Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar


http://www.herkulmillas.com/index.php?option=com_content&view=article&id=186%3Atuerk-ve-yunan-edebiyatnda-muebadele-benzerlikler-ve-farklar-&catid=63%3Akitaplardaki-

Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar

CUMA, 23 ARALIK 2005 20:30   

Dr. Herkül. Millas’ın ‘Yeniden Kurulan Yaşamlar’ Sempozyumundaki konuşmanın metnidir (7-8 Kasım 2003, İstanbul)

Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele -

Benzerlikler ve Farklar

1998 yılında Oxford’ta gerçekleşen ve Nüfus Mübadelesi’ni işleyen bir sempozyumda ‘Türk edebiyatı ve mübadele’ konulu bir bildiri sunmuştum. Bu sempozyumun tutanakları 2003 yılında yayınlandı (Hirschon).[1] Arada geçen beş yılda bu ‘edebiyat’ alanında epey yol alındı, yeni gelişmeler yaşandı ve bazı sorulara yanıtlar bulundu.  Bu yazı bir yerde o eski bildirinin bir özeti olacak, ama ayrıca a) hem oldukça genel bir biçimde Yunan edebiyatına hem de b) Türk edebiyatında son yıllarda görülen bazı eğilimlere değineceğim.

Edebiyat ve mübadele konusuna ilk göze çarpan Türk ve Yunan edebiyatının ve özellikle romanlarının birkaç açıdan farklar sergilediğidir. Bu farklara değinmeden önce yanlış bir anlamaya yer vermemek için konunun edebiyat olduğu, doğrudan insan duyarlılıklarının olmadığıdır. Konumuz mübadeleye tabi tutulan insanların duyguları ve duyarlılıkları değildir. Evlerinden ve yurtlarından olan insanlar her halde aynı yada benzer duyguları yaşamışlardı. Mübadele denen olayın farklı biçimleri de oldu: kimileri daha düzenli değiş tokuşa tabi tutuldular, kimileri apar topar ve öldürülme tehdidi altında yurtlarını bırakmak durumunda kaldılar. Konumuz bu farklı deneyimler de değildir; yazımda görünen farklardır; bu değiş tokuşun, bu ‘trampanın’, bu takasın edebiyata yansıma biçimindeki farklardır. İki ülkenin edebiyatında   görülen ‘benzerlikler’ ise bu mübadele dramını yaşayanların insan olarak ortak yanlarının doğal ve beklenen bir belirtisi olarak algılanmalıdır.

Yunan Romanı ve Mübadele

Mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da olayla ilgili bir sıra roman ve kısa öykü yayımlandı. Akla hemen İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis, daha sonra F. Kontoglou, D. Sotiriou, L. Nakou, P. Prevelakis, Y. Theotokas, N. Kazantzakis, M. Loudemis ve nihayet yetmişli ve seksenli yıllardan sonra Ch. Samouilidis, T. Athanasyadis, A. Nenedakis, Anzel Kurtyan, Y. Andreadis, ve son yıllarda M. Veinoglou, Katerina Zarokosta  gibi yazarlar anımsatılabilir.[2] Bu yazarların bir kısmı mübadeleyi yaşamış kimselerdi. Romanları anı yada bir sözlü tarih anlamı da taşımaktadır. Anlatıları mübadillerin Anadolu’daki yaşamları ve, daha sınırlı olarak, yerleştikleri Yunanistan’daki yaşamla ilgilidir.

Yunanistan’da bu alandaki ilgi yalnız edebiyatla sınırlı kalmamıştır. Onlarca romanın yanı sıra, araştırmalar ve anı kitapları da yayınlanmıştır. Yunan toplumu içinde konuya ilgi duyulmuş, mübadiller geride bıraktıkları memleketleri ve kültürlerini anımsatan pek çok dernek kurmuştur. Canlı tarih araştırmaları yürütmüş ve mübadillerin anılarını, ama kültürlerini yaşatmaya yönelik bir çaba göstermiş olan Küçük Asya Araştırmalar Merkezi de bu çerçevede görülebilir.

Genel olarak baktığımızda, mübadele olayının hemen edebiyata yansımış ve uzun süre edebi yazımın gündeminde kalmış olduğunu ve son yıllara kadar da, aralıklı ve azalmakta olan bir sıklıkla da olsa, bu konunun yazarların ilgisini çekmiş olduğunu görüyoruz. Konuya en başta el atan yazarlar (örneğin İ. Venezis, S. Doukas, S. Mirivilis gibi yazarlar) gerçekçi diyebileceğimiz anlatımla ‘yaşadıkları’ mübadeleyi anlattılar. Yani ‘görgü şahidi’ gibi yazdılar. Sonraki yazarlar, olayla doğrudan ilişkileri sınırlandığı oranda daha soyut, dolaylı, zaman zaman sembolik, hatta masalımsı ve nostaljik bir anlatıma yönelmişlerdir. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak yazarlarda bu özellikler daha belirgindir.

Bu romanlarda genellikle mübadele öncesi yaşam anlatılmaktadır. Olayların geçtiği yerler daha çok Anadolu ve İstanbul’dur; daha az oranda da mübadele sonrası Yunanistan’dır. Bu çok geniş çerçeve, romanlarda Doğu/Batı yada Orası/Burası yada Bırakılan/Gelinen yöre olarak anlatılsa da, yine de her iki yan bir arada ele alınmakta, her iki taraf iç içedir ve her taraf ötekine dayanarak anlam kazanmaktadır.

