarın yanlı bir tavır sergiledigini düsünebilme olasılıkları
mevcuttur. Karsılastırma yapmak gerekirse Yasar Kemal’in romanı farklı ulusal
kimliklerin benzer imgeleri yaratabilmesi olasılıgına daha elverislidir.
Müslüman üyelerin itirazlarını sundukları mercinin Rus, İtalyan, Fransız ve İngiliz
temsilcilerden olusması yönetimin aslında ne Osmanlı ne de Yunanistan idaresinde
oldugunun göstergesidir ki tarihî metinler de bu gerçekligi dile getirir. Konsolosluk Heyeti
Baskanı Mösyö Bertrand’dan Girit Milli Meclisi’nin mesruiyetini koruyacakları yönünde
bir cevap almaları, 1900’lerin ilk yıllarının yasandıgı o dönemde yabancı temsilcilerin
Girit’in iç islerine ne oranda karısabildiklerini ‘romanda’ gösterir (Altınsay, 2004: 149-
151).
Hanya’daki Bektasi dergâhında toplanan Müslüman ahalinin birbirlerini korumaya yönelik
her türlü birligi saglamak ve bu isleri yürütmek için de dergâh gibi manalı bir mekânının
seçilmesi, basit bir seçimden daha fazla anlam içerir. Onların da aslında zaman içinde
Hıristiyanları kendilerinden biri olarak kabul etmemeye basladıklarını ve dergâhın
romanda daha önce belirtilen ruhani anlamından uzaklasıp, homojenlestigini gösterir. Silah
kullanmayı reddettikleri için pasif direnis tamlamasının uygun bir tanımlama olacagını
düsünüyoruz. Giritliler, ne İttihatçılar ne de II. Abdülhamit tarafından sahiplenilmeyip
kendi kaderlerine bırakıldıklarını düsünmektedirler. Bu yüzden onların üzerinde Bektasi
Dede’nin maneviyatı, bütünlestirici bir lider görevini görmektedir.
Hrisula adlı karakterin kurgulanısı itibariyle bir nevi Hıristiyanları temsil ettigini
belirtmistik; ancak kocası Meletyos’un Hükûmet Konagı’na yapılan baskında
öldürülmesinin ardından tüm dünya ile iletisimini keserek evine kapanır. Hrisula’nın
sadece oglu aracılıgıyla komsularına yemek göndermesi Müslümanlarla Hıristiyanlar
7 9
arasındaki okuyucunun daha önce somutlastırılabildigi bagın zihinde kopmasına sebep
olur. Keza, İbrahim ve Cemile’nin dügününde oldugu gibi geçmiste bayram, dügün gibi
seremonilerini birlikte gerçeklestiren Müslüman ve Hırisiyanların zamanla birbirinden
uzaklasması, İbrahim’in, Yüzbası Mersin’in kızı Fatma ile evlenirken Hrisula’nın
varlıgının onlarla birlikte olmamasında açıkça görülür. Bunun yanında Hrisula, kimse ile
iletisim kurmadıgından onun Müslümanlar hakkında degisen fikirlere sahip oldugu
söylenemez. O, hiç kimsenin tarafını tutmayıp yasadıklarına karsı kisisel tepkisini ortaya
koymustur.
Yunanistan’a iltihak etmeyi isteyen Hıristiyanların, Osmanlı’nın Girit’e bir kadı tayin
etmesini istememelerine ragmen 1912 yılında adaya bir kadı atanır (Altınsay, 2004: 190).
Osmanlı’nın Girit’e kadı atayabilmesi, hükmünün orada hâlâ geçtigini gösterse de bu
hüküm oldukça yüzeyseldir.
Fatma’nın sorgulayıcı yapısı ve merakı, onu romanın diger kadın karakterlerinden farklı
kılar. Ondaki bu merak, hayata karsı duyulan bir meraktır. O, özne olma savası vermese de
okumayı ögrenip, gazeteleri takip ederek bilinç olusturması, gazeteler vasıtasıyla bir savas
çıkacagını önceden kestirebilmesi onun ayrıksı kisiligini gösterir (Altınsay, 2004: 195,
196). Oysa öbür kadınlar sadece duyduklarıyla yetinmektedirler. Okuyucu da Fatma
aracılıgıyla Devlet-i Âliye ve Yunanistan arasında geçenleri, Giritli Rum vekillerin iltihak
kararı dolayısıyla baslarına neler gelebilecegini ögrenir.
Osmanlı Devleti, o yıllarda Balkanlardaki topraklarının bir kısmını kaybederken İbrahim
ve ailesi gündelik hayatlarına çesitli güçlükler yasasalar da devam edebilmektedir.
İbrahim’in Azize’den sonra bir kızı daha olur; ancak bu kez Azize nenesine gider. İbrahim,
varlıgına baska hayatlar eklemeye çalıstıkça baska bir taraftan da kaybetmektedir
(Altınsay, 2004: 202-204). Bu yıllar, fonun savas olgusuyla örüldügü ve sıranın kendilerine
gelmesini sessizce bekledikleri zor yıllardır. Bu sessiz bekleyis daha çok eylemlerdedir;
özellikle İbrahim için çatısmanın kendi içinde yasandıgı bir bekleyistir. Yazarın yaptıgı
kisilestirme düsünülürse zamanını bekleyen aslında Girit’tir. Müslümanların bu hâllerine
karsılık, Hıristiyanlar arasında Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesi kilisede çoskuyla
kutlanır. Bu kutlamalarda İbrahim’in dile getiremedigi gerçeklik; sıranın Girit’e geldigidir.
Görülmektedir ki iki topluluk birlikte yasayamayacak kadar birbirinden kopmaya
baslamıstır. Müslümanların bir kısmı Girit’te barınmaları zorlastıgı için Anadolu’ya göç
8 0
ederken; kalanlar birbirlerine daha çok yakınlasmıstır. Romanın baslarındaki ortak Girit
kültürü içindeki Hıristiyan imgesiyle yıllar sonrasını isaret eden bu asamada sözü edilen
imge parçalanarak dönüsmeye baslar çünkü zamanla olumlu imgelerin yerini, birbirlerine
karsı düsman oldukları fikri almıstır.
Dinsel ibadetlerini yerine getiremeyen bir topluluk için özgür yasam kosullarından pek söz
edilemez. Giritli Müslümanlar da romanda bu özgürlügü kaybetmislerdir. Nasıl ki
Müslümanlar toplu hâlde bulunmalarının tehlikelerinin farkında olsalar bile, camide mevlit
okutulurken ugradıkları saldırı onların ait oldukları topraklarda barıs ortamını oldugu kadar
özgürlüklerini de kaybettiklerini gösterir. Romanda yazar, Müslümanlarla Hıristiyanlar
arasındaki çatısmayı ilk kez bu kadar somut biçimde anlatmıstır (Altınsay, 2004: 211-218).
Mevlit okutulurken Hıristiyanlar tarafından Müslümanların basılmaları sonucu Hünkâr
Camisi’nin önünde yasanan çatısma, okuyucunun bilincindeki olumsuz Hıristiyan imgesini
daha da güçlendirmistir.
Bu çatısmada İbrahim en yakın arkadası Piçiriko’yu kaybeder. Piçiriko’nun ölmesi,
İbrahim’in içindeki, kime ve neye karsı oldugunu bilmedigi isyanını ortaya çıkartarak
eyleme dönüstürür. Okuyucunun bilincinde ilk kez basına gelenleri sineye çeken pasif bir
karakterden çok -daha önce av ve dans sahnelerinde buna benzer nitelikleri sergilese de
isyan duygusu içerisinde degildir- öfkesini dizgenleyemeyen bir kisilik canlanır. İbrahim’i
bu davranısa iten güç, mevlidi kendisinin okutmasından gelen suçluluk hissidir. Kurguda
Hıristiyanların bu denli cesaretlenmelerini saglayan olaysa Osmanlı’nın Girit’i verdigini
açıklaması olmustur (Altınsay, 2004: 218).
Romanda, Osmanlı Hükûmeti’nin Girit’i vermesi ile Yunanistan’ın Türkiye ile yaptıgı
savası kaybetmesi arasındaki süre atlanmıstır; ancak ugradıkları saldırı onların bu süre
içerisinde neler yasadıklarına karsı bir fikir olusturabilir. Anadolu’dan kaçıp Girit’e sıgınan
Yunan askerlerin, Hıristiyanları da kıskırtarak Giritli Müslümanların hayatını Aziz Bey’in
tabiriyle daha “eziyetli” duruma getirdigi ifade edilir. Hüseyin Aziz Bey’in kendileri adına
endiselenen Hıristiyanlar için ‘kardeslerimiz’ tabirini yasadıkları saldırılara karsın
kullanması, destekleyici örnekler çizilmediginden yapay bir imge gibi gözükmektedir
(Altınsay, 2004: 220). Bu örnekler, iki dinin mensupları arasındaki siyah ve beyaz ayrımını
yogunlastırmaktadır.
8 1
Aziz Bey’in; gazetesinde haber yayımlarken ortamı daha fazla karıstırmamak adına sansür
uygulaması, Müslümanların Anadolu’daki olaylar hakkında yetersiz verilere sahip
olmalarına sebep olmaktadır. Altınsay, Giritli Hıristiyanlarla Müslümanları Anadolu’dan
kaçan bu askerlerin Girit’te çete faaliyetlerine girismesi karsısında benzer duyguda, korku
hissinde bulusturur. Diger bir deyisle bunlar, Aziz Bey’in anlatıcıgıyla okuyucuya su
sekilde yansıtılır:
“Girit’te korkmayan yoktu. Hıristiyanlar da çekiniyor, en azından endiseleniyorlardı… daglarda çetecilik
etmek kolay degildi. Girit’te Yunan makamları onları ele geçirmek için seferberdi. Esasen Giritli
Hıristiyanlar, hele ogullarından biri Anadolu’da savasan aileler, bu basıbozukları saklandıkları yerden
bulmak, bulur bulmaz da ihbar etmek için yarısıyorlardı… Giritli Hıristiyanlar ve Yunan makamları için
‘hain ve dönek’ olan bu insanlar, Giritli Müslümanlar için ‘haydut ve eskiya’ idiler ki görüldükleri yerde
parça parça edilmeleri isten bile degildi.” (Altınsay, 2004: 221, 222)
Yukarda alıntılanan cümleler gösteriyor ki hangi topluluk adına gelisme olursa olsun, her
iki taraf da günün getirdiklerinden korkmaktadır. Bu korku beraberinde Müslümanların
gelecegini muammayla dolu bir karanlıga sürüklemektedir.
İbrahim’i asıl kederli kılan olay, etkenlerden biri olmakla birlikte Girit’in ve kendilerinin
düstügü durum degil, bu dönemde yasananların bir sonucu olarak degisik yollarla
sevdiklerini kaybetmesidir.
Doktor Ragıp Bey’in Anadolu’ya gittiginde, oradan İbrahim’e attıgı ilk mektup bazı
sorunları ortaya çıkartır (Altınsay, 2004: 237). Daha önce oldugu gibi asıl sorular Ragıp
Bey karakteri kullanılarak dile getirilir. Bu mektupla beraber Anadolu’nun durumundan ilk
kez bahsolunmustur ki Ragıp Bey mektubunda, hem Giritli Hıristiyanlar hem de Türkler
kendi bagımsızlıkları için savasıyorlarsa haksız olan tarafın kim olması gerektigini
sorgular. Bu sorunun arkasından da Girit’te yasayan Müslümanlar gibi arada kalan insanlar
için “kader”in ölümle tezahürünün dısında farklı bir yolun neden olmadıgı düsüncesi
vardır. Altınsay, doktor aracılıgıyla bir nevi kendi yargılarını / vargılarını da ifade eder.
Okur tarafından alımlanması beklenen düsünce, her iki toplumun da ulus devlet olma
yolunda bir savas verdigi ve dünyadaki degisen sistemin bunu getirmis oldugudur.
Bir zamanlar gerek Hıristiyanların gerekse Müslümanların dügünlerinde kemençe çalan,
hiç kimsenin geçmisini bilmedigi ve herkesin ayrım gözetmeden yardım ettigi Çakali’nin
de vurulmasıyla Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki son güçlü bag da kopar. Saldırıda
ölen Çakali dünyada tek basına kalmıs, hiç kimseye tutunmamıs ve kötülügü de olmamıs
bir kisiliktir; ama sahip oldugu bu masumiyet onun öldürülmesini engelleyemez.
Çakali’nin iki halk arasında kurdugu bu bag, müzigin insanlar arasında kurabildigi
8 2
iletisimin bagıdır. Girit’te Çakali ile birlikte müzigin sagladıgı bag da yok olmustur. Bu
yüzden İbrahim, Ragıp Bey’in sorusuna verdigi cevapta; nedeni ne olursa olsun
Hıristiyanların Müslümanları, Müslümanların da Hıristiyanları öldürmesini bir “cinayet”
olarak tanımlar (Altınsay, 2004: 242, 243).