Bütün düz yazı örneklerinde ‘geride bırakılanın’ ne olduğuna baktığımızda egemen öğe ‘ülke’ ve ‘topraklar’ değildir, gerçek yada hayali bir dar çevre ve ‘ev’dir, bir mahalledir. Yunan edebiyatında ‘ev’ kavramının özel bir yeri olduğunu sanıyorum. Kendi devleti ve özerkliği olmadan yüzyıllarca yaşamış bir cemaat olan Ortodoksların/Grekofon, örneğin Müslüman/Türkofon cemaatlere göre, devletle ve devlet sınırlarıyla ilişkili bir memleket/yurt/vatan kavramı geliştirmediklerini görüyoruz. Bundan dolayı söz konusu Yunan romanlarında - olayın seyrine, anlatılan öyküye  baktığımızda - mübadele de ulusal bir dramdan çok kişisel ve aile dramı olarak ele alınır.[3] Bu romanlarda ‘ulusal çerçeve’ göze batmaz: orduların başarı ve başarısızlıkları, yurdun durumu, siyasi gelişmeler anlatının eksenini oluşturmaz, gündeme pek gelmez; kişilerin dramları temel konudur.[4]

Türk edebiyatıyla kıyaslandığında mübadeleyle ilgili Yunan romanlarında olaylara bakma biçimi Ömer Seyfettin, Halide Edip, Yakup Kadri, ve daha sonraları, Kemal Tahir, Halikarnas Balıkçısı ve Atilla İlhan gibi yazarların yapıtlarındaki ‘ulus’ ve ‘vatan’ problematiğini bulamayız. Türk romanlarında olaylar genel bir ulusal çerçeve içinde yer alır. Kahramanlar bu çerçevenin içinde yerlerini alırlar ve anlam kazanırlar. Yunan romanlarında öyküler kişilerin öyküleridir; özellikle ‘görgü şahidi’ yazarların yapıtlarında. Genel bir ulusal çerçeve varsa, bu dolaylı olarak görülür. Tipik örnekler Venezis, Doukas, Mirivilis, Sotiriou’dur.  Türk romanları daha çok Yunan edebiyatında mübadele konusunda tipik örnek oluşturmayan Kazantzakis’in yaklaşımına benzer: romanda temel öğe biz-onlar çatışmasıdır.

Yunan edebiyatında mübadele olayı bir ‘son’ olarak anlatılır. Türk edebiyatında - ve genel olarak Türk tarih yazıcılığında da - İstiklal Savaşının sonu ve dolaylı olarak  nüfus mübadelesi de  - bir ‘başlangıcın’ işaretidir; hatta sevindirici ve umutlu bir başlangıcın işareti. Bu başlangıç yeni bir siyasi rejimle ilgilidir. Bu siyasi değişiklik topluma yeni ve daha mutlu bir geleceği vaat ediyordu. Yunan tarafında aynı dönem kuşkusuz acılı, nostaljik ve bazen eleştirel bir biçimde ele alınan bir ‘son’dur. Romanlarda yapılanların yanlış olduğu gündeme gelir. 20inci yüzyılın yirmili yılları bir başlangıç değil, yeni bir geleceğin değil, olsa olsa yeni bir durumun işaretidir. Olay ‘Küçük Asya Felaketi’ adını alan bir yenilgiyle ilişkilidir.

Bu yenilgiyle ilgili acılı süreç, yoksulluk, evden sürgün edilmek, hastalıklarla ve ölümle iç içe olan dönem, genel olarak Ortodoksların hayat görüşüne pek yabancı değildi. Melankolik, hatta mazoşist mitoslar Rum cemaatinin bilinen motiflerindendir. Başka bir çalışmamda İsa’nın acılı ve trajik sonuyla paralel sunulan Ortodoks/Rum cemaatinin mitoslarını anlatmıştım. Küçük Asya felaketi bu bağlamda Yunan halkının kolaylıkla kavram olarak algılayabileceği bir olaydır: eskiden de tekrarlanmış olan bir trajedidir. Hıristiyanların ezilip acı çekmesi yada Bizans’ın  yok olmasıyla Ortodoks cemaatin koruyucu siyasi desteğini kaybedip ikinci sınıf cemaat olması gibi bir felaketti. Venezis açık bir biçimde Yunanlıların cemaat olarak kimliklerini bu acılara dayandırdıklarını anlatır.[5] Bu felaket konusunun bu denli sık ele alınması belki de bu ‘aşinalıkla’ da ilgilidir.

Bu bağlamda ‘Türk’ motifi de ulusal mitosa ters düşmemektedir. Çağdaş, Yunan söyleminde ve edebiyatında, yani ulusçu dönemde, ‘Türk’, esaretle ve dolayısıyla acıyla ilişkili algılanan bir motiftir. Genel olarak ‘felaketsiz’ dönemler Türk’ün egemen olmadığı dönemdir; felaket ise Öteki’nin varlığını duyurduğu dönemdir. ‘Birlikte mutlu yaşadık’ motifi ise ancak Türk egemenliğinin sarsıldığı ve kendini duyuramadığı dönemle yada Rumların en azından ekonomik olarak egemen oldukları dönem ve konjonktürle ilgilidir; örneğin 1919-1921 yıllarında İzmir’de.[6] ‘Öteki’ siyasal olarak üstün yada eşit durumda bulunduğu dönemler için - her iki yanda da - ‘birlikte iyi yaşadık’ denmemektedir.

İlk dönem mübadele romanlarının yazıldığı dönem, milliyetçi ideolojinden başka  Marksizm’den de etkilenmiştir. Bu bağlamda Yunan romanlarında mübadele dönemi sınıfsal bir çerçeve içinde de ele alınmıştır. Hemen hemen bütün Yunanlı yazarlar doğrudan yada dolaylı olarak sınıfsal ve ‘enternasyonal’ bir yaklaşım da dile getirmişlerdir. Bu iki yaklaşımın klasik örnekleri olarak  Mirivilis, Kazantzakis ve Dido Sotiriu anımsatılabilir. Bundan dolayı Yunan romanlarında ‘emperyalist’ güçler sık sık Öteki olarak resmedilir. Kimi zaman Batılı güçler ‘felaketin’ sorumlusu olarak sergilenirler. Ancak sınıfsal yaklaşımla ulusal yaklaşım iç içe bulunmakta, bazen aradaki ayırım çizgisini görmek kolay olmamaktadır.[7]

Türk Romanı ve Mübadele - Suskunluk dönemi

Türk romanına baktığımızda Yunan romanına göre en çarpıcı farkın mübadeleden hemen sonra bu olayın edebiyata yansımamış olmasıdır. Bu konuda hemen hemen tam bir sessizlik vardır. Özellikle 1923’ten 1960’lara kadar, yani yaklaşın kırk yıl, bir iki romanda bir iki cümleden fazla bir şey bulamıyoruz. İlginçtir, Faik Baysal’ın Sarduvan adlı romanı (1944) şu cümlelerle başlar:

‘Sarduvan eski bir Rum kasabası. Yaşlıların dediğine göre yakın zamana kadar da burada Rumlar otururmuş. Yıllar önce bu Rumların bazıları küp küp altınlarını toprağa gömerek yabancı ülkelere kaçmışlar, bazıları da yalancıktan da olsa Müslüman olup oldukları yerlerde kalmışlardır. Ama benim size anlatmak istediğim bunlar değil.’