Müslümanlarla Hıristiyanları tekrar bir araya getirebilen Çakali’nin cenazesinde yeni
yetme bir gencin söyledigi ve Tahmisçizade Mehmet Macit’in Girit Hatıraları adlı
kitabından alıntılanan sözlerde Mübadillerin arada kalmıslık hissi henüz göç etmemelerine
karsın öncelenmistir. Anlasılan o ki Giritli Müslümanlar, göç etmek zorunda kalmasalardı
da Girit’te arafta kalmadan yasamaları pek mümkün olamayacaktır; çünkü Hıristiyan
halkın büyük bir kısmıyla aralarında olusan ayrılıgın geri dönüsü olmadıgını
sezinlemislerdir. Bunun yanında Anadolu’ya ya da baska bir yere göç etmeleri de onlara iç
huzuru saglamayabilecektir. Dolayısıyla ne gidebildikleri ne de kalabildikleri bir ruhsal
çalkantı içine girmislerdir:
“Yer bulamam gayri ben, iki âlem arasında
Yerim yurdumdur diye bir mezarım kaldı bana
Bir mezarım kaldı bana…” (Altınsay, 2004: 245)
Romanda Mübadele ve Lozan’a dair ilk bahis Ragıp Bey’in İbrahim’e gönderdigi
mektupta geçer (Altınsay, 2004: 246): Mektupta belirtilenlere göre, tüm ‘kardeslerin’
Misak-ı Millî sınırları içerisinde toplanması ve Anadolu’daki Rumların yasadıkları
yerlerden uzaklastırılacagı anlatılmıstır. Dikkat edilirse Aziz Bey ile Ragıp Bey’in
kardeslik algısı birbirinden farklıdır. Ragıp Bey, hürriyet fikri ile Rumlarla Türklerin
birlikte yasaması fikrinin çelismesinden utanç duysa bile bagımsız bir ülkede yasamanın
mutlulugunu da beraberinde tasıyabilmektedir.
Giritli Müslümanların arasında Mübadele edilecekleri haberinin yayılmasıyla
Müslümanlar, sonlarının ne olacagını bilmedikleri, belki hiçbirinin sonunun aynı yerde,
zamanda olmayacagı ihtimali ile dolu bir yola girerler.
Aziz Bey’in anlatıcılıgında Mübadele kararının haber ajanslarına geçen kesin haberi halka
okunur. Bu haber su ifadelerle aktarılmıstır (Altınsay, 2004: 248, 249):
“Türk topraklarında yerlesmis Rum-Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerlesmis
Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren baslayarak mecburi mübadelesine
girisilecektir.” (Altınsay, 2004: 248, 249)
8 3
Altınsay, Mübadele’den üstü kapalı olarak bahsetmeyip, gerçeklikle örtüsen bir haber
kurgulaması yaparak okuyucunun haberi hakikat degerinde algılamasını saglayıp, zihninde
tarihî bir bilgi imgesine dönüstürebilir; çünkü bunlar gerçek hayatta dogrulugu olan
sözcüklerdir.
Romanın bundan sonraki sürecinde imar ve iskân konusunda komisyonun halktan yerine
getirmesini istedigi kurallar, Lozan Sözlesmesi’yle alınan Mübadele kararının ardından
uygulanan prosedürle benzerlik gösterir. Bu benzerlik, gerçekligin algılanması
konusundaki yargımızı pekistirmektedir.
Altınsay’ın, karakterlerin Mübadele kararına duydukları tepkilerini ifade ederken mübadil
bir ailededen gelmesinin yogun duyarlılıgını tasıdıgı açıkça görülebilmektedir. Giritli
Müslümanlar tamamen sahipsiz kalmıs olmalarının yanında, sürekli korku ve güvensizlik
içinde yasamak zorundadırlar. Anadolu’ya göç ettikten sonra açıkta kalmamak için
İbrahim’in erittigi altınları mobilyalarına açtıgı deliklerin içine koyup agzını mumla
kapatması gibi kendi gelistirdikleri yöntemleri kullanmıslardır (Altınsay, 2004: 252, 253).
Müslümanlar, Anadolu’ya gidince resmi süreç içerisinde kendilerini nelerin bekledigini
Girit’e gelen komisyonlar aracılıgıyla ögrenirler (Altınsay, 2004: 254). Ortamın bu denli
karısık ve kuralların da çok net olmasına ragmen, aralarındaki varlıklı kisiler boslukları
kullanarak kendilerine fırsatlar yaratabilmektedir. Bazı insanların geleceklerini bir nebze
olsun degistirebilmek için rüsvet gibi yollara basvurdugu görülür (Altınsay, 2004: 255).
Girit’te kurulan komisyonların daha önce belirtildigi gibi mübadillerden istedigi bazı evrak
ve kosullar bulunmaktadır. Bu çesit belgelerin varlıgına (ası belgesi gibi) Kritimu’da da
rastlanır (Altınsay, 2004: 256, 257). Roman bu açıdan hakikate çok yakın durmaktadır.
Girit halkı bu dönemde tam bir karmasa yasamakta; kimse kimsenin neyi, niçin dedigini ve
neyi ifade etmek istedigini -özellikle dil problemlerini de düsününce- bütünsel bir anlam
olanagı içinde kavrayamamaktadır. Bu kakafonik ortamdan dolayı Müslümanlar için
Türklerin Yunanları yenmesi ve Yunan askerlerinin Anadolu’yu terk etmek zorunda
kalmaları gölgede kalan bir sevinç hâline dönüsmüstür.
Mübadillerin Anadolu’da nerelere yerlestirilebilecegi sözlesmede kati suretle belirlenmis
olsa da Giritlilerin bu durumunu kullanmak isteyen bazı fırsatçılar, göç edecek kisilerin
meslegine veya kültürüne uygun olmayan yerleri rüsvet karsılıgında vaad edebilmektedir
(Altınsay, 2004: 258). Fırsatçılarla ilgili olarak kurgu içerisinde bu bilgiler, gerçege
8 4
uygunluk gösterir. Mübadele kararının ardından Girit ve Yunanistan’dan Türkiye’ye
gelecek olan göçmenler, yerlesecekleri yerlere oldukça karısık ve yetersiz kosullarda sevk
edilmislerdir. Bunun gibi teklifler -romanda yer almasa da- gelecegi önceleyebilir;
öncelikle mübadillerin yanlıs bölgelere yerlestirilmeleri sonucunda o mekânlarda önemli
sorunlar yasama ihtimalleri artmaktadır.
Mübadele kararı, İbrahim ve karısı Fatma arasında evlendikleri günden beri var olan
yabancılıgın konturlarını somutlastırmıstır (Altınsay, 2004: 260):
“Birbirlerine baka kaldılar. Yabancıya bakar gibi bakıyorlardı. İbrahim,.. Fatma’nın yüzünü inceliyor…
Baktıkça kesfediyordu… Katlanma ve boyun egisi onlara ögreten, Fatma’ya ögreten, bu yeni acıydı.
Topragından ayrılmanın acısı…” (Altınsay, 2004: 260)
Fatma, romana ilk dâhil oldugu zamanlarda, karakter skalasında kendinden emin ve içten
içe asi oldugu izlenimini verirken, zamanla silikleserek bir ‘tip’e dönüsür. Bilmedikleri bir
zaman ve mekâna, belki ölüme göç ettiklerinden hem o hem de kocası çaresizce boyun
egmektedirler. Boyun egmek zorunda kalan elbette yalnız Fatma ve İbrahim degildir, öyle
ki onlar Giritli Müslümanların birer temsilcisidir.
Müslümanlıkta önemli yer tutan ve insanların yasama biçimlerini belirledigine inanılan
kaza ve kader kavramlarının yansımaları da Giritli Müslümanların olayları algılamalarında
ve sineye çekebilmelerinde görülebilmektedir. Roman boyunca Müslüman karakterler
genelde magdur durumda kalan, çevreden zarar gördügü zaman ancak pasif bir direnis
sergileyen ya da kendilerine yönelik bir saldırı oldugunda karsılık veren bir tutum
içerisindedirler. Bu açıklamalarımızın aksi örnegini İbrahim’in, dügününde Meletyos’la
hora oynarken kapısmayı baslatması olusturur; fakat bu kapısma tehlike içeren bir “dans
gösterisi” niteligi de tasır.
Kritimu’daki karakterlerin kisilik özellikleri ele alındıgı zaman, çevresiyle bu derecede
uyumlu insanların romanda ‘neden biz’ sorusunu sormalarının sebebi de aydınlanmıs olur.
Altınsay, roman karakterlerinin kisilik tablolalarını büyük oranda masumiyetin renkleriyle
bezemistir. Çocukların neden gittiklerine dair sordugu soruya İbrahim’in verebildigi cevap,
artık vakitlerinin gelmis oldugu yönündedir (Altınsay, 2004: 263). Oysa neden vaktin /
sıranın kendilerinde oldugunu ve Mübadele edildiklerini, gerçekte İbrahim de geçmiste
Mübadele’yi yasamıs insanlar gibi bilmemektedir.
İbrahim ve yakınları yola çıkmadan önce baska bir Giritli esnaf Trakis ile aralarında geçen
diyalog, Müslümanların gitmesini hâlâ istemeyen ve bunun için gerçekten üzülen Giritli
8 5
Hıristiyanların olduguna isaret etse de kurgulanısı itibariyle esasen yapay bir sahnedir
(Altınsay, 2004: 265-267).
İbrahim’in kendi varlıgının Girit’in sokaklarından silinisine tanıklıgı, zamanı geldiginde
insanların ögrenecegi gerçekligidir.
Bundan sonra İbrahim için ölen yakınlarını kime bırakacagı sorusunun yanıtı, kocası
Meletyos’un ölümünden sonra sır olan Hrisula’dadır. Hrisula, yıllar sonra geçmiste oldugu
gibi eski dostlarının arkalarında bırakmak zorunda kaldıkları anılarına sahip çıkmayı kabul
etmistir (Altınsay, 2004: 276). Hrisula’nın İbrahim’in teklifini kabul etmesi, asıl
kırgınlıgının Müslümanlara olmadıgını da gösterir. Hrisula, Hıristiyan karakterler içinde ön
plana çıkan bir kisilikken, sırlar içinde yasayan bir karaktere dönüsmesi onu sınırlamıstır.
Hrisula, İbrahim’in teklifini kabul ederek roman içindeki tamamlanmamıs olan misyonunu
da tamamlamıs olur. Buna mukabil yazar, Hrisula’nın bu içine kapanısını kurgulamasaydı
Müslümanların baslarına gelen olayların ve İbrahim’in ailesinin psikolojik durumlarının
etkisi bu oranda güçlü yansıtılamayabilirdi; çünkü Müslümanların yanında hâlâ yer alıp,
onlara gerçekten destek olan Hıristiyan imajının okuyucunun zihninde kuvvetlenmesine
neden olmustur.
Roman, Müslümanların bindikleri geminin Girit limanından kalkmasıyla son bulurken,
İbrahim’in ruhu Cemile’nin ölümünden sonra bir kez daha; ama bu sefer dirilmemek üzere
ölür. Girit’le birlesen bu ölü ruh, romanın sonunda mübadillerin sag kalsalar da neleri
kaybettiklerinin simgelerinden biri olur. Mazi geride kalsa da kurtulamayacakları kadar da
içlerindedir. Altınsay, İbrahim’in roman boyunca ruhsal olarak geçirdigi degisiklikleri bu
çesit simgeleri kullanarak aktarmıstır.
Kritimu’da karakterlerin etnik kökenleriyle degil, “Müslüman”, “Hıristiyan” gibi dinsel
kimlikleriyle nitelenmesi dikkati çeker ki bu sekilde yazar, karakterlerine dinî açıdan bir
aidiyet saglamakta ve mübadillerin de arada kalmıslık duygusunu teknik açıdan
yansıtabilmektedir. Mübadele kararının alınmasıyla birlikte Giritli Müslümanlar’ın Giritli
Türkler (Altınsay, 2004: 250, 251) tanımlamasına dönüsümü, bu karardan sonra
karakterlerin “satıhta” hangi tarafa ait olduklarının belirlenmesini saglar.
Etnik ve dinî kökene baglı tanımlamalar göz önüne alındıgında Yasar Kemal, Sabâ
Altınsay’dan farklı bir tutum izleyerek roman karakterlerini dinsel ve etnik açıdan pek
tanımlamamıs, kisilerini daha çok ‘isim’leriyle var etmistir.
Kritimu’da, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki gibi mitsel bir dünya yoktur. Sabâ
Altınsay, romanını 1997 - 2004 yılları arasındaki zaman diliminde, ilk yıllarını Mübadele
ile ilgili yogun arastırmaya ayırarak yazmıstır. Arastırmayla geçen süre ve yazarın içeriden
bakısının etkisiyle olayların kurgulanısında hakikate yakın bir izlenim yaratılmıstır. Bu
sebeple Kritimu, kurmaca olarak yaratılsa da özellikle aileleri Mübadele ile Türkiye’ye
gelen okuyucular için kendi geçmislerinden ayrıntılar / parçalar bulup, kendi varlıklarıyla
özdeslestirebilecekleri bir romandır. Yine de Kritimu, bir tarih metni gibi gerçekleri
okuyucuya nesnel bir tutumla kurgu ögelerine yer vermeden metin aktarma sorumlulugunu
tasımadıgının farkındalıgı içinde degerlendirilmelidir.
Kritimu, okuyucular için yaygın olarak tarihî olayların edebiyat diline aktarımında
beklentilerine karsılık bulabilecegi bir eserdir; çünkü bugünün okuru tarihî ve tarihsel
roman gibi kavramları alımlarken büyük ölçekte eserden alacagı edebî zevkin ötesinde /
dısında da bazı nitelikler bekleyebilmektedir. Bu sayede, Mübadele gibi tarihimizdeki
önemli bir gerçeklik, tarih metinlerinin kurulugundan sıyrılmıs oldugu kadar roman, tarih
bilgisini de barındırmaktadır; fakat bu yargı bir eserin tasıdıgı edebi degerin ölçümüne
yetebilecek bir saptama degildir.
Altınsay’ın romanının konumuz açısından ele aldıgımız öteki romanlardan ayrılan bir
noktası da yayım tarihidir. Daha önce Türkiye’de Mübadele konusuna ancak 1990’lardan
sonra egilimin arttıgını belirtmistik; Kritimu bu egilimin yükseliste oldugu, bu konuda
çalısmaların yogunlastıgı 2000’li yıllardan sonra yazılmasından dolayı, okuyucu tarafından
anlasılabilme ihtimali daha yüksek bir eserdir ki romana yönelik ilgi düsünüldügünde bu
beklentilerin karsılandıgı da tespit edilebilir.
6.3 Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı Romanı
İyi huylu serseriler, tas kırıcılar
Hırsızlar, gemiciler, fakir sarkıcılar
Ve bütün sevdiklerim elveda bu kere
Daha uzak bir yerde bulusmak üzere
Simdi kuslar kanatlarını tek vurusta
Sehirler geçiyorlar bir bastan bir basa
Bitmeden gençligim bana da gelse sıra
Sakin agıllardan baksam bu yıldızlara... (Anday, Yolculuk)
İlk baskısı 1997 yılında yapılan Savasın Çocukları – Girit’ten Sonra Ayvalık, Ahmet
Yorulmazın ilk romanıdır. Yorulmaz, Mübadele’yi konu edindigi bu romanın devamında
üçlemenin öbür kitapları olan Kusaklar ya da Ayvalık Yasantısı (1999) ve Girit’ten
Cunda’ya (2003) adlı eselerini yayımlatmıstır.
6.3.1 Özet
Savasın Çocukları adlı bu romanda ana karakter Aynakis Hasan aracılıgıyla Girit’ten
Ayvalık’a göç etmek zorunda kalan mübadiller ve onların yasadıkları olaylar anlatılır. Bu
anlatımda Hasan’ın yasadıgı Kamıs Köyü’nde Rumlarla Türklerin olusturdugu ortak
kültüre de yer verilmistir. Romanda ele alınan süre, 1900’lerin ilk yıllarından Mübadele’ye
kadar uzanmaktadır.
Aynakis Hasan’ın köyünde Rumlar ve Türkler, birbirlerine karsı kıskırtılmadan önce,
birbirlerinin grupsal özelliklerine saygı duyarak yasamıslardır. Hasan, Mübadele
yasanmadan önce de birbirine destek olup sahip çıkan bir çiftçi ailesinin en küçük
çocugudur; ancak ablası Nazire ve agabeyi Mahmut’tan daha özel bir kisiligi vardır. Keza
agabeyi ancak Kuran okumayı ögrenirken o, komsuları Evangeliki’nin oglu Manolis
sayesinde dönemin kosulları içerisinde gelecegini etkileyecek bir egitim alır.
Agabeyi Mahmut’un komsuları dul Fotini gibi kadınlarla iliskisi, iki halkın araları
açılmadan önce kisilerin birbirlerine ne kadar yakınlastıklarına örnek teskil eder. Ancak
zamanla adada yasayan iki farklı dine mensup ‘halk’ın iletisimlerinde kopukluklar olmaya
baslar, bunun sebeplerinin basında Venizelos’un yandasları ve tahrikler gelmektedir.
Bu tahrikler yüzünden köylerinden Hanya’ya çok zor sartlarda göç etmek zorunda kalırlar.
Mahmut ve ailesi tasınmadan önce yasadıgı asklardan dolayı oldugunu düsündürten bir
sekilde Mahmut, kalbine uzun bir igne sokularak öldürülmüs olarak bulunur. Hasan’ın
babası da oglu Mahmut gibi kisisel bir sebeple olmasa da öldürülmüstür. Ailedeki büyük
erkeklerin öldürülmelerinin ardından ailesinin geçimini saglama görevi Hasan’a kalır.
Hasan, ailesini Hanya’da geçindirebilmek için annesinin hazırladıgı tatlı türü yiyecekleri
sokak sokak dolasarak satmak zorunda kalır. Böylelikle matbaadaki dizgiciler basta olmak
üzere esnafla çesitli arkadaslıklar kurar. Bu arkadaslıkları sayesinde esnaftan kendisine
faydası olacak çok sey de ögrenir.
Kurdugu dostluklar sayesinde Türk kültürünü iyi bilen, İstanbullu ve dostane tavırlı Kir
Vladimiros, onu hem koruması altına hem de matbaasında ise alır. Kir Vladimiros karısıyla
beraber, çocuklarının olmamasının da etkisiyle Hasan’a ikinci bir ebeveyn olup, onu
düzenli olarak evlerinde misafir eder.
Zaman geçtikçe ‘Türk’lere yapılan saldırılar arttıgından Girit’te yasam gittikçe zorlasırken,
Hasan, kendisine Aynakis lakabını takan Süslü Hüsnüye adında güzel bir kadınla gizlice
8 8
bir iliski yasamaya baslar ve bu ask bir süre daha devam eder. Bu arada Hasan, Madam
Mariya diye tanınıp ticaret ve komisyonluluk isleriyle ugrasan çok güzel bir dul kadınla da
tanısır. Bu tanısıklıgın arkasından Hasan, Vladimiros’un yanından ayrılıp Mariya’yla
bagımsız sekilde çalısmaya baslar ve onunla birlikte oldukça iyi gelir elde ettikleri isler
yaparlar.
Sevr Antlasması imzalandıktan sonra adadaki varlıkları, onları istemeyen kesime hepten
fazla gelmeye baslar. Birkaç yıl sonra da Lozan Konferansı’ndan çıkan sonuçlar
dogrultusunda, nüfus degisimine tabi tutulurlar. Bu geri dönüssüz gidis kararı Mariya’yla
birbirlerine yakınlasmalarına sebep olur.
Romanın sonunda Hasan’ın hayatı yasadıgı bu yasak ask yüzünden öbür Müslümanlara
oranla daha fazla tehlikeye girdigi için, Mariya’nın yardımlarıyla Ayvalık’a Mübadele
Sözlesmesi’nden sonra olsa da karar henüz uygulamaya konulmadan önce âdeta
kaçarcasına göç eder.
6.3.2 Ahmet Yorumaz ve Savasın Çocukları Hakkında Ön Deginmeler
İlk kez 1997 yılında yayımlanan Savasın Çocukları (Yorulmaz, 2004), tümüyle Mübadele
olgusunu ele alan romanların öncülerinden biri olarak kabul edilebilir.
Yazar Ahmet Yorulmaz, Ayvalık’ta 1932 yılında dogmustur ve kendisi ikinci kusak bir
mübadildir. Mübadil bir aileden gelmesi, bu konuya karsı gelistirdigi hassasiyetin baslıca
sebebi gibi gözükmektedir.
Türk Edebiyatı’nda Yunanca’dan yaptıgı çevirilerle de kendine yer bulmakla beraber,
Ayvalık’ı Gezerken (1994) adlı bir monogrofisi de bulunan yazar, kendi aile geçmisi ve
mübadillerin yasadıklarından edindigi etkilenimlerini kurmaca düzlemine aktarmıstır.
Bunun yanında Savasın Çocukları otobiyografik bir roman degildir. Yasadıgı ilçe
Ayvalık’ın Yorulmaz için tasıdıgı önem, yapıtları incelendiginde anlasılabilir. Yasar
Kemal’in cografyası nasıl Çukurova olarak edebiyat evreninde yer tutmussa Ahmet
Yorulmaz’ın Çukurovası’nın yani cografyasının da Ayvalık oldugu söylenebilir.
Romanda zaman mevhumu ters kurgulanmıstır: Zaman, romanın bugününden; Hasan’ın
Anadolu’da yasarken anılarını kaleme almaya baslamasından itibaren baslar ve geçmis,
kronolojik zaman takip edilerek okuyucuya aktarılır.
6.3.3 Mübadele’nin Savasın Çocukları’na Yansımasının Analizi
Savasın Çocukları – Girit’ten Sonra Ayvalık, Mübadele ile baglantılı olarak seçtigimiz
eserler arasında ilk yayımlanan anlatıdır. Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na yansıması
baslıgı altında inceledigimiz gibi, bu romandan önce de Lozan Mübadelesi’ne deginen
eserler mevcuttur; ancak yayın tarihi Türkiye’de bu konuya yönelik ilginin dirsek çizdigi
bir asamanın baslangıcına denk düser.
Kritimu’da oldugu gibi romandaki mekân Girit’tir; ama daha önce inceledigimiz
anlatılardan farklı olarak bir roman kahramanı gibi kisilestirilmemistir. Girit, Hasan ve
yakınlarının uzun yıllar yasayıp geride bırakmak zorunda kaldıkları cografya olarak
romanda kendine yer bulur.
Savasın Çocukları’nda da Mübadele’nin üzerinden belli bir zaman geçmesinin etkisiyle bu
olguyu algılayıs, nesnel uzaklık büyük ölçüde korunarak gerçeklestirilmistir. Ahmet
Yorulmaz uzun süredir edebiyat ve yayıncılıgın içinde olmasına karsın, Mübadele
hakkında uzun bir metin üretmesi 1990’ların sonuna rastlamıstır. Yazar, Aynakis Hasan’ın
Mübadele’yi hazırlayan süreç içerisinde Girit’te yasadıklarını, birinci kisi anlatıcıyı
kullanarak zaman içinde yaptıgı yolculukla aktarmıstır. Birinci kisi anlatıcının
kullanılmasıyla okur, kendini karakterle özdeslestirme olanagına sahip olur; ancak bu
tercih okurun zihninde öznel yargılı imgelerin olusmasına da zemin hazırlayabilir.
6.3.3.1 Mübadele’nin Kurgu ve Karakterler Üzerindeki İslevi
Roman, Mübadele gerçeklestikten sonraki bir zaman diliminde, Ayvalık’ta Hasan adlı ana
karakterin kendine Aynakis lakabının neden takıldıgını açıklamasıyla baslar. Aynakis
Hasan, Girit’te yasayan Müslüman halk için Venizelos’un “Türkler dısarı!” gibi
söylemlerle Giritli Hıristiyanları kendi tarafına çekmeye çalıstıgını ilk elden belirtir
(Yorulmaz, 2004: 12). Böylelikle okuyucu, Venizelos ve onun takipçisi olan Hıristiyanlar
hakkında ilk yargılarını olusturmaya baslar.
Ahmet Yorulmaz, romanında mübadiller için Sabâ Altınsay’ın Mübadele kararı çıkana
kadar kullandıgı “Giritli Müslümanlar”dan farklı bir tanımlama kullanır. Yorulmaz,
tarihteki Venizelos karakterini kullanarak, politikacılar tarafından Girit’te yasayan halkın
bireysel tercihleri önemsenmeksizin baglı oldukları etnik köken ve Girit’in gelecekte
sekillenecek ulusal yapısı hakkındaki kararını bu sekilde imler. Bu degerlendirmenin
göstergesinde esasında, ulus devlet yapılasması içerisinde onlar / Müslümanlar, Türk ve
kendinden olmayan olarak nitelenir. Kritimu romanında kilisede vaaz veren Venizelos,
böyle bir tanımlama kullanmamıstır. Bu seçim, yazarların Mübadele olgusu hakkında
olusturdukları bireysel bilinç farklılasmasından ileri gelmektedir.
Hasan’ın anlatıcılıgında öteki Müslümanlara göre daha farklı karakterize edilen tip,
Hanya’nın en zengin kisilerinden biri olan Ferit Bey’dir. Ferit Bey, Girit’te yasayan
Müslümanların üzerindeki baskı artınca, basına bir sey gelmesinden korktugu için Fransız
uyruguna geçmistir (Yorulmaz, 2004: 12). Ferit Bey sayesinde kendi uyruk aidiyetini
belirlemis kisiliklerin de bulunduguna dair bir imaj, yan düzlem katmanında
yaratılabilmistir. Romanın daha ilk sayfalarında Ferit Bey’in kisiligi ve Venizelos’un
tahrik edici sözleri kullanılarak, kimlik sorunları açısından Girit toplumundaki çeliskili
ortam okuyucuya aktarılmıs olur.
Ferit Bey’in tercihleri ve kisiligi ele alındıktan sonra, Hasan’ın Türkçe’yi nasıl
sahiplendiginden bahsedilerek, kimlik sorunu konusundaki tercihi net çizgilerle ortaya
koyulur. Hasan karakteri ile dile getirilen; Osmanlı’nın Girit’i aldıktan sonra adaya
yerlestirdigi tebaasına bilinçli bir politika ile yaklasmadıgı için, Türk dilinin bu insanlara
yeterince ögretilemedigi ve zamanla Yunanca’nın ana dilleri hâline geldigidir (Yorulmaz,
2004: 13). Yazar, bu çesit bir açıklama ile kimlik sorgulamalarını asmıs bir insanın
düsüncelerini gözler önüne serer; ancak burada Türkçe tabirini kullanarak hatalı bir
yargıda bulunulmaktadır: Osmanlı Devleti içerisinde kullanılan resmi dil Osmanlıca
oldugu için adaya yerlestirilen halkın bugünkü anlamda Türkçe konusması pek olanaklı
degildir. Nitekim Anadolu’daki halk arasında da Türkiye Türkçesi gibi bir Türkçe
kullanılmamaktadır. Bunun yanında bu açıklamaların ısıgında Osmanlı Devleti’nin Girit’e
karsı olan ilgisizligine de dikkat çekilir.
Aynakis’in geçmise dönük sözlerinde Rum Vladimiros’un yasamında özel bir yer tuttugu
da ilk asamada açıklanmıstır (Yorulmaz, 2004: 14). Vladimiros onun tabiriyle “bagnaz
olmayan Rumlar”dandır. Yazarın sesini fark edebilecegimiz bu tanımlamalarda Girit’te
kendilerine ‘düsman’ olan Hıristiyanların varlıgının dısında farklı tiplerde Hıristiyanların
da yasadıgı sezilebilir. Keza daha sonra ayrıntılandıracagımız gibi bir roman kisisi olarak
Vladimiros, yazarın her Rum’a aynı uzaklıkta yaklasmadıgını, karakterlerinin aslında her
birinin birey olarak degerlendirilip imgelerin bu sekilde kurulması gerektigi fikrini
destekler.