Gerçekten de hem bu romanda hem de bu dönemin başka romanlarında konudan kaçınılmaktadır.

Örneğin Aka Gündüz’ün Dikmen Yıldızı (1928) romanında konuyla ilgili bir iki cümle buluyoruz: ‘Rumların İzmir’den gitmesi iyi oldu, izi kalmasın bunların!’ anlamında kısaca birkaç cümle yalnız.  Yakup Kadri’nin Panorama’sında (1953) giden Rumlardan söz edilmiyor ama Balkanlar’dan Türkiye’ye gelen ve yerleşen mübadilleri bulabiliyoruz. Ancak gelenler dalavereci ve antipatiktirler; Yanyanlı Fazlı Bey halkı sömüren, sevilmeyen, Rumca konuşan olumsuz bir tiptir. Reşat Nuri Güntekin insanlara çok farklı bakmakta. Ateş Gecesi’nde (1942) dolaylı olarak giden Rumlardan söz edilmekte. Yazar bu insanlardan sevgi ve özlemle söz eder. Nihayet Sabahattin Ali ‘Çirkince’ (1947) adlı kısa öyküsünde ‘devlete’ ve ‘düzene’ bir tür eleştiri yönelterek Türkiye’ye yerleşen mübadillere sağlıklı yaklaşılmadığını, bu insanların zor durumda kaldıklarını anlatmaktadır.

Mübadeleden sonraki yaklaşık kırk yıl içinde bu seyrek ve kısa göndermeler dışında Türk edebiyatında göç ve nüfus değişimi olayı pek ele alınmaz.[8] 1960’tan sonra kimi Marksist yazarlar konuya dolaylı da olsa değindiklerini görüyoruz. Ama mübadeleyi temel konu hatta ‘önemli bir olay’ olarak ele alan yapıt 1980lere kadar bile henüz yoktur.

Örneğin Zaven Biberyan’ın Yalnızlar adlı romanında (1965) azınlık üyelerini kastederek ‘bunlar hâlâ yurt dışına gönderilmedi mi?’ diye hayretini ve tedirginliğini dile getiren cahil bir ‘milliyetçiyi’ görüyoruz. Hasan İzzettin Dinamo’nun Ateş Yılları’nda (1968) ve Savaş ve Açlar’ında (1968) Anadolu’dan gidenlerin geride bıraktıkları toprakların nasıl ‘çıkarcılar’ tarafından yağmalandıklarını kısaca okuyoruz. Bu romanlarda mübadelenin yanlış bir uygulama olduğu da ima edilir. Kemal Tahir de Kurt Kanunu’nda (1969) haksız toprak dağıtımından söz eder. Yusuf Atılgan’nın Anayurt Oteli’nde (1973) dolaylı olarak öldürülen Rumlar kısaca gündeme gelir.

‘Suskunluğun’ yorumu

1980den ve hele 1990dan sonra ‘mübadele’ konusunda bir hareketlenme görülür. (Bu arada Yunanistan’da tersine bu konu artık eski önemini yitirmektedir) Tarih ve Toplum dergisi gibi yayın organlarında konu ele alınır. Tarih Vakfı bu konuda bir sergi düzenler (1997). Mübadillerin karşılıklı ziyaretleri gözlenir, Yunanca’dan bu konuda çeviriler yayınlanır, sözlü tarihçilik alanında, geç de kalınmış olsa eksikliklerin giderilmesi yönünde önemli adımlar atılır.  Nihayet 1999-2000 yıllarında Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kurulması ile ortaya konuya sahip çıkan bir kurum çıkacak ve bu alandaki çalışmalar daha sistemli ve eşgüdümlü olmaya başlayacak.

Edebiyat ve özellikle romanlar alanında büyük atılım 1990lardan sonra görülür. 1980lerde mübadele ve göç hâlâ yazarların temel konusu değildir. Fikret Otyam’ın Pavli Kardeş’inde (1985) giden Rumlardan söz edilir (gittikleri için ‘hain’ de ilan edilerek). Salim Şengil  Savrulup Güdenler’de (Öyküler, 1987) farklı bir yaklaşımla  aynı ayrılışı hüzünlü anar. Mario Levi En Güzel Aşk Hikayemiz (1992) ve Madam Floridis Dönmeyebilir (1990) İstanbul Rumlarının göçünü ve Mehmet Eroğlu Yürek Sürgünü’nünde (1994)  Sakız’a eski dostları görmeye giden Türklerden yine özlemli bir dille söz eder.

1990 ortalarından sonra gözlenen ‘mübadele romanları’ patlamasına geçmeden o ana kadar gözlenen ‘suskunluk’ dönemine bir açıklama getirmeye çalışmak sonraki romanları daha iyi anlamamıza yardımcı olacağından da yararlı olabilir. Bu alanda Yunan edebiyatıyla kıyaslamalar da yararlı olabilir.

‘Bırakılan topraklar’ konusu da, yukarıda gördüğümüz gibi Yunan edebiyatından farklı olarak, yaklaşık 1995 yılına kadar Türk edebiyatında pek işlenmedi. Bir iki istisna vardır: Necati Cumalı (örneğin Yağmurlar ve Topraklar, 1973; Makedonya, 1976) ve dolaylı olarak Reşat Nuri Güntekin gibi yazarlar geride kalan ‘ortak’ Türk-Rum yaşam konusunu işlemişlerdir (Akşam Güneşi, 1926; Ateş Gecesi, 1942). Yine Yunan örneğinden farklı olarak, geride bırakılan toprakların eski isimlerinin önüne ‘yeni’ sıfatını ekleyerek yeni köyler/mahalleler  kurmak uygulaması da pek görülmez. Yunan tarafı ‘kayıp vatanlar’ dedikleri kentleri, köyleri ve hele baba evleri konusunda daha fazla ‘kayıt düşmüşlerdir’.[9] Bu farkın ve Türk tarafında görülen suskunlukların  nedenleri farlı olabilir:

1- Yunan tarafı için mübadele ve göç bir yenilginin sonucuydu; Türk tarafı için bir zaferin sonucu. Belki bu yenilgi/zafer çağrışımları olayı Yunan tarafı için daha trajik ve önemli kılmıştır. Ayrıca Yunan romanında Yunanistan’ı terk eden Müslüman mübadillerden fazla söz edilmez. Bunu yapan romanlar sınırlıdır; Loudemis’in ve Nenedakis’in birer romanı ve Venezis’in bir iki öyküsü anımsatılabilir. Türk edebiyatında ülkeyi terk eden Rumlara daha çok rastlıyoruz. Bu farkın bir nedeni Osmanlı/Türk  toplumu içinde vatandaşlığa bağlı sivil (etnik olmayan) yurttaşlık anlayışının Yunanistan’a göre daha yaygın olmaması olabilir. Başka bir nedeni ‘kaybedilene’ kıyılan değerle ilişkili olabilir.