Giritli mübadillerin ayakta kalabilmelerini saglayan asıl etkenin dinî inançları olduguna
dair yapılan açıklama (Yorulmaz, 2004: 15), bu tarz inançların bir ülkede “yabancı”
konumunda olan insanları birbirine yaklastırdıgı gibi uzaklastırması açısından da ne kadar
güçlü kavramlar oldugunu gösterir. Kendilerini güçlü kılan baska bir unsurun ise
unutmadıkları Türklükleri oldugu belirtilir. Devamında kendilerine Türk olup
olmadıklarına dair sorulan sorulara ironik bir anlatımla “Meryem adına yemin ederim ki
Türk’üm” diye cevap vermeleri bir miktar yapay durmaktadır. Bunun sebebi dünyada
ulusların eskiden beri var olmasına karsın, ulus bilinci daha önce açıkladıgımız gibi
sonradan ortaya çıkan bir durumdur. Osmanlı Devleti’nde yasayan Türklerin de kültürleri
yüzünden böyle bir tercihe yöneldikleri pek görülmez ki ulus bilinci daha ziyade azınlıklar
içinde belirmistir. Yalnız bu yapaylık, söz konusu eser roman oldugu için kurmaca
dünyanın sınırları içerisinde kabul edilebilir. Baska bir açıdan da roman karakterlerinin
Meryem adına yemin etmeleri, onların melez bir kültür olusturduguna dair bir izlenim
yaratır.
Romanda Girit’in eski günlerindeki komsuluk iliskilerinde Hıristiyanlarla Müslümanların
birbirleriyle karısıp, kaynasmıs oldukları belirtilir (Yorulmaz, 2004: 18, 19). Bu açıdan
Sabâ Altınsay’la Yorulmaz’ın Girit’in geçmisteki kültür yapısına yaklasımları ortaklık
gösterir. Bayramlarda ve çesitli kutlamalarda yapılan karsılıklı alıs verislerin içten bir saygı
içerisinde yürütülmesi, okuyucu nezdinde hiç kimsenin birbirini anlamadıgı zamanların
öncesindeki hayatın baskalıgı inancını destekler.
Hasan’ın, anıları Ayvalık’tan Girit’e uzandıgı anlarda duygusallasması ve ardından dogup
büyüdükleri topraklardan atıldıklarını düsünmesi, Anadolu’da yasayan Rumların
yasadıkları göz ardı edildigi için aslında tek taraflı yapılmıs bir degerlendirmedir.
Mübadele’ye tabi tutulan halkın, Anadolu’ya göç ettiklerinde her ne kadar sevgi ile
karsılandıkları tespit edilmis olsa da toplum içinde karsılıklı olarak hem mübadillerin hem
de yerlesiklerin birbirlerini tam anlamıyla ve tüm kültürel yönleriyle benimsemesi için
belli bir sürenin geçmesi gerekmistir. Hasan’ın yasantısı kullanılarak, bazı Anadolulular
tarafından mübadillerin dıslanmaları; ‘gâvur tohumu’, ‘yarım gâvur’ gibi sözlerle itham
edilmeleriyle hissettikleri köksüzlük duygusu daha da yogunlasmıstır (Yorulmaz, 2004:
21). Bu temsilin yanında baska bir taraftan da Hasan için “ana yurt”; Girit ya da
Yunanistan degil, Anadolu’dur. Bu benimseyis, onların nesillerdir Girit’i kendilerine yurt
9 2
kabul etmelerine ragmen, özde Anadolu ile kurdukları baga isaret eder ki kanaatimizce
köksüzlük hisleri, ne Girit’e ne de Anadolu’ya tam manasıyla sahip olamayıp, varlıklarında
ikisinden de parçaların olmasından ileri gelmektedir.
Hasan’ın, ergenlik çagında komsuları Evangeliki’nin oglu Manolis’ten matematik, Rum
alfabesi ve okuma yazma ögrenmesi, üstelik de bu dersleri ücretsiz alması (Yorulmaz,
2004: 26, 27), Hıristiyan ve Müslümanlar arasındaki komsulugun düzeyini gösterir. Daha
da kapsamlı düsünülürse Osmanlı kültüründe önemli yer tutan ve özellikle Anadolu’da
kendini gösteren komsuluk iliskilerinin Girit’te de var oldugu dikkati çeker. Nitekim
geçmiste bazı “terbiyesiz Rumlar” tarafından yapılan saldırılar olsa da Hasan’ın babası Ali
Aga’nın aile egitimi de Rumlarla iyi iliskileri ögütlemektedir. Ali Aga okumamıs, köyde
yetismis biri olsa bile hayat içerisinde dogrularını bulmus, inayetli bir karakterdir. Sahip
oldugu ihsanın yanında silahlı Rumlar hakkında ancak belli bir ölçüye kadar olumsuz
olarak kabul edebilecek fikirlere sahiptir:
“Babam, Rumlarla iyi geçinmemiz gerektigine inanıyordu. Çünkü ‘Padisah Efendimiz öyle istiyor’du. Benim
bilmedigim bir ‘altmıs altı ayaklanması’ ve dogumumdan üç yıl önce bir karısıklık olmustu… Bazı
terbiyesiz, baskalarının mallarına konmak isteyen silahlı Rumlar Türk evlerine, çiftliklerine saldırılarda
bulunmuslar, yakıp yıkmıslar, insanları öldümüsler, diri diri yakmıslardı!.. babam… saldırgan Rumlara
‘terbiyesiz’, ‘baskalarının mallarına konmak isteyenler’ gözüyle bakıyordu…” (Yorulmaz, 2004: 27, 28)
Ali Aga, Hasan’a böyle ögütler verirken Girit’te ‘mevsimler’ çok hızlı degistiginden
dolayı, Venizelos’tan ve yurtlarını terk etmek zorunda kalabileceklerinden ailesine
bahsetmesi, Hasan’ın zihinsel sorgulamalarının baslangıcını olusturur; çünkü onların
yasamı köyleridir, nereye gidebileceklerini havsalası almaz (Yorulmaz, 2004: 30). Henüz
kimse olayların nedenini ve gelecekte neler olacagını tam olarak anlamamıs olsa da
okuyucunun zihninde karakterlerin gelecegine ait imgeler yavas yavas renk degistirir. Ali
Aga aynı zamanda Osmanlı padisahına karsı kendilerini kurtaracaklarına dair hâlâ umut
besleyen Giritlileri de temsil eder.
Romanda bu degisime bahsi geçen sözlerin hemen ardından Ali Aga’nın anlatıcılıgında yer
verilir, söyle ki yukarıda açıklanan komsuluk iliskileri kıskırtmalar sonucu farklı bir rotaya
dogru yönünü döndürmüstür. İki dinin mensupları arasındaki baglar inceden inceye; ancak
hızlı bir biçimde kopmaya baslamıstır (Yorulmaz, 2004: 31):
“…Kendimi bildim bileli selamlastıgım, konustugum insanlara beni gördüklerinde susuyorlar, gittikçe selam
vermez oluyorlar Hanım! İyi seylerden söz etmiyorlar. Barut ve kan kokuyor söyledikleri! Sizler bilmezsiniz,
eskiden çok karısıklıklar, adam öldürmeler, yakıp yıkmalar olmustu olmasına, ama onlar bastırılmıs, zamanla
kaynasmıstık birbirimizle. Ayrı dinlerdeniz, fakat yan yana, hatta bir arada, sizler de görüyorsunuz, pekâlâ
yasayabiliyoruz.” (Yorulmaz, 2004: 31)
Sabâ Altınsay ve Yasar Kemal’in seçtigimiz romanlarındaki ana karakterler çeliskilerini
daha çok ruhsal düzlemde yasarken, Hasan olayların gelisiminin ve yasının verdigi algı
sınırının sonucunda çeliskilere sürüklenmeye baslar.
Hasan’ın agabeyi Mahmut’un bilinmedik bir sekilde öldürülmesiyle Evangeliki gibi Rum
komsularının da aralarında oldugu yakınlarının onlarla birlik olması ve Evangeliki’nin
okudugu kosuk, iki ayrı dine ait bu insanların dilekleri ne olursa olsun bir daha
birlesmemek üzere ayrılısının lirigidir (Yorulmaz, 2004: 39):
“Bahtımın yazgısıdır buna katlanmam,
Yerimde dogup, yabanda kocamam!” (Yorulmaz, 2004: 39)
Venizelos yanlılarının saldırıları yüzünden Türkler birbirlerine daha yakın yasamak için
yer degistirdikçe, Rumlar da o bölgeleri terk etmeye baslamıstır (Yorulmaz, 2004: 43):
“…Türklerle birlikte burada yasayan on bes-yirmi Rum aile,.. Rumların daha yogun oldukları yerlere
tasınmıslardı… Basta Venizelos, sonra da silahlı, göz kırpmadan adam öldüren yandasları bize, ‘Türkler
dısarı!’ diyerek, saldırıya hazırlanıyorlardı. Hatta hazırlık ne demek, mallarımızın bazen parasız, bazen de
yok pahasına alınması, göç etmemize çanak tutulması, kovalama planlarının uygulamaya konuldugunun açık
kanıtlarıydı.” (Yorulmaz, 2004: 43)
Bu iç göçler, henüz Mübadele yasanmamıs olsa da halk içindeki türdeslesme egilimlerinin
ve korunma ihtiyacının sonucunda olusmaktadır. İki topluluk arasında karsılıklı
restlesmeler de baslamıstır ki silahlı Rumlara destek olmak için Yunanistan’dan adaya
askerler gelmektedir. Ahmet Yorulmaz, Hasan’ın gözlemleri aracılıgıyla Girit’teki
çatısmaların evrelerini betimleyerek Mübadele öncesinin Girit’i hakkında zihinlerde belli
figürler canlanmasına olanak saglamaktadır (Yorulmaz, 2004: 44, 45):
“…Binlerce kisilik silahlı bir Rum kuvveti, Kandano’yu sarıverdi!.. biz Türklerin namluları kendini
gösteriverdi. Fakat ne onlardan ne de bizimkilerden kimse tetik çekmedi.” (Yorulmaz, 2004: 45)
Roman içerisinde kendilerine dostluk gösteren Hıristiyanların bulunmasına karsın
saldırıların ve huzursuzlugun artmasıyla Rumlardan ilk kez “düsman” diye de bahsedilir
(Yorulmaz, 2004: 46). Böyle net bir tasvir ne Sabâ Altınsay’ın ne de Yasar Kemal’in
romanında bulunmaktadır. Bu tanımlama ayrıntıda kalmıs gibi gözükse de Rumları
Türklerin bulundugu açıdan tam karsıt noktada yer alacak sekilde ötekilestirmektedir.
Hacara adlı bir yan karakter aracılıgı ile Türklerin de Rumların yaptıgı saldırılara verdigi
karsılıklar islenir; yalnız, Hacara romanda kötü bir kisilik olarak sekillendirilmemis,
Türkleri korumak adına istemese de bu saldırılara karısmıs bir kisilik olarak sunulmustur
(Yorulmaz, 2004: 44-49). Yani özünde saldırgan birisi degildir. Romanın bu asamasındaki
en duyarlı kahramanı olan Ali Aga’ya göre Hacara’nın silahlı Rumlarla girdigi
çatısmaların nereye varacagı aslında belli degildir. Nasıl ki karakterler, kendilerinin ve
Girit’in geçmisini düsündüklerinde bu ölümlerin nedenlerini kavrayamazlar. Yasadıkları
olaylar onları, kendilerinden bagımsız birilerinin günahlarının bedelini ödediklerini
düsünmeye sevk etmektedir.
Romanın ilk bölümlerinde özellikle Evangeliki ile olusturulan olumlu Rum imgesinin
yerini, bir müddet sonra köylerini günlerce kusatma altında tutan ‘düsman’ Rum imgesi
almıstır. Ali Aga’nın camide ibadet ederken atılan toplarla öldürülmesi (Yorulmaz, 2004:
52), Türklerin Kritimu’da oldugu gibi çok zor sartlarda gündelik hayatlarına devam etmeye
çalıstıklarının betimlemesidir.
Bir önceki basamakta Türklerin de Rumları öldürdügü dile getirilmis olsa da Rumların
içinde bulundukları hayat kosulları degerlendirilmeye tabi tutulmamıstır. Öte yandan
Hasan, babası Rumlar tarafından öldürülse de onlara kin ya da nefret gibi duygular
besleyememez. Romanın ana karakteri olarak Hasan’ın inis ve çıkısları yeterince
derinlestirilmemistir; bu durumun dogal bir uzantısı olarak hayata karsı beklenilene oranla
daha düz tepkiler verdigi izlenimini yaratmaktadır.
Hasan ve ailesinin köylerinden Hanya’ya göç etmesi bile onlarda kök salma duygularını
ortaya çıkartır; çünkü köylerindeki huzuru ve sade hayat kosullarını yeni tasındıkları kentte
bulamamaktadırlar. Politika sahnesinde gelisen olayların Kritimu’nun karakterleri üzerinde
belirgin bir etkisi gözlemlenebilirken, Girit’teki siyasi hayata Hasan ve annesinin
Hanya’da var olma mücadelelerinin fonunda deginilmistir (Yorulmaz, 2004: 55-59).
Günlük hayatın getirdiklerine de böylece yer verilmistir.
Girit mübadillerinin romanda Türk diye betimlendigini belirtmistik. Hasan için onlara Türk
yerine Müslüman denmesi, varlıklarını asimile edip Hıristiyanlastırmak amacıyla
uygulanan politikaların bir sonucudur (Yorulmaz, 2004: 58). Ahmet Yorulmaz’ın ulusal
bilince isaret etmesiyle beraber, aslında Mübadele metninin maddelerinde Yunan uyruklu
olarak kabul edilen Giritli Müslümanlar için reel gerçeklik kurmaca metinden farklıdır.