2- Yunanistan’a göç eden nüfusun sayısı fazlaydı. Yunanistan’a göç 1.2-1.5 milyon kadardır; Türkiye’ye gelenler 450 bin. Yunanistan’a yerleşenler mevcut nüfusun % 20’si iken Türkiye’de bu oran % 3.8. Ama her iki ülke için de ‘ayrılan’ nüfus %10 dur.

3- Türkiye’ye göç kontrollü bir uygulama sonucu olmuştur. Rum nüfus özellikle Batı Anadolu’dan mübadeleden önce zoraki ve büyük bir kargaşa içinde kaçmıştır ve kaçırtılmıştır. Bu nedenle de Yunan tarafında olay daha dramatik algılanmış olabilir.

4- Türk tarafı daha önce de Balkan Savaşı nedeniyle göç olayını yaşamış olduğundan belki söz konusu 1923 göçü en büyük dram sayılmamıştı. Türk tarafı bu konuda daha ‘deneyimliydi’ denebilir.

5- Türk mübadillerin çoğu köylüydü ve ortalama okuma yazma düzeyleri, oran olarak kentli nüfusu daha kabarık olan Rumlara kıyasla daha düşük olmuş olabilir. Aralarından yazarların çıkmamış olma olanağı da göz önüne alınmalıdır.

6- Mübadele yıllarının hemen sonrasında Türkiye’de Misaki Milli sınırları dışındaki Türklerle ilgilenmek hoş karşılanmıyordu; İttihatçı bir sapma sayılıyordu. ‘Dış Türkler’ konusu tabuydu ve bu tür konular desteklenmiyor, hatta bu tür yaklaşımlara kem gözle bakılırdı. Bu konular siyasal olarak sakıncalıydı. Bu yıllarda Anadoluluk temeli üzerinde bir ulusal kimlik oluşturulmaya girilmişti. ‘Çeşitlilik’, farklı kimlikler, çok seslilik devletçe hoş karşılanmıyordu. Zaten verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi mübadele konusuna değinen yazarların hemen hepsi devletle ‘kavgalı’ olan ‘solcu’ yazarlardı.

1995 yılına kadar mübadele konusunun Türk romanına içerik olarak nasıl yansıdığına baktığımızda ise üç temel yaklaşım görürüz:

1- Gidenler yabancıydı, gittikleri iyi oldu. Millet olarak daha homojen olduk, milli devlet güçlendi. Gelenler de pek bizden sayılmaz; aralarınca zaten Rumca konuşuyorlar. Bu grup yazar genelde mübadeleyi olumlu ve yararlı sayıyor.  Aka Gündüz’ün, Yakup Kadri’nin, Fikret Otyam’ın yukarıda verilen metinleri buna örnek sayılabilir. Bu yapıtlarda roman kahramanları etnik bir çerçeve içinde hareket etmekte ve stereotipler olarak biz/onlar biçiminde gösterilmektedirler.

2- Mübadele olayına karşı çıkmadan uygulanışını ve toplumsal sonuçlarını eleştiren yazarlar. (Örneğin, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Tahir). Bu yazarlar, olayı yermeseler de, kabul etmiş görünmekte ama devlet uygulanışını yermektedirler.

3- ‘Rumlar bizim yurttaşımızdı yada evlerinden ve topraklarından zorla kovulan masum insanlardı, mübadele kötü bir çözümdü ve mutsuzluk getiren bir olaydı’ diyenler. (Örneğin, Reşat Nuri Güntekin, Zaven Biberyan, Yusuf Atılgan, Salim Şengil, Mario Levi, Mehmet Eroğlu). Bu söylemin temel ekseni insancıl açıdır ve amaç bu drama katılanların insan yanını vurgulamaktır.

Mübadelenin Türk romanında işlenmesi ve ‘Ulusal’ Paradigma

1990larda ve hele 2000 yılından sonra birkaç roman ilk kez  nüfus mübadelesini ve halkların ulusal-sınırlar-arası göçünü ayrıntılı olarak ele alır. Burada kısaca ‘mübadele romanları’ diyeceğimiz bu romanların her birini ayrı ayrı ele almaya ve incelemeye değerdir. Her birinin özgün yanları var. Her biri yazarın kişisel dünyasını ve algılamalarını sergilemekte ve bir olayın nasıl farklı okunuşları olduğunu göstermektedir. Ancak burada olaya daha küresel yaklaşılacak, genel eğilimler gösterilecek ve romanlar ‘örnek’ olarak kullanılacaktır.

Mübadele ve göç olayı Türk edebiyatında, genel olarak Türk söyleminde (örneğin okul kitaplarında, tarih yazımında, sanatta vb. olduğu gibi) ‘Öteki’ konusunda görülen eğilimleri göstermiştir: farklı paradigmaların izlenmesi sonucunda oldukça farklı yorumlar ve değerlendirmeler sergilemiştir (Millas 1991, 1994, 1998, 2000, 2000b, s. 201-243, 2001, 2002). Yazarların bir bölümü Türk ve Yunanları ilgilendiren bu tarihi olaylara ‘ulusçu’ anlayışa uyum göstererek başka bir bölümü ise ulusçu anlayışı yadsıyarak bakmışlardır.[10]

Burada ‘uyum’ bir paradigmaya uyum anlamındadır; çağdaş ulus gerçeğini ulusçu anlayışa uygun bir biçimde kavramak ve bu anlayışı metin içinde yeniden üretme anlamındadır. Farklı yolu seçenler, değişik ‘oranlarda’ da olsa ulusçu görüş açısından ayrılanlardır. Farkın anlaşılır olması için dünyamızda ve hele Balkanlarda son bir iki yüzyılın bir ideolojisi olan ulusçuluğun tarihselliğinin ve konjonktürel yanının anlaşılması gerekmektedir. Bu anlaşılmadığı durumlarda – söz konusu romanlarda da görüldüğü gibi – ulusçu dünya görüşü yeniden üretilmektedir. Buna göre  romanlarda belli bir söylem ağırlık kazanmaktadır. Genelde ulusçu paradigmanın romanlarda da yansıyan yanları şunlar:

1- Olaylar insan yada cemaat dramından çok bir ‘uluslar’ kavgası olarak algılanmaktadır. Tasnif  ve sınıflamalar ‘ulus gerçeği’ temelinde yapılmaktadır. Başka türlü söylersek, olayların çerçevesini uluslar belirlenmektedir. Uluslar daha geniş bir ideolojik konjonktürün sonucu değildirler, hareket noktasıdırlar, olayların eksenidirler. Kahramanlar genellikle bir ulusun üyeleri olarak resmedilmekte, bu sınıflamaya girmeyen kimselere pek rastlanmamaktadır. Ulus kategorisine dahil edilmeyen kimseler ‘ne idiği belirsiz’ kimseler olarak resmedildi.

2- Uluslar (ve ulusçuluk) başlangıcı ve dolayısıyla sonu da olacak bir tarihsel fenomen olarak değil, ‘ebedi’ değerler olarak anlatılmaktadır. Bu anlayışın ilk sonucu olarak Türklerin ve Yunanlıların (ve öteki ‘ulusların’) tarihi çok eski sayılmaktadır. Türk-Yunan ilişkileri Bizans dönemine, Selçuklulara, Osmanlılara dek gerilere götürülmektedir. Binlerce yılla yada yüzyıllarla anlatılan ‘ulus’ gündeme gelmektedir.

3- Bunlarla ilişkili olarak ulusların bir ‘değişmezliği’ söz konusu olmaktadır. Ulusal ‘karakter’ gibi bir şey ulusların ‘eskiliği’ ile birlikte bulunmaktadır. Bugünü anlatmak için sürekli geçmişe gönderme yapılmakta, bugünü anlamak için ‘ecdada’, ‘tarihe’ - tam olarak söylemek gerekirse, ‘ecdadımıza’, ‘ecdatlarına’ ve ‘tarihimize’, ‘tarihlerine’ – bakma gereği görülmektedir. Kişiler kişiliklerini bu ulusçu kategoriler içinden sağlamaktadırlar. Giderek kişiler daha az saydam ve daha çok ‘öngörülebilir’ olmaktadırlar.  Öngörülebilirlikleri aslında roman kahramanlarının artık ulusal stereotiplere dönüşmüş olduklarının kanıtıdır.

4- Nihayet bu tür romanlarda, kaçınılmaz olarak, biz/onlar karşıtlığı ön plana geçmekte - ve kişiler değil – ve ulusların ‘temsilcileri’ bazı Türkler ve Yunanlılar karşımıza çıkmaktadırlar. Kimlik olarak ‘bize’, yani yazara daha yakın olanlar, genellikle daha olumlu kimselerdir, ‘Ötekiler’, şu yada bu biçimde, biraz yada çok kusurludurlar. Kusurlu olmayanlar Ötekiler ise genellikle ‘bizim’ ne denli olumlu olduğumuzu dile getirmek için kullanılırlar. Ayrıca mübadele romanlarında, karmaşık dil/din/köken konuları içerdiğinden ulusçu paradigmayı izleyen metinlerde kahramanların ‘ulusal kimliğini’ kanıtlama kaygısı da oldukça sık gündeme gelmektedir.

Her ‘ulusçu’ metinde bu öğelerin hepsi bir arada yer almazsa da genellikle çoğu doğrudan yada dolaylı olarak vardır. Dikkat edilmesi gereken, yukarıda özetlediğim ve temelde bir ulusal kimlik sorunu oluşturan çerçevenin, kulağa hoş gelen siyasal yada romantik söylemle karıştırılmamasıdır. Ulusçu paradigma, ‘barış’, ‘kardeşlik’ söylemini beri etmez. Her ikisi de aynı metinde yan yana ve çelişki oluşturmadan var olabilir. Ulusçu paradigma bir sınıflandırma ve değerlendirme açısı oluşturur; bu ideolojiye bağlı kimseler ille de saldırgan ve barışa ve dostluğa karşı kimseler olmaları şart değildir. Hatta Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmeye yüz tuttuğu, devlet ve hükümetler düzeyinde yumuşamanın görüldüğü 2000 yılından sonra ister ulusçu ister ulusçu olmasın hemen herkesin ‘aşırılıklardan’ kaçındığı gözlenmektedir. Artık saldırgan dilden ve sıfatlardan kaçınılmaktadır. Ancak bu ulusçu ideolojinin aşıldığı anlamına gelmemelidir.

Bu tür mübadele romanlarından bir iki örneğe bakalım.

Ahmet Yorulmaz’ın Savaşın Çocukları (1997) mübadeleyi anlatan bir üçlemenin ilk kitabı. Bu romanda ulusal egemenlik ve ulusal kimlik temel bir motiftir. Yazar bazı siyasi görüşleri vurgular. Örneğin a) Antik Yunanlılar ve bugünkü Yunanlılar Türkiye topraklarına karşı ‘yayılmacı’ emeller beslerler, b) Girit Türkler tarafından Venediklerden alındığından ve Yunanlılar sonra geldiğinden Yunanlıların Girit’te hakları yoktur (s.32), c) Giritli Müslümanlar dillerini unutmuş gerçek Türk’türler (s.12), d) Anadolu anayurttur ve Girit yalnız ‘yurt’tur, dolayısıyla Girit’i terk eden Türklerin özlem duyması gerekmez (s. 134) gibi tezler sürekli gündeme gelir,  gerekli gereksiz tekrarlanır. Bu romanı izleyen yazarın Kuşaklar (1999) ve Girit’ten Cunda’ya (2003) adlı romanlarda da aynı motifler işlenir.