Hanya’nın Splantzia Meydanı’nda farklı din, ekonomik seviye ve kültürden insanın birlikte
yasaması, meydanlara has bir simge olan bir aradalıga gönderme yapar (Yorulmaz, 2004:
60). 1900’lerin ilk yılları olan o dönemlerde uzun bir süredir Hanya’da yasayan ya da
Hasan gibi köylerinden göç etmek zorunda kalan insanların barınabilecegi bir yer olması,
Girit’te türdeslesmeye hâlâ direnen bir mekân oldugunu gösterir. Aynı zamanda
9 5
Kritimu’da Abdala Musa’nın kahvesinin gerçeklestirdigi islevin benzerini Splantzia
Meydanı da saglar. Bu mekânların her ikisinde de dikey ve yatay açıdan farklı gruplara
mensup insanlar, sahip oldukları farklılıklarını ön plana çıkartmazlar:
“Splantzia Meydanı, Hanya’nın büyük bakkalıyla çakkalının, mandıracısının, gayet genis kahvehanelerinin
ortasında koca bir sadırvanı bulunan; feslisini fessizini, yani Müslümanını Hıristiyanını bir arada barındıran,
ünlü bir meydandı… tutucu Venizelistler, kralcılar; köyünden kovalanmıs, bu meydanı mesken edinmis
Türkler; dogma büyüme Hanyalılar; varlıklılar, varlıksızlar; yalın ayaklılar, çizmeliler, çarıklılar. Tümü de
bir çarsı görünümündeki bu meydanın insanlarıydı…” (Yorulmaz, 2004: 60)
Geçinebilmek için annesinin hazırladıgı çesitli yemisleri satan ve bu sayede Hanya’daki
pek çok ortama girip çıktıgı için esnafla içli dıslı olan Hasan, bir zaman sonra matbaacı Kir
Vladimiros’un teklifiyle onun yanında çalısmaya baslar (Yorulmaz, 2004: 60-63). Kir
Vladimiros ve esinin varlıgı romanda oldukça önemli bir islev görür. Giderek
olumsuzlasma yolunda bir çizgi izleyen Giritli Hıristiyan imgesi onların sayesinde
kırılmaya ugrar; ancak Türklere karsı yapılan saldırılar ara sıra da olsa hâlen meydana
gelmektedir. İki ayrı dinin temsilcileri olan Hasan ve Kir Vladimiros, süregelen saldırıları
karsılıklı sorgularlar; ancak her ikisi de somut bir sonuç elde edemez. Kir Vladimiros’a
göre bu vahsetin, halkların birbirine kırdırılmasının en büyük sebebi; cahillikten ve çok
uzun bir süre Osmanlı egemenliginde yasamalarından ileri gelmektedir (Yorulmaz, 2004:
71-73).
Türklerle Hıristiyanların birlikte yasamasına karsı olusturdukları fikirdaslık, okurun
zihninde tüm kıskırtmalara karsın farklı gruplara mensup bulunsalar da Müslüman ve
Hıristiyanların arasında birbirlerini anlayabilenlerin oldugu imgesini güçlendirir. Buna
mukabil sunu da eklemek gerekir ki Kir Vladimiros ve esi Kira Evthimiya İstanbul’dan
Girit’e göç etmistir; kendi geçmislerinden ötürü Müslümanları ve onların kültürlerini iyi
tanıdıkları için Müslümanlara yakınlık beslemeleri daha kolaydır.
Matbaada çalısan Vomvolakis ise kisiligi itibariyle Türkleri sevmedigi için Kir
Vladimiros’la kontrast olusturur (Yorulmaz, 2004: 70); fakat yakın çevresi tarafından
düsünceleri destek görmedigi için tepkileri silik kalmıstır.
Kritimu’da rastlanılan gerçekçi tarihî bilgilere yer yer Savasın Çocukları’nda da
rastlanmaktadır: Bu tarz bilgiler güngörmüs ve okumus bir kisi olan Kir Vladimiros ile
aktarılır; nitekim, onun açıklamalarına göre Türklerle Yunanlar arasındaki savasın asıl
sebebi iki toplumun da art arda zamanlarda; ama aynı topraklarda uyguladıgı yayılmacı
politikalardır (Yorulmaz, 2004: 82).
Ahmet Yorulmaz, bazen Kir Vladimiros zaman zaman da Hasanaki (Hasan) aracılıgı ile
Mübadele öncesi süreç hakkında kendi düsüncelerini okuyucuya aktarabilmektedir.
Yazarın bir mübadil olmasının olayları alımlayıs sürecinde etkili olabilecegini, okuyucu
yorumlarının da bu etkilenmelerin arkasından ikincil bir edim seklinde gelisebilecegini
belirtmek isteriz.
Vladimiros, romana dâhil olmasından itibaren Hasan’ın Mariya ile askının baslamasına
kadar geçen evrede Hasan’a akıl veren baba figürü gibi bir islev görür. Onun insanlara
karsı olan demokratik tutumundan Hasan’ın da etkilendigi söylenebilir. Bu cihetle onun
asıl acıyı çekenlerin ister Rum, ister Türk olsun bütün halk oldugunu belirtmesi (Yorulmaz,
2004: 95), Hasan’ın da fikirlerini sekillendirir.
Kir Vladimiros’un koruması altında hayatını sürdürmesi, öbür Türklerin basına gelebilen
saldırıların ona yapılmasını engellemektedir (Yorulmaz, 2004: 92). Rumlar, Türklere karsı
salt silahlı saldırıda degil, küçük düsürücü hakaretlerde de bulunmakla beraber Türklerin
onlara herhangi bir tepki verip vermedigi romanda belirtilmemistir.
Anadolu’da Türklerle Yunanlar savasırken, romanın bundan sonraki kısımlarında daha
ziyade Hasan’ın asklarına yer verilir ki bunlar arasında Kir Vladimiros’un yanından
ayrılarak is ortaklıgı yaptıgı Mariya adlı bir Rum kadını da vardır. Eklemeliyiz ki
Vladimiros’un yanından ayrılması onların arasındaki bagı kopartmamıstır; ancak
Vladimiros eskisi gibi baba figürü olarak onun yanında yer almaz. Özellikle de
korumacılıkları düsünülürse Vladimiros’un yerini baska bir Rum’un, Mariya’nın aldıgı
belirtilebilir.
1920 yılında Sevr Antlasması’nın imzalanmasından sonra Rumların gösterdikleri taskın
sevinçlere Savasın Çocukları’nda yer verilmistir (Yorulmaz, 2004:109). Rumların bir
bölümünün bu sevinci Türklerin Girit’de barınmasının iyiden iyiye zorlastıgına isaret
etmektedir.
Kir Vladimiros’un ardından Türk tarafından ele alındıgında Mariya da olumlu bir
Hıristiyan karakter olarak kurgulanmıstır. Hasan’a duydugu güven sebebiyle onu, son ana
kadar maddi ve manevi yönlerden desteklemis, Girit’ten sag salim gidebilmesine oldukça
yardım etmistir.
Encümen-i İslamiye’nin Müslümanların kendilerini savunmak için her türlü silahı
kullanabileceklerine dair dagıttıgı bildiri (Yorulmaz, 2004: 120), öncelikle Müslümanların
dini kurumlara baglılıgını gösterdigi kadar bu zamandan sonra romanda pek rastlanılmayan
bir seyi; Müslümanların da saldırılara yönelik istediklerini yapabileceklerini haber verir.
Bu bildiriyle Müslümanlar da pasif ya da bireysel savunmanın ötesine geçmistir.
Metinde tarihsel dogrulugu yansıtan açıklamalarla Rumlarla Türklerin Mübadele
edilecegini, Girit’te savas esiri olan ve Hasan’a Türkçe ögreten Kemalettin bildirir
(Yorulmaz, 2004: 123, 124). Kemalettin’in degerlendirmesine göre bedel ödeyen birileri
varsa o da ‘halk’tır. Hasan ve çevresinin Mübadele edileceklerine karsı tepkileri ise farklı
farklıdır; bir grup daha iyi yasam kosullarına sahip olabilmek adına gitmeyi istemekte,
Hasan’ın da içinde oldugu bir grup da gitmeyi istememektedir (Yorulmaz, 2004: 125, 126).
Savasın Çocukları’nda daha önce ele aldıgımız öbür romanlardaki kadar yogun psikolojik
tahliller, tepkiler ve buhranlar yoktur. Türklerin Mübadele edilecegine iliskin olarak
Rumların tepkisi ise ‘çok az Rum’un bu habere üzüldügü’ seklinde dile getirilir.
Marigo (Mariya) ile yasadıgı yasak ask yüzünden diger Müslümanlara göre daha zor
durumda kalan Hasan, sevgilisinin yardımlarıyla adadan kaçabilmeyi basarır (Yorulmaz,
2004: 140). Bu kaçıs zorunlulugu, onun bagnazlıga karsı nefret duymasına ve can telası
içinde gitmek zorunda kalmasının sebebi olanlara lanet etmesine neden olur.
Hasan, Mübadele Antlasması henüz fiilî olarak uygulanmadan önce, zor sartlarda ana
yurdu kabul ettigi Anadolu’ya kaçarcasına göç etmistir; ancak buradan Mübadele’ye tabi
tutulmadıgı fikri çıkarılmamalıdır. Yorulmaz’ın da yer yer okuyucuya aktardıgı üzere;
Girit’te yasamın yıllar geçtikçe iyiden iyiye zorlasması, Mübadele edilecekleri kararının
halk içinde yayılmasıyla ‘düsman’ca davranan Rumlar tarafından öldürmeye varacak kadar
Müslümanlara zarar verilmesi ve bireysel bir sorun olarak ise Marigo ile yasadıgı yasak
ask yüzünden her ikisinin hayatının da tehlikede olması sebebiyle Hasan’ın Girit’te
kalması zaten mümkün degildir.
Savas Çocukları, Hanya’nın Cezayir Kolu adlı bir semtindeki “Nuri’nin Meyhanesi”nin
diger ismi olarak kullanılmaktadır (Yorulmaz, 2004: 94). Konumuz açısından önemli olan
nokta; meyhanede toplanan insanların kendilerini, “yasadıkları savasların çocukları” olarak
görmeleridir. Savasın çocukları tamlaması, bu insanları nitelemek açısından iyi bir
tasvirdir; çünkü Girit meyhaneleri kültür itibariyle tıpkı kıraathaneler gibi farklı kültürlerin
mensuplarını bir araya getirebilen mekânlardan biridir. Bu tarz yerler, aynı zamanda
insanların havadisleri birbirlerine aktardıkları, sözel bilgi paylasımının son derece aktif
oldugu yerlerdir.
Girit’teki meydana gelen huzursuzlukların sonucunda hem Hıristiyanların hem de
Müslümanların yakınlarından birçok kisi ölmüstür. “Giritliler”, yasadıkları savaslar
sebebiyle geçmislerinden koptukları kadar önlerindeki belirsizlikten ötürü geleceklerine de
tutunamamaktadırlar.
Yorulmaz’ın yarattıgı karakterler ruhsal açıdan geçirdikleri çıkmazlar ya da ikilem gibi
duygulardan ziyade eylemleriyle var olurlar. Basta İbrahim olmak üzere Kritimu’daki
karakterlerin yasadıkları olaylardan etkilenip, derin ruhi dalgalanmalar yasamalarına
karsın; Savasın Çocukları’nda günlük hayatın getirdigi sorun ve olaylara agırlık
verilmektedir. İbrahim’in hayatında karısı Cemile’nin ölümü önemli bir dönemeç olmasına
karsın, Hasan’ın agabeyi ve babasının Rumlar tarafından öldürülmesi onda belirgin ya da
önemli herhangi bir iz bırakmamıstır. Hasan, yasadıgı tüm kötü olaylara ragmen insanlara
karsı optimist duygular besleyen, son derece çalıskan, azminin ve karsılastıgı iyi kisilikli
Rumların yardımları sonucunda mal varlıgı edinmis olmasının da ötesinde oldukça olumlu
çizilmis bir karakterdir. Hasan, bu olumlu özelliklerinin yanında varlıgını hep kendi
dısındaki kisilerle tamamlayarak birey olabilmis; hayatının her evresinde onun ayakta tutan
birileri bulunmustur. Bu insanların en önemlileri de Kir Vladimiros ve Mariya’dır. Hatta
Mariya askı ugruna kendi hayatını tehlikeye atma cesaretini gösterir; Rumlar sevgilisi
Hasan’a zarar vermeden ve Mübadele baslamadan önce onun adadan ayrılmasını saglar.
Hasan’ın özellikle olumlu Rum karakterler vasıtası ile kendisini tamamlamasının çok
bilinçli bir tercihle yapıldıgını sanmıyoruz; ancak bu sayede Türk ve Rum kahramanlar
arasında denge kısmen saglanmıs olmaktadır.
Romandaki Rum karakterlerin kendi aralarında olumlu ya da olumsuz açılardan yarattıkları
imgelerde denge kuruldugu belirtilebilir; aralarında saldırı eylemlerine katılanlar,
Venizelos’u destekleyenler oldugu gibi, Girit’i bütün renkleriyle benimseyenler de vardır.
Bunun yanında romanın tamamı düsünüldügünde Türk karakterlerin Rumlara oranla daha
olumlu tasvir edildigi de görülmektedir. Bu anlamda saldırgan Rumlara karsı hançerini
kullanan sadece Hacara karakteri verilmistir ki o da kendi istegiyle degil, Müslümanları
savunmak zorunda kaldıgı için bunları yapmaktadır.
9 9
Savasın Çocukları, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki gibi düssel bir dünyaya sahip
degildir. Gerçeklikle baglantılı göndergeler ise okuyucunun kurmacayı alımlamasını
zorlastıracak biçimde kurgulanmamıstır.
Roman, özellikle Türk okuyucuların bu konudaki beklentilerine cevap verir; çünkü Türk
karakterler oldukça olumlu çizilmistir. Girit’in Mübadele gerçeklesmeden önceki 30 yılı
islendiginden mübadil kimligini özümsemis okuyucuların metinle yapıcı iliski kurmaları
Yunanistan’a göç eden Rumlara göre daha olanaklıdır.
Son olarak, Altınsay ve Yorulmaz’ın yazarlıgında aile geçmislerinin kendilerine miras
bıraktıgı izler bulundugunu belirtmeliyiz. Her iki yazar da duygusal geçmislerine nesnel
uzaklıgı sagladıkları ölçüde daha farklı okuyucu kitleleri tarafından derinlemesine
alımlanabilirler; bu yazarların yanında Yasar Kemal, mübadil olmamasının bir nevi
avantajını tasımaktadır.
7 SONUÇ
Cennetin olmadıgını hayal et
Kolaydır eger denersen
Altımızda cehennem yok
Üstümüzde ise sadece gökyüzü
Bütün insanların
Bugün için yasadıgını hayal et
Ülkelerin olmadıgını hayal et
Zor degil bunu yapmak
Öldürmek ya da ölmek için hiç neden yok
Ve hiçbir din de yok
Bütün insanların
Barıs içinde yasadıgını hayal et
Hayalperest oldugumu söyleyebilirsin
Fakat yalnız degilim
Umarım bir gün bize katılırsın
Ve dünyada birlik olusur... (The Beatles, Imagine)
Bu çalısmanın birincil amacı Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’ndan seçilen uzun
anlatılara nasıl yansıdıgının analiz edilmesidir. Bu ilk amacın beraberindeki amaçlar
arasında Türkiye ve Yunanistan’ın yakın geçmislerinde tasıdıgı önem kadar, menendinin
dünya tarihinde pek görülmeyen bir vakası olan Mübadele’yi genis perspektifle
degerlendirip, onun Türk Edebiyatı’nda tuttugu yere genel hatlarla deginmek gelir. Bu
baglamda Yasar Kemal’in Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Sabâ Altınsay’ın Kritimu –
Girit’im Benim ve Ahmet Yorulmaz’ın Savasın Çocukları adlı romanlarının incelemeye
tabi tutulmasına karar verilmistir.
Çalısmamızda, Lozan Mübadelesi’ni konu edinen eserlerin arasından seçtigimiz bu
romanların incelenmesine göç, uluslasma ve Mübadele olgularının ayrıntılı bir analizinden
sonra yer verilmesi uygun görülmüs, bölüm baslıkları ve içerikleri de bu fikre dayanarak
olusturulmustur. Öte taraftan Mübadele’yi irdeleyen metinlerin uluslasmadan
bahsetmemeleri de böyle bir asamalı inceleme yapmamızda etken olmustur.
Tezin baslangıç asamasında, Yunan Edebiyatı’ndan Mübadele ile ilgili seçilecek olan
eserlerin de çalısmaya dâhil edilip iki ülkenin edebiyatlarının karsılastırılması
düsünülürken, Türkçe çevirilere uygulanan sansür sebebiyle bu fikirden vazgeçilmistir.
Göç, bilindigi gibi insanın kaderini tayin eden olguların basında gelir; nitekim bu kavram,
dünyanın büyük bir kısmını farklı zamanlarda ve degisik sekillerde bireysel ya da daha
büyük kitleler hâlinde olsun, derin ya da yüzeysel sekillerde etkilemistir. Lozan
Mübadelesi ise Türk uyruklu Hıristiyan Ortodokslarla Yunan uyruklu Müslümanların
göç’ü olmanın ötesinde anlamları içinde barındıran bir sürecin tamamlanısıdır.
10 1
Dünyada ‘millet’ adı altına alınabilecek toplumların Antik dönemlerden beri mevcut
oldugu konusunda mutabakat saglanabilir; ancak Orta Çag’da veya daha öncesinde ‘ulus
bilinci’ni ortaya çıkartacak olusumlar mevcut degildir. Toplumları yönlendiren kisilerin de
öncülügünün etkisiyle zaman içerisinde imparatorluklar çagcıl degerini kaybetmistir.
Fransız Devrimi ise Batı toplumunda ulusal bilincin çesitli yollarla olusmasının ardından,
bu yoldaki eylem ve fikirleri kanalize edip yön veren atesleyici olay olmustur.
Fransız Devrimi’nin ilan edilmesiyle birlikte imparatorluklar yıkılmaya ve yerine ulus
devletler kurulmaya baslanır. Osmanlı Devleti de Batılılasma adı altında yapılan
degisiklikleri Bab-ı Âlî’nin öncülügünde uygulamaya geçirmesiyle beraber, dünyada
meydana gelen yeni yönetim sekillenmelerine geç bir zamanda eklemlenir. Osmanlı’da
yönetilen kesimin Batı toplumlarından daha farklı bir yapıya sahip olmasından dolayı ulus
olusturma yönünde hareketlenmeler Müslüman halk içinde degil, yabancı topluluklar
içinde ortaya çıkmıstır. Bu sekilde ister istemez Devlet’in parçalanma süreci de baslar ve
uluslar sırayla bagımsızlıklarını ilan ederler.
Osmanlı Devleti için bu süreç özellikle 20. yüzyılın ilk günlerinde oldukça zor geçmis;
arka arkaya birçok savasın içine girilmistir. Savaslar esnasında imparatorluk bünyesinde,
bilhassa Anadolu’da yasayan farklı dinlere mensup olan halklar arasında geriye dönüsü
pek mümkün olmayan ayrılıklar olusmustur.
Türkiye ile Yunanistan arasında savasın sona ermesinden sonra kalan problemler, 1923
Lozan Antlasması ile giderilmeye çalısılmıstır. Lozan’da alınan karara göre Batı Trakya’da
yasayan Müslümanlar hariç Yunanistan’da yasayan Yunan uyruklu Müslümanlarla,
İstanbul’da yasayan Rumlar hariç Türkiye’de yasayan Türk uyruklu Ortodokslar takas
edilmistir. Mübadele her iki halkın hayatında birçok probleme neden olmustur: Göçmenler
dogdukları ülkelerde yasamlarına devam edemedikleri gibi, göç ettikleri ülkeye de uyum
saglamakta zorlanmıslardır. Göçmenler, nerede ve ne sekilde yasarlarsa yasasınlar “arada
kalmıslık duygusu” bedenlerine hapsolmustur. Birinci kusak mübadillerin içinde azınlıkta
kalan bazı göçmenlerin sahip oldugu kosullar, digerlerine göre daha iyi olsa da büyük bir
grup materyal olarak ekonomik anlamda çesitli sorunların da üstesinden gelmek zorunda
kalmıstır. Mübadiller için fizikî sorunlardan biri de yerlestirilmelerine uygun görülen
yerlerin alıskın oldukları ekonomik ve sosyal yapıdan farklı olabildigi için hayatlarını daha
da zorlastırabilmesidir.
10 2
Türkiye’de yasayan mübadillerin Mübadele gerçeklestikten çok uzun bir süre sonra
kendilerini sanat yoluyla ifade etmeleri; bu yabancılasma, anlamsızlık ve soyutlanmıslık
hislerinin bir tezahürüdür. Çagdas Yunan Edebiyatı’nda Mübadele ile baglantılı roman,
öykü, siir gibi çesitli anlatılar Türk Edebiyatı’na kıyasla çok daha erken yayımlanmıs, son
yıllarda ise bu ilginin egimi -dogal bir gelisme olarak- asagıya dogru bir kavis çizmeye
baslamıstır.
Bu konuyla ilgili metinler üreten anlatıcıların arasında Yasar Kemal gibi mübadil bir
aileden gelmeyenler de bulunmakla birlikte agırlıklı olarak, bu cografyada bireylerin
kültürel açıdan kendi geçmislerine dönük yasamalarının da etkisiyle mübadil kökenli
kisiler Mübadele ile ilgilenmektedir.
Türkiye’de uzun yıllar Mübadele ile ilgilenilmemesinin bazı sebepleri vardır: Türkiye’nin
yakın tarihinde yasanan siyasal olaylar ve dönüm noktaları bunun sebeplerinden biridir.
Yunanistan açısından ise edebiyat, ulus devlet olarak yarattıkları düsman imgesini
destekleyecek bir araç vasfını görmüstür. Yunanistan’a göç eden Rumların hem sayıca
fazla hem de Yunanistan’ın nüfusu içerisinde önemli bir yer teskil etmeleri nedeniyle
Mübadele olgusunun toplum içindeki etkilerinin daha belirgin olması, Yunanistan’ın bu
konuyla Türkiye’den daha önce ilgilenmesine etki etmistir. Muhacir Rumlar içinde okuma
yazma oranı da Türkiye’ye gelen mübadillere göre daha fazladır. Dolayısıyla onların
okuma yazma etkinlikleri de Türklere oranla daha fazladır. Bir yandan da Osmanlı’nın
vârisi olarak kabul gören Türkiye’nin tarihinde politik açıdan meydana gelen birbirinden
farklı olaylar bir hayli fazladır. Bir de Türklerin göçebe bir topluluk olmalarının yanında
yasadıkları cografyalar ve kurdukları devletlerde göç kavramı her daim hayatlarında
oldugu için Mübadele ile meydana gelen göçe ilgi bir süre olgunlasamamıs da olabilir.
Mübadele’nin Türk Edebiyatı’na agırlıklı olarak 1990’lardan sonra yansımasının belli baslı
sebepleri yukarıda açıkladıgımız gibi sıralanabilmektedir.
Yasar Kemal, Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz aynı konuyu temel alıp, belli noktalarda
ortak bileskeler yakalasalar da her birinin yazın eylemine ve sanatına yaklasımları konuyu
isleyislerini etkilemistir. Altınsay ve Yorulmaz’ın mübadil bir aileden gelmelerinin izleri
kurgularında yer yer ortaya çıkarken, Yasar Kemal’in de mübadil bir aileden gelmese dahi
göç duygusunu özümsemis bir yazar oldugu aynı sekilde anlasılabilmektedir.
10 3
Yasar Kemal, dörtleme olarak tasarladıgı eserinin ilk cildinde yazarlıgının ana
temellerinden olan bir unsuru, ‘toplum içinde yer etmis duyarlılıkları isleme’ görevini
tekrar yerine getirir. Onun seçtigimiz öteki iki yazardan ayrılan en önemli özelligi
mitolojik bir evrenin kapısını Mübadele temasıyla açmasıdır. Onun romanlarında biçim ve
içerik olusturulurken destan, masal gibi türlerden yansımalar bulunur. Onun insana ait
gerçeklikleri masalsı sözcüklerle örgülenmis bir anlatıya dönüstürme teknigi, bu romanda
da görülür.
Yasar Kemal yazınının bu özellikleri üç romanın da uzamı olan ada’nın ele alınısında
ortaya çıkar. Altınsay ve Yorulmaz, Girit Adası’nı gayet somut sıfatlarla nitelerken;
Mirmingi / Karınca Adası, ana karakterleri Vasili ve Poyraz Musa için var olmakla yok
olmak arasında salınan masalsı bir adadır. Hem Sabâ Altınsay hem de Yasar Kemal
romanlarında kullandıkları ana mekânlar Girit ve Karınca Adası’na birer canlı karakter
islevi yüklemislerdir. Söyle ki tarih ve kurguladıkları gerçeklik, ada ile birlikte
somutlasmıstır.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da Lozan Mübadelesi gerçeklestikten sonraki zaman
dilimi ele alınırken, karakterlerin geçmis deneyimleri geriye dönüsler gerçeklestirilerek
okuyucuya aktarılır. Kurguda tarihsel ögeler yer almakla birlikte belge niteligi tasıyacak
nitelikte anlatımlar yoktur. Oysa daha çok Kritimu romanı olmak üzere Savasın
Çocukları’nda da tarihî tanıklıkları kuvvetlendirmek amacıyla okuyucu tarafından gerçek
olarak alımlanabilecek “belirtik cümle”lere yer verilmistir.
Altınsay ve Yorulmaz’ın metinlerinin diger bir ortak tarafı, mekânda oldugu kadar zaman
açısından da benzer dönemleri ele almalarında görülür. Nitekim her iki yazar da 19.
yüzyılın son yıllarından Mübadele’nin gerçeklestigi 1923 yılına kadar geçen süreyi fona
yerlestirmistir. Bu süre içerisinde karakterlerin kimi Girit’te yasanan olaylar yüzünden
ölürken, kimisi de büyüyüp olgunlasır veya yaslanır. Yasar Kemal’in karakterlerinin
degisimi ise yas gibi somut bir durumla degil, zaman geçtikçe soyut bir özellik olarak
kabul edebilecegimiz çeliskilerinin sonlanmasıyla gerçeklesir. Bu nitelemeler, öbür iki
romanda psikolojik dönüsümlere yer verilmedigine isaret etmez. Aksine, Kritimu’da
İbrahim ana karakteri aracılıgı ile Mübadele’ye giden yolda derin sorgulamalar yapılır.
Savasın Çocukları’nın ana karakteri Hasan ise ruhsal özelliklerinden çok, eylemleriyle
varlıgını ortaya koyan bir karakter olarak çizilmistir.