Kuşaklar’da Yunanlılar Türklere ‘beş yüz yıldır’ kinleri olan bir ‘ulus’ olarak anlatılır (s. 206). Ama aynı zamanda ‘barış’ diler Hasan ve bağnaz Yunanlıya seslenir: ‘İstanbul’a Konstandinopolis demekte direniyorsunuz.... Bu böyle sürer giderse, savaşlar nasıl son bulur, barışı nasıl kurarız, nasıl kucaklaşırız? Hadi söyle bana...’ Ancak Hasan’a aşık olan Marigo stereotip bir Yunanlı gibi kesin konuşur: ‘Şu barış dediğin şeyle senin beynini yıkamışlar’ (s. 206). Mübadele konusu açıldığında ise ‘suç’ Yunan tarafına yüklenir: Rumlar Anadolu’da mutlu yaşardı, ama ihanet etmişler, yabancılara kucak açmışlar, dolayısıyla suç Türk devletinde olamaz, kovulmaları onların hain davranışlarından dolayı gerçekleşmiştir, der Hasan. Mübadele en sonunda ‘Rum hainlerin kovulması’ olarak sergilenir. Marigo’nun Yunan ulusunun ‘karakterini’ ele veren şu sözleri ilginç:

‘Biz Yunanlılar tarih tarih olalı hep yayılmacı olmuşuzdur... Yunan yayılmacılığının hem simgesi, hem öncüsü diyasporadır, yani buradan giden soydaşları - ki onlara kolan da denir- vaktinin geldiğini sanarak ayaklanmıştı... Biz ulus olarak yayılmacılıktan  asla vazgeçmeyeceğiz, böyle sürüp gidecek bu işler. Farkındasındır belki, kişisel olarak ben de aynı inançtayım! Biz ölürüz de yayılmacılıktan dönmeyiz!’ (s. 200).

Hasan Marigo’ya barışın ne denli iyi bir şey olduğunu anlatmaya çalışır ama okuyucu, bu tür konuşmaların tekrarı sonucunda Yunanlıların pek iflah olamayacak bir ulus olduklarını anlar.

Girit’ten Cunda’ya adlı romanda Giritli Türklerin ‘genetik olarak kesinlikle Türk’ oldukları anlatılır (s.91). Rumların Türkleri Girit’ten ‘sürmenin zevkini yaşadıklarını’ (s.105), Rumların ‘bağnazlığı’, ‘yayılmacılığı’, ‘haksızlığı’, ‘kinleri’ yeniden gündeme gelir (s.106). Türk tarafının eksiklikleri yoktur. Nihayet bu Türk-Yunan karşıtlığının çok, ama çok eski olduğu ilginç bir tarihi tezle anlatılmaktadır: Önce Yunanlılar Çin’e kadar dayandılar. Türkler onları ‘adalara dek püskürttü’. Sonra Yunanlılar Anadolu’nun ortasına kadar gitti. Ve Mustafa Kemal Yunanlıları ‘gerisin geriye gönderdi’. Yani 2300 yıllık Türk-Yunan ilişkileri tarihinden söz edilmektedir. Yunan politikacıları ise bu ‘gel git’ olayını istismar edip koltuklarını sağlıyorlar (s.87). İki ulusun ilişkileri ve mübadele – ve her yanın sorumluluk oranı - bu tür bir söylem içinde sunulur.

Ahmet Coral’ın İzmir, 13 Eylül 1922 adlı romanı da (2003) ‘iyi niyetle’ yazılmış ama ulusçu paradigma sınırlarının içinde kalmış bir yapıt. Arada ‘ulusların dost olmaları’, ‘güvensizliğin pompalanmamasının’ gereği yazılır (s.220) ama barışa  engel olanların ‘Ötekiler’ olduğu da roman boyunca ‘pompalanır’. Yunanlı roman kahramanı yüzyıllar içinde değişmeyen ve sürekli olarak Türk’e karşı saldırgan davranan, bağnaz ve ‘ulusçu’ kimse/kimseler olarak sergilenir. Bu insan, Roma ve Bizans dönemlerinden bugüne dek Megali İdea adına hep Türk’e saldırmaktadır, simgesel olarak bir süreklilik sergileyen, hep aynı kalan ve 500, 1821, 1912, 1921 yıllarında karşımıza sorun olarak çıkan Yunanlıdır. Türk tarafı ise olgunluk örneği ve mutluluk kaynağıdır. İzmir yangınını izleyen mübadele ve göç de bu çerçevede ve haklılık/haksızlık temelinde, ve hangi tarafın ‘haklı’ olduğu konusunda okuyucunun aklında pek kuşku kalmayacak biçimde yorumlanmaktadır. Bu yapıtta kişiler yok olmakta, ulusal stereotipler ve simgeler halinde ortaya çıkmaktadırlar.

Yunan Bağımsızlık Savaşının yorumu tipiktir (s.58). Rumlar ‘Türk egemenliğinde bolluk ve refah içinde mutlu yaşamaktadırlar’. Ama bazı ‘aklı başında olmayan’ Rumlar Sakız Adasında küçük Türk garnizonuna saldırır. ‘İçlerinde biriken ‘Osmanlıya baş kaldırılmaz, fare aslana kükreyemez!’ saplantısının yıkıldığını görmenin şehvetiyle ... ağız dolusu küfrediyor ve asırlar boyu biriktirdikleri tüm kini tüfeklerinin namlularından kusuyorlardı’. ‘Türk’ donanması yetişince ‘bizim sarhoş, bitirim, hırsız, korsan ve çapulculardan oluşan kahramanlar alayımız da daha ilk ‘Türkler geliyor!’ sözü edildiğinde, adanın içlerine doğru çil yavrusu gibi dağıldı’. Türk askerler çok farklıydı. Kızıl türbanlarıyla hareket halinde bir gelincik tarlası gibiydiler, ilerlediler, başlarında haşmetli bir süvari vardı. Yunanlıların teslim olmasını ister. Ama Rumlar ‘Türklerin tarihleri boyunca teslim olanları hep bağışladıklarını’ bilen bir ihtiyar Rum’u dinlemediler, ‘galiz küfürlerle’ kurşun sıktılar Türklere. Sonunca bir Rum’un anlattıklarına göre Rumlar yenildi. ‘Efendimiz İsa’nın inançlı fahişesinin adıyla vaftiz edilmiş yaşlı Bayan Madelene, köyün başında Golyat gibi palabıyıklı Türkleri görünce donuna doldurmuş ve köyün gizli girişini gösterivermiş!’

Romanın temel kahramanlarından stereotip Yunanlı bu olaylar yaşanırken küçük bir çocuktur. Milliyetçi bir Yunanlının ‘bakir umududur’. ‘Türkleri en nihayet dünya yüzünden silecek, o lanetli ırkı cehennemin en alt katmanlarına sürecek olan Grek idealinin simgesisin sen!’ der genç çocuğa. ‘Biraz sonra göreceklerinin içinde amansız bir kin birikimi sağlayacağına inanıyorum. Bu kin, Türkleri yok etmek ülküsü adına kat edeceğin yollarda rehberin olsun. Sen XII. Konstantinos olacaksın.’ vs. Sonunda genç çocuk Megali İdea idealine inanır ve – sembolik bir biçimde – romanın içinde, hiç değişmeden bugüne dek sürekli olarak karşımıza çıkar.