10 4
Her üç romanın da ana karakterleri Mübadele’nin neden gerçeklestigine tam anlam
verememislerdir. Vasili ve Poyraz Musa (Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana), İbrahim
(Kritimu) ya da Hasan (Savasın Çocukları), yasadıkları hayatın kendi kurdukları hayatlar
olmadıgını bilir. Vasili, ikinci bir degisime kadar kendi evinde el olmustur. Poyraz Musa,
hayatta kalabilecegi bir kara parçası aramaktadır. İbrahim, kendisiyle özdeslesen Girit’le
beraber yitirdiklerinin kederiyle hayata tutunmaya çalısmaktadır. Hasan ise küçük
yaslardan itibaren hayat mücadelesinin içine girmistir. Kritimu ve Savasın Çocukları’nda
Müslüman ve Hıristiyan kahramanlar arasında genel hatlarıyla benzer nitelikler daha çok
görülmektedir. Bu iki romanın Girit’inde silahlı Hıristiyanlar oldugu kadar Müslümanlara
zarar verme taraftarı olmayanlar da vardır. Bunun yanında bu fikrin islenisi bakımından iki
roman birbirinden oldukça farklıdır. Kritimu’da İbrahim tek karakter olarak öne çıkarken,
Savasın Çocukları’nda Rum karakterler daha etkin bir rol üstlenirler ki özellikle Kir
Vladimiros ve Mariya erdemli insanlar olup, bir nevi Hasan’ın hayatta kalmasını saglayan
yardımcıları olurlar.
Yasar Kemal ise Vasili ve Poyraz Musa’ya esit derecede rol dagıtmıstır, hatta denilebilir ki
genele bakıldıgı zaman Vasili karakterinin masumiyeti Poyraz Musa’dan daha fazladır.
Her ikisi de belirli bölümlerde çeliskilerinin buhranına düserler: Birbirlerini öldürme
ihtimalleri üzerine kurulan gerilim, zamanla yerini birbirlerinin sahip oldukları tek varlıgın
kendileri oldugu hissine bırakır. Bu roman için bütün hayatları düsünüldügünde Rum
Vasili’nin yarattıgı imgenin aslında Türk Poyraz Musa’dan daha olumlu oldugu bile
söylenebilir. Yasar Kemal’in Rum imgesini daha olumlu kurguladıgı bu sekilde
belirtilebilir; çünkü Poyraz Musa’nın kaçtıgı bir geçmisi ve düsmanları varken, Vasili
sebepsiz yere magdur durumda kalandır. Bu romanlardaki hiçbir ana karakterin
kötülüklerden arındırılmıs bir masumiyet kisvesi altında çizilmediginin de eklemek
gerekir; bu açıdan Vasili ve Poyraz Musa çeliskileri daha çok olan karakterlerdir.
‘Kritimu’nun tasıdıgı otobiyografik nitelikler ve yazarın tercihleri nedeniyle İbrahim, diger
karakterlerden daha baskın yapıda çizilmekle beraber, oldukça da mantıklı bir kisiligi
vardır. Her ne yasanırsa yasansın İbrahim’in Giritli Hıristiyanlar hakkındaki fikirleri genel
bir kalıbın dısına çıkmamıstır. O, hayatı içinde yasayan bir adam olarak kurgulanmıstır.
Bu romanda Mübadele sürecinde yasanılanların karsılıklı oldugu vurgulanır, yani her iki
grup da görünenden daha fazlasını kaybetmistir. Savasın Çocukları’nda son derece olumlu
10 5
imge yaratan Rum karakterlerin olmasının yanında Müslümanlar maddi ve manevi olarak
Hıristiyanlardan daha fazla kayıp vermis gibi degerlendirilmistir.
Kritimu ve Savasın Çocukları’nda gruplar arasında romanın basında var olan birlik zaman
geçip kötü günler geldikçe bozulurken, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da birbirinden
tamamen koparılan birlik, Rumlar ve Türkler arasında sonradan tekrar kurulmustur. Bu
durumda zamanlamaları nasıl olursa olsun her üç yazar da Rumlar ve Türkler arasındaki
birlige önem vermistir; ancak Savasın Çocukları’nda silahlı Rumların Türkler üzerindeki
baskıları arttıktan sonra ‘düsman’ olarak bahsedilirken diger romanlarda Rumlar için böyle
bir sıfat kullanılmamaktadır. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’da kendinden olmayan yani
öteki imgesi, romanın sonuna dogru karakterlerin ortak bir çizgide birlesmesinden dolayı
flulasırken, öbür romanlarda tersi bir durum söz konusudur. Zamanla Rumlar
‘öteki’lesmistir; ancak onlara yabancılasmayan Hıristiyan yakınlarının bulundugu da
belirtilmelidir.
Yasar Kemal romanında salt Rum ve Türk karakterlere degil, farklı mezhep ve etnik
kökenden insanlara da yer vermis, Osmanlı Devleti’nin son yılları ve savaslarla bu
insanların hayatları arasında baglantılar kurulmustur. Sabâ Altınsay ve Ahmet Yorulmaz
ise karakterler arasında Hıristiyan Rumlar ve Müslüman Türkler olarak dagılım yaparak,
Mübadele konusuna odaklanmıslardır.
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’daki Vasili ve Poyraz Musa ele alınırsa kendilerinin
bireysel olarak ait oldugu kültürel geleneklerini gerçeklestirdiklerine pek rastlanılmaz. İkisi
de askın bir zaman diliminde -Karınca Adası’nın zamanında- benzer kosulları sürdürürler
ki farklı zaman algısını ve ütopik yanılsamayı saglayan da ‘Ada’dır. Altınsay ise yerele ait
kültürel özellikleri ayrıntılandırmıs, her iki kültürün tipik özelliklerine yer vermistir. Bu
oranda olmasa bile kültürel özellikler açısından Ahmet Yorulmaz da kültürel farklılıklara
ve benzerliklere ele almıstır. Kritimu ve Savasın Çocukları arasında bu noktada söyle bir
farklılık olusur: Sabâ Altınsay’ın Kritimu adlı romanında aslında her iki kültür iç içe
geçmemistir; belli bir yere kadar birbirine paralel ve elele yürümüstür. Savasın
Çocukları’nda ise özellikle Kir Vladimiros, Hasan ve Mariya üçgeni sayesinde birbirine
karısmıslık oranı daha yükselmistir.
Yukarıda da aktarıldıgı üzere Mübadele’nin seçtigimiz romanlara yansıması bu sekilde
gerçeklesmistir. Romanları daha ayrıntılı analiz edebilmek amacıyla da roman sayısı
10 6
artırılmamıs, yapısal açıdan sistemimizi uygulayabilecegimiz önemli romanlar seçilmistir.
Tek tek inceleme yapılmasa da Yunanistanlı yazarlarla Türkiyeli yazarlar arasında
Mübadele’yi ele alma biçimleri açısından çesitli farklılıklar olustugu gözelenmis, bunların
nedenleri tespit edilmeye çalısılmıstır.
Sonuç olarak sunları da ifade etmek istiyoruz: Toplum olarak yakın ya da uzak
tarihimizdeki olayların sanat ortamına yansımalarının bu sanatı üretenlerin özgür
iradelerince degerlendirebilmeleri, arastırmacıların da bunlar üzerinde çalısabilecek
kosullara sahip olması gerekmektedir. Lozan Mübadelesi’nin Türk Edebiyatı’na yansıması
hakkındaki degerlendirmelerimiz de bu düsünce dogrultusunda yapılmıstır.
10 7
KAYNAKÇA
Abakan, A., 2004, “İki Kere Yabancı”, Radyo Dizi Programı, BBC Türkçe Servisi, Londra:
http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/02/040219İikiİkereİyabanci.shtml
Adıyeke, A. N., 2000, Osmanlı İmparatorlugu ve Girit Bunalımı (1896 – 1908), Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Agaogulları, M. A., 2006, Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenligi, 1. bs., İmge Yayınları,
İstanbul.
“Ahmet Yorulmaz Kimdir?” adlı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.ayvalik.net/Ahmetyorulmaz/AhmetYorulmazkimdir.htm
Akbatur, A., 2003, Postmodernism, Postcolonialism and the Artifice of History, Master of
Arts, Yeditepe University Graduate Institute of Social Sciences, İstanbul.
Akdemir, G., “Saba Altınsay’dan Bir Agıt: ‘Kritimu’”, Cumhuriyet Kitap, 18 Kasım 2004,
s.770: 4-5.
Aksin, S., 1983, “Türk Ulusçulugu”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Yay.
haz. Seyfettin Gürsel, c. 7, İletisim Yayınları, İstanbul.
Aktar, A., 2005a, “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin İlk Yılı Eylül 1922 – Eylül 1923”,
Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide Pekin,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Aktar, A., 2005b, “Nüfusun Homojenlestirilmesi ve Ekonominin Türklestirilmesi
Sürecinde Bir Asama: Türk - Yunan Nüfus Mübadelesi, 1923-1924”, Ege’yi Geçerken
1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Altınsay, S., 2004, Kritimu: Girit’im Benim, 3. bs., Can Yayınları, İstanbul.
Altınsay, S., “Saba Altınsay – Kritimu’da Siyasi Tarihle Sosyal Tarihi Üst Üste Getirmeye
Çalıstım”, söylesi Feridun Andaç, Hürriyet Gösteri, Ocak 2005, s. 266: 18-22.
Altınsay, S., “Onun Girit’i” adlı söylesi su sitede mevcuttur:
http://www.kolej.org/dergi/sayi81/kultur2.shtml
Ana Britannica, 2004, “Göç”, c. 9, İstanbul, s. 577-578.
Andaç, F., “Dil Senliginde Bir Dünya”, Adam Sanat (Yasar Kemal özel sayısı), Haziran
2002, s. 197: 62-67.
Andaç, F., 2003, Yasar Kemal’in Sözlerinde Yasamak (Söylesimler 1), 1. bs., Dünya
Kitapları, İstanbul.
Anday, M. C., 2003, “Yolculuk”, Rahatı Kaçan Agaç (Toplu Siirler I), 6. bs., Adam
Yayınları, İstanbul, s. 26.
Anderson, M. S., 2001, Dogu Sorunu 1774 – 1923 Uluslararası İliskiler Üzerine Bir
İnceleme, Çev.: İdil Eser, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Arı, K., 2003, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), 3. bs., Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, İstanbul.
10 8
Aslankara, M. S., “Yazıyla Yazınca ‘Bir Ada Hikâyesi’ne Giris”, Adam Sanat, Aralık
2002, s. 203: 29-35.
Balcıoglu, İ., 2002, Medikal ve Psikososyal Açıdan Göç Olgusu, Alfabe Basım Yayın,
İstanbul.
Balibar, E. ve Wallerstein, I., 2000, Irk Ulus Sınıf, Çev. Nazlı Ökten, 3. bs., Metis
yayınları, İstanbul.
Balta, E., Millas, H., “1923 Mübadelesi’nin Tarihsel Sorunları Üzerine Düsünceler Bir
Destan ve Sözlü Tarih”, Tarih ve Toplum, Mayıs 1996, c. 25, s. 149: 5-18.
Baskett, B. Ö., “Yasar Kemal’in Romanlarının Degisen Cografyası”, Geçmisten Gelecege
Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal
Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz. Süha Oguzertem, 1. bs., Adam Yayınları,
İstanbul, ss. 211-219.
Belli, M., 2004, Türkiye - Yunanistan Nüfus Mübadelesi Ekonomik Açıdan Bir Bakıs, Çev.
Müfide Pekin, Belge Yayınları, İstanbul.
Benlisoy, F., “Patrikhanenin Faaliyetleri ve 1918-1920 Arasında Tehcir Edilmis Rum
Ahalinin İadesi”, Tarih ve Tolum, Haziran 2003, c. 39, s. 234: 21-31.
Berkes, N., 2002a, Türkiye’de Çagdaslasma, 3. bs., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
Berkes, N., 2002b, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, 2. bs., Kaynak Yayınları,
İstanbul.
Bilgin, N., 1998, “Cumhuriyet Fikri ve Yurttas Kimligi”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttas’a
Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.
Binyazar, A., 2003, “Kisisel Kinden Evrensel Barısa: Demirciler Çarsısı Cinayeti / Fırat
Suyu Kan Akıyor Baksana”, Geçmisten Gelecege Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk
Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz.
Süha Oguzertem, 1. bs., Adam Yayınları, İstanbul, ss. 249-271.
Blake, W., 1996, Hasta Gül, Çev. Dost Körpe, 1. bs., Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Braudel, F., Coarelli, F. ve Maurice, A.,1995, Akdeniz, Mekan ve Tarih, Çev. Necati
Erkurt, 2. bs., Metis Yayınları, İstanbul.
Cengizkan, A., 2005, “Türkiye’de Mübadele Konut ve Yerlesim Politikası”, Yeniden
Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, 1. bs., İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Chambers, I., 2005, Göç, Kültür, Kimlik, Çev.: İsmail Türkmen ve Mehmet Besikçi,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Çapan, C., 1998, Dogal Tarih, 2. bs., Adam Yayınları, İstanbul.
Danacıoglu, E., 2001, Geçmisin İzleri: Yanı Basımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
Demirözü, D., 2005, “Yunan Düzyazınında 1922 ve Zorunlu Göç”, Yeniden Kurulan
Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide Pekin, 1. bs., İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
10 9
Devellioglu, F., 1999, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, 16. bs., Aydın Kitabevi
Yayınları, Ankara.
Eagleton, T., 2004, Edebiyat Kuramı: Giris, Çev. Tuncay Birkan, 2. bs., Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Glenny, M., 2001, Balkanlar 1804 – 1999: Milliyetçilik, Savas ve Büyük Güçler, Çev.
Mehmet Harmancı, Sabah Kitapları, İstanbul.
Gökaçtı, M. A., 2004, Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kusagın Hikayesi, 3. bs., İletisim
Yayınları, İstanbul.
Gökaçtı, M. A., Eylül 1998, “Medeniyetlerin Kesistigi Bir Ada Girit”, Tarih ve Toplum, s.
177, c. 30, ss. 33-47.
Gökaçtı, M. A., Aralık 1999, “Fotografların Öyküsünde Bir Zamanlar Girit”, Tarih ve
Toplum, s. 192, c. 32, ss. 17-23.
Gökalp, A. vd., Yasar Kemal’i Okumak, Çevirenler Nedret Tanyolaç Öztokat ve Erdim
Öztokat, 1. bs., Adam Yayınları, İstanbul.