Bu Yunanlı İzmir yangınında da karşımıza çıkar. Olanları bu adam anlatır (s.191-204). Mübadelenin ilk perdesini oluşturan Rumların kaçışının anlatışı da romanda oldukça ilginç. Ermeniler İzmir’in yanmasında oldukça sorumludur; çünkü ‘pabucu Türklere pahalıya satmak isterler’. Türkler tellallarla Ermenilerin ‘mallarıyla kentten ayrılabileceklerini duyuruyorlar’ (nereye gidecekleri romanda açıklanmıyor) ama onlar her nedense direniyor; ve ‘felaketin davetçisi’ oluyorlar. Sonunda yangın çıkar. Rumlar denize doğru kaçar, ‘rıhtım boyunca istif’ olurlar, ateş ile deniz arasında sıkışırlar. Anlaşılan tepelere doğru kaçmak akıllarına gelmemiş. Ve bu ateş yüzünden denize düşerler ve çoğu ölür. Okuyucunun anladığı bu olayın bir panik olayı olduğu, Rumların birbirini ezdiği, hatta olayın İzmir’in alınışından dört gün sonra olduğudur. Bu arada, duyulduğuna göre, başka kentlerde ‘işgal sırasında iyice bilenmiş olan Türk halk, Rum evlerine saldırıyor, mallarını talan edilmesine direnenleri de dövüyormuş. Tabi bunlar arasında ölenler de varmış’.

Bu romanlarda, yukarıda sıraladığımız ulusçu paradigma söyleminin bütün özellilerini görebiliyoruz: olaylar iki karşıt ulusun kavgası biçiminde anlatılmakta, ulusal özellikler yüzyıllarca aynı kalmakta, yani ulusal süreklilik temel sayılmakta, kişiler ulusal stereotipler olarak davranmakta ve ‘bizim taraf’, eninde sonunda daha olumlu olandır. Sürekli olarak Ötekinin bize kin beslediği ve saldırgan olduğu tekrarlanmaktadır. Yazarların iki düzeyde hareket ettiğini varsayabiliriz. Bilinç düzeyinde ‘güvensizliğin pompalanmamasından’ yanadırlar; bilinç altı ise güvensizliği yeniden üretmektedir. 1915-1925 yıllarında yaşanan nüfus mübadelesi ve zorunlu göçler de bu bağlamda belli bir ‘anlam’, meşruiyet ve ‘haklılık’ kazanmaktadır: ‘ulusların ilişkileri böyle olduğuna göre çözüm de aynen bu olmalıydı’.

Yaşar Kemal’in Fırat Suyu Kan Ağlıyor Baksana ve onun davamı olan Karıncanın Su İçtiği ve Tanyeri Horozları şimdilik üçü yayınlanan dört romanlık bir sıradır  (Genel adı Bir Ada Hikayesi 1,2 ve 3 - 1998, 2002, 2003). Bu romanları hem birinci ciltteki görüşlerle öteki ciltler arasında farklı yaklaşımlar sergilediğinden hem de çizilen çerçeve öteki Türk romanlarından farklılık gösterdiğinden yorumlamak ve sınıflandırmak kolay değildir.[11]

Bu romanlar ‘mübadele’ olayını ele almaktadır. Birinci ciltte hayali bir adada yaşayan ve Türkçe konuşan Rumlardan söz edilmekte, sonraki romanlarda ada somut olmakta (Cunta) ve Rumlar Yunanca konuşurlar. Ayrıca ikinci ve üçüncü romanda Yunanistan’dan göçen Müslümanlar da görülmektedir. Mübadele hiç kimsenin istemediği olumsuz bir olaydır. Devletle ilişkili kurumlar ve kimseler ‘sorumlu’ gösterilir ve olumsuz davranışlar genellikle onlardan kaynaklanır. Bu açıdan bakıldığında mübadeleye eleştirel yaklaşıldığı söylenebilir.

Ancak ‘ulus’ kavramına verilen anlama baktığımızda ulusçu mitoslar öncelik kazanmaktadır. Rumlar, Çerkezler, Kürtler vb. ‘üç bin – beş bin  yıllık’ bir tarihsel süreklilik içinde anlatılırlar (örneğin s. 1/50, 267). Devlete bağlılık ve devlet ordusunda savaşmak erdenli bir davranıştır, ‘anlamsız’  Sarıkamış seferinde olsa bile  (s. 1/58). Özellikle ‘askere’ ve ‘üste’ saygı ve bağlılık ‘iyi yurttaş’ hatta ‘yurttaş’ sayılmanın şartı gibi sergilenir (s. 1/74). Simgesel olarak Rum/Kürt/Çerkez ilişkileri etnik bir boyut edinir. Kişiler bu grup kategorileri içine yerleştirilir ve ele alınır.

İkinci ciltte mübadelenin dramı sergilenir, acılar anlatılır, bu göçün neden uygulandığı sorulur; ama yanıt pek belli değildir (s. 2/479). Yine de ‘Ötekine’ karşı olanların paranoyası açıkça gösterilir; bir kaymakam şöyle bağırır bir ara:

‘Onlar çocuk değil, her biri bir canavardır. Şu koca memleketi onlar yaktılar, yıktılar, köyleri, kasabaları talan ettiler. İnsanları öldürüp küçük kızların ırzlarına geçtiler. Onlar Ermenidir, onlar Kürttür, onlar Yezidi, onlar Keldani, onlar Çingene, onlar yetmiş iki milletin veledi zinalarıdır. Dört kitapta onların katli vaciptir’ (s. 2/160).

Üçüncü romanda mübadelenin ‘ruhu’ da eleştirilir. İki devlet, Türkiye ile Yunanistan, göçü ve mübadeleyi zorla halka kabul ettirirler (s. 3/288).