Gün, Z., 2002, Ergen Ruh Saglıgı ve Göç, Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Psikoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Güvenç, B., 1998, “Cumhuriyet ve Kimlik: Konu, Sorun, Kapsam ve Baglam”, 75 Yılda
Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.
Hersant, J., “Batı Trakya Türkleri’nin Avrupa’da Göç ve Hareketlilikleri”, Toplumbilim
(Göç Sosyolojisi Özel Sayısı), Ekim 2003, s. 17: 85-94.
Hirschon, R, 2005a, “Lozan Sözlesmesi’nin Sonuçları: Genel Bir Bakıs”, Ege’yi Geçerken
1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Hirschon, R., 2005b, “Ege Bölgesi’ndeki ‘Ayrısan Halklar’”, Ege’yi Geçerken 1923 Türk –
Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul.
İnce, Ö., “Yasar Kemal’in Bir Sair Olarak Portresi”, Adam Sanat (Yasar Kemal özel
sayısı), Haziran 2002, s. 197: 44-52.
Kabacalı, A., A’dan Z’ye Yasar Kemal, Kitaplık, s. 68, Ocak 2004, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul.
Kazancakis, N., 2005, Zorba, Çev. Ahmet Angın, 6. bs., Can Yayınları, İstanbul, s. 30, 31.
Kemal, Y. “Demokrasi, Roman, Dil, Egitim, Sanat, Politika Üzerine”, söylesi Ahmet
Taner Kıslalı, Haftaya Bakıs, 22-28 Mart 1987 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.yasarkemal.net
Kemal, Y. “Edebiyat ve Politika”, söylesi Abdi İpekçi, Milliyet, Her Hafta Bir Sohbet
kösesi, 19.04.1974 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.yasarkemal.net
Kemal, Y., 2003, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana: Bir Ada Hikayesi 1, 22. bs., Adam
Yayınları, İstanbul.
11 0
Kemal, Y., “İnsanın Bitmez Tükenmez Öyküsünü Anlatan Bir Destancı”, söylesi Alpay
Kabacalı, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2002 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.adanasanat.com/yasarİkemal/soylesiİyasarİkemalİcumhuriyetİkitapİ30İmay
isİ2002İalpayİkabacali.htm
Kemal, Yahya, 2001, “Sessiz Gemi”, Kendi Gök Kubbemiz, 15. bs., İstanbul Fetih
Cemiyeti, İstanbul.
Kemal, Y., “Yasar Kemal’le Edebiyat ve Politika”, söylesi Fethi Naci, Aydınlık, 1-2 Mayıs
1993 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.yasarkemal.net
Kemal, Y., “Tekin Sönmez’in Yasar Kemal’le Uzun Bir Söylesisi”, söylesi Tekin Sönmez,
29 Mayıs 1978 kaynaklı yazı su sitede mevcuttur:
http://www.yasarkemal.net
Keyder, Ç., 1989, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Çev. Sabri Tekay, İletisim Yayınları,
İstanbul.
Keyder, Ç., 2005, “Nüfus Mübadelesi’nin Türkiye Açısından Sonuçları”, Ege’yi Geçerken
1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Kula, O. B., Sakallı, C., “Bir Felsafe Sorunsalı Olarak Biçem ve Yasar Kemal”, Geçmisten
Gelecege Yasar Kemal (Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar
Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), Yay. haz. Süha Oguzertem, 1. bs., Adam
Yayınları, İstanbul, ss. 220-236.
Kuran, N., 1996, “Alımlama Estetigi ve Hans Robert Jauss”, Elestiri ve Elestiri Kuramı
Üstüne Söylemler, Yay. Haz. Mehmet Rifat, Düzlem Yayınları, İstanbul, s. 29-43.
Kuran-Burçoglu, N., “Çeviri ve Yazın Kuramları Arasındaki Baglar”, YDBE II (İstanbul
Üniversitesi Yabancı Diller Egitim Bölümü Dergisi), 1998, ss. 137-148.
Kuran-Burçoglu, N., “Disiplinlerarası Bir Bilim Dalı Olarak İmgebilim”, Edebiyat ve
Elestiri 81, Mayıs-Haziran 2005, ss. 105-107.
Kuran-Burçoglu, N., “Karsılastırmalı Avrupa Çalısmaları Merkezi’nin Arastırması:
Avrupa’da Türk İmajı”, Bogaziçi’nden Haberler, Aralık 1998, s. 21: 2.
Kuran-Burçoglu, N., 1993, “Karsılastırmalı Yazınbilim’den İmgebilim’e”, Kuram, Kitap
Dizisi 1, Kur Yayıncılık, İstanbul.
Kuran-Burçoglu, N., “‘Öteki’ İmgesinin Olusmasında Çevirirnin Belirleyici Rolü”,
Çevirinin Ekinsel Yönleri (Hasan Âli Yücel’in Anısına), I. Uluslararası Çeviri Kolokyumu
Bildiri Kitabı, İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi Fransızca Mütercim-Tercümanlık
Anabilim Dalı, 23-25 Ekim 1997, ss. 164-170.
Küçük Asya Arastırmaları Merkezi, Göç: Rumlar’ın Anadolu’dan Mecburi Ayrılısı (1919-
1923), Türkçe basımı der. Herkül Millas, Çev. Damla Demirözü, İletisim Yayınları, 2. bs.,
İstanbul.
Livaneli, Z., “Yasar Kemal”, Adam Sanat, Aralık 2002, s. 203: 27, 28.
Lozan Mübadelesi’ne iliskin sözlesme ve protokol metni su sitede mevcuttur:
http://www.lozanmubadilleri.org/anlasma.htm
11 1
Mardin, S., “Batıcılık”, Türk Modernlesmesi: Makaleler 4, 16. bs., İletisim Yayınları,
İstanbul.
McCarthy, J., 1998a, Müslümanlar ve Azınlıklar: Osmanlı Anadolusu’nda Nüfus ve
İmparatorlugun Sonu, Çev. Bilge Umar, İnkılap Yayınları, İstanbul.
McCarthy, J., 1998b, Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karsı Yürütülen Ulus
Olarak Temizleme İslemi 1821-1922, Çev. Bilge Umar, İnkılap Yayınları, İstanbul.
Millas, H., “Bir Girit Göç Romanı”, Zaman Gazetesi, 27.07.2004 kaynaklı yazı su sitede
mevcuttur:
http://www.zaman.com.tr/?bl=yorumlar&trh=20060328&hn=74219
Millas, H., 2005a, Çagdas Yunan Edebiyatı: Ozanlar, Yazarlar, Söylesiler, Çeviriler, 1.
bs., Dünya Kitapları, İstanbul.
Millas, H., 2005b, “Türk Edebiyatı’nda Nüfus Mübadelesi: Metinlerin Arkasındaki Fısıltı”,
Ege’yi Geçerken 1923 Türk – Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, 1.
bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Millas, H., 2000, Türk Romanı ve Öteki: Ulusal Kimlikte Yunan İmajı, 1. bs., Sabancı
Üniversitesi, İstanbul.
Millas, H., 2005c, “Türk ve Yunan Edebiyatı’nda Mübadele: Benzerlikler ve Farklar”,
Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Müfide
Pekin, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Moran, B., 1999, Edebiyat Kuramları ve Elestiri, 1. bs., İletisim Yayınları, İstanbul.
Mungan, M., “Göç Yolları” adlı siir su sitede mevcuttur:
http://www.siirperisi.net/siir.asp?siir=1550
Oguzertem, S., Yay. haz., 2003, Geçmisten Gelecege Yasar Kemal, (Bilkent Üniversitesi
Türk Edebiyatı Merkezi Uluslararası Yasar Kemal Sempozyumu Bildiri Metinleri 1), 1.
bs., Adam Yayınları, İstanbul.
Oran, B., 2005, “Kalanların Öyküsü 1923 Mübadele Sözlesmesi’nin Birinci ve Özellikle
de İkinci Maddelerinin Uygulanmasında Alınacak Dersler”, Ege’yi Geçerken 1923 Türk –
Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Der. Renée Hirschon, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, İstanbul.
Pallis, A. A., 1997, Yunanlılar’ın Anadolu Macerası, Çev. Orhan Azizoglu, 2. bs., Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul.
Pavlidis, A., 1997, Yunan Kaynaklarına Göre Mübadele Meselesi (1918-1930), Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçag Tarihi Bilimdalı,
İstanbul.
Pekin, M., Der., 2005, Yeniden Kurulan Yasamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus
Mübadelesi, 1. bs., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Pekin, M. ve Turan, Ç., 2002, Mübadele Bibliyografyası - Lozan Mübadelesi İle İlgili
Yayınlar ve Yayımlanmamıs Çalısmalar, Lozan Mübadilleri Vakfı, İstanbul.
Pentagram, “Anatolia” adlı sarkının sözleri su sitede mevcuttur:
http://www.garaj.org/parca/4fq/anatolia-turkce-pentagram.htm
Püsküllüoglu, A., 2002, Türkçe Sözlük, 4. bs., Dogan Kitap, İstanbul.
11 2
Sayad, A., “Çifte Yokluk: Göç Ederken Kurulan Hayallerden Göçmen Olmanın Acılarına”,
Toplumbilim (Göç Sosyolojisi Özel Sayısı), Ekim 2003, s. 17: 25-29.
Sılay, K., “Esiktekilik, Ayin ve Toplumsal Edim: Yasar Kemal’in Karaçullu Yörükleri
Üzerine Söylencesi ve Anadolu’da Göçebe Varlıgının ‘Sorunları’”, Çev. Yurdanur Salman,
Adam Sanat, Kasım 2001, s. 190: 26-42.
Smith, A. D., 2004, Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Sener, 3. bs., İletisim Yayınları,
İstanbul.
Smith, Z. R., 2003, The Critique of Imperialism and Textual Counter-Violence In J. M.
Coetzee’s Dusklands, Master of Arts, Yeditepe University Graduate Institute of Social
Sciences, İstanbul.
Sotiriyu, D., 2004, Benden Selam Söyle Anadolu’ya, Çev. Atilla Tokatlı, 3. bs., Can
Yayınları, İstanbul.
“Su Fırat’ın Suyu Akar Serindir”, kaynagı ve mahlası İzzet Altınmese, Elazıg kaynaklı
türkünün sözleri su sitede mevcuttur:
http://www.turkudostlari.net/soz.asp?turku=930
Tanilli, S., “Yasar Kemal: ‘Daha İnsanca Bir Dünya’nın Romancısı”, Adam Sanat (Yasar
Kemal özel sayısı), Haziran 2002, s. 197: 24-27.
Tanilli, S., 2005, Uygarlık Tarihi, 11. bs., Adam Yayınları, İstanbul.
Tanpınar, A. H., 1997, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çaglayan Kitapevi, İstanbul.
“Tarih ve Roman İliskisi Üzerine…” (dosya konusu), Tarih ve Toplum, Haziran 2000, c.
33, s. 198: 4-16.
The Beatles, “Imagine”, Çev. Sibel Ercan, sarkının orijinal sözleri su sitede mevcuttur:
http://www.lyricsdownload.com/beatles-imagine-lyrics.html
The Doors, “Strange Days”, Çev. Sibel Ercan, sarkının orijinal sözleri su sitede mevcuttur:
http://www.oldielyrics.com/lyrics/theİdoors/strangeİdays.html
Timur, T., 1998, “Türkiye’de Kimlik, Politika ve Gerçekçilik - Tarihi Bir Panorama”, 75
Yılda Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.
Tukin, C., 1986, “Girit”, Türk Diyanet Vakfı Ansiklopedisi, c. 14, İstanbul.
Türker, O., “Türkiye ile Yunanistan Arasındaki Ahali Mübadelesi’nin 75. Yılı”, Tarih ve
Toplum, Nisan 1998, c. 29, s. 172: 34-44.
Ünsal, A., 1998, “Yurttaslık Zor Zanaat”, 75 Yılda Tebaa’dan Yurttas’a Dogru, Türkiye İs
Bankası Yayınları-Tarih Vakfı, İstanbul.
Venezis, İ., 2000, Ege Hikayeleri, Çev. Üner Eyüboglu, Belge Yayınları, İstanbul.
Yalçın, K., 1999, Emanet Çeyiz: Mübadele İnsanları, 4. bs., Belge yay., Dogan Kitap,
İstanbul.
Yazım Kılavuzu, 2005, 6. bs., Dil Dernegi Yayınları, Ankara.
Yazım Kılavuzu, 2005, 24. bs., Türk Dil Kurumu, Ankara.
Yorulmaz, A., 2004, Savasın Çocukları, 7. bs., Remzi Yayınları, İstanbul.
11 3
Zengin, C., 1998, Türkiye ve Yunanistan Devletleri Arasında Mübadele Meselesi ve
Kamuoyu (1918-1930) (Doktora tezi), İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap
Tarihi Enstitüsü Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı, İstanbul.
11 4
ÖZGEÇMİS
Sibel Ercan
Kisisel Bilgiler:
Dogum Tarihi 15.11.1981
Dogum Yeri Kırıkkale
Medeni Durumu Bekâr
Egitim:
Lise 1995-1999 İzmir Salih Dede Süper Lisesi
Lisans 1999-2003 Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü
Yüksek Lisans 2004-2006 Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Karsılastırmalı Edebiyat Programı
Çalıstıgı Kurumlar:
2006- Zeynep Mutlu Egitim Vakfı Kemer Koleji Türkçe Ögretmeni
2006 Yeditepe Üniversitesi Arastırma Yöntemleri Dersi Ögretim Görevlisi
2005- Yeditepe Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Dersi Ögretim Görevlisi
2004-2006 Yeditepe Üniversitesi Türk Dili Dersi Ögretim Görevlisi
KAYNAK: http://www.samsunmubadele.org.tr/haberdetay.asp?id=2240
http://www.samsunmubadele.org.tr/haberdetay.asp?id=2243