Bu romanda kesin bir Rum ve Yunan ayırımı vardır. Rumlar ‘bizden’ sayılır çünkü ‘vatanı’ sevmekteler, askerlik yapmaktalar ve Yunana karşı savaşmaktadırlar. Yunanı da pek sevmemektedirler. Romantik ve duygusal yaklaşım kendini roman boyunca duyurur: roman kahramanı kaçıp Yunanistan’dan gerisin geriye gelir evine. Türkiye’de yaşar yeniden. Mübadele hoş olmayan bir olay olarak sergilenir: acılara neden olan bir olaydır.

Çağdaş ‘göç romanları’

1990lı yıllarda ama özellikle 2003 yılında, yani nüfus mübadelesinin 80inci yılında yayınlanan birkaç romanda göçün anlatımında ‘çağdaş’ bir yaklaşım görülmektedir. Yunan romanlarıyla kıyaslandıklarında bu yapıtlarda bir eksiklik görülür: Türk yazarlar 1930 kuşağından farklı olarak bu olayların görgü şahitleri değildir, bundan dolayı da anlatım daha soyut, genellemelere daha fazla dayalı ve daha duygusaldır. Belki daha az ‘gerçekçidir’ bile denebilir. Ama buna karşılık, göç olayını yaşayanların yazdığı romanlara kıyasla son 5-10 yılda roman yazanların önemli bir ‘avantajı’ var: ulusçu ideolojiye ve yaşanan olaylara zamanın sağladığı bir mesafeden bakabilmişlerdir. Yaklaşımları hem daha soğukkanlı hem daha tarafsızdır. En önemlisi de, artık son on yıllarda ulusçuluğun ne olduğunu anlatan önemli araştırmalar yayınlanmış olduğundan ve tarihçilik ve siyaset bilimi alanında atılan büyük adımların sonucu olarak, yalnız olayların anlatılmasıyla yetinilmemekte ‘çağdaş’ yorumlar da edebi metnin içinde sezilir olmaktadır.

1930larda yazılan romanların perde arkasında bulunan ahlaki/kuramsal temel Marksizm yada insancıl anlayıştı. Örneğin Dido Sotiriu’nun yorumunda ‘suçlu’, halkları birbirine düşüren Büyük Güçlerdir, yani Kapitalizmdir. Venezis’te olayların acıklı yanını görüyoruz, üzüntüyü ve pişmanlığın duygusunu yaşıyoruz; ama romanlarda ‘yorum’ kıtlığı, hatta yer yer ulusçuluğun kendisi bile seziliyor.[12]

Kimi yazar kötü insanları yada ‘fanatikleri’ gündeme getirdiler. Türk tarafında ‘kötü yöneticiler’ mübadillerin çektiklerinin baş nedenidir. Kimi zaman sorun, soyut bir biçimde ‘düzendir’. Ulusçuluğun ne olduğu yazarlar tarafından anlaşılmadığını seziyor okuyucu. Aslında bu romanlar yazıldığında böyle bir ‘eksiklikleri’ yoktu, çünkü o yıllarda ‘ulusçuluğun’ eleştirisi de henüz olgunlaşmamıştı.[13] Bugün, çağdaş gelişmeleri izleyen bir okuyucu 1930ların açıklamalarıyla yetinememekte, o yılların ilerici açıklamaları sayılan ‘sınıfsal’ açıklamalarında artık bir ‘eksiklik’ hissetmektedir; ulusçuluğun eleştirisini aramaktadır.

Bu yazının elverdiği sınırlar içinde, bu ‘çağdaş’ anlatımdan birkaç örnekle yetinelim. Feride Çiçekoğlu’nun Suyun Öte Yanı (1992) göç olayını anlatan ilk romanlardan sayılabilir. Rum ve Türklerin göçü romanda önemli bir konudur. Cunda da Giritli Türkler görülür, daha geç dönemlerde ayrılan İstanbul Rumları ve Yunanistan’a kaçmayı düşünen siyasi Türk göçmen adayları... Hepsi aynı sert, kaba, hoşgörüsüz anlayışın kurbanlarıdır. Devlet politikaları eleştirilir. Örneğin Rumca konuşmak yasaktır Giritlilere Cunda’da: onlardan zorla sanki bir kimlik ‘alınmak’ istenmektedir. Rum evlerinde ise eskiden kalan kan izleri vardır. Vahşeti suskunlukla geçiştirmez yazar; belli ki geçmişle ve kimliğiyle hesaplaşabilmiştir, çağdaş yorumunu yapmıştır. Bu romanla yeni bir yol açılır gibidir. Mübadele başka bir boyutuyla artık gündemdedir.

Son yıllarda, her zaman temel konu bu olmasa da, Türkiye’yi terk eden İstanbul Rumlarından söz eden birçok roman yayınlandı. Barış Balcıoğlu’nun Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (1996), Oya Baydar’ın Hiçbiryer’e Dönüş (1998), Yiğit Okur’un  Hulki Bey ve Arkadaşları(1999),  Sergun Ağar’ın Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı (2001), Rıdvan Akar’ın Bir Irkçının İhaneti (2002) – ve okuyamadığım için anmadığım ve bu yüzden yazarlarından burada özür dilediğim daha nice roman – bu tür romanlardan sayılır. Bu yapıtlarda ‘empathy’yi, yani olayları Ötekinin gözünden görebilme ve duyarlılıklarını paylaşabilme yeteneğini derinden duyuyoruz. Balcıoğlu’nun romanında ‘bizim’ ön yargılarımız ve tabularımızla sağlıklı bir biçimde  gülünebiliyor. Y. Okur’un romanında Türk milliyetçiliği en sert biçimde eleştiriliyor. Ağar ve Akar farklı ulusların yakınlığını vurguluyorlar. Baydar yaşadığı kişisel ‘göç’ ile Ötekine daha yakın oluyor. Bu tür romanlar başka türlü bir ‘göçten’ söz ettiklerinden ve mübadele ile doğrudan ilişkili olmadıklarından burada ele alınmayacaktır; ancak ulusçuğa artık edebiyatta nasıl farklı yaklaşıldığını göstermek açısından hatırlatılmalarını yararlı saydım.[14]

Son yıllarda, hepsi mübadeleyi doğrudan anlatmasalar da bu olayla ilişkili olan ve yeni bir ‘tür’ sayılabilecek romanlar yayınlanmaktadır. Balkanlardan Türkiye’ye gerçekleşen göçlerden önceki – ve ‘oradaki’ - yaşamı (da) anlatan ve hepsi 2003 yılında yayınlanmış olan beş romana herhalde ‘muhacirler romanı’ diyebiliriz. Bu romanlar Türkiye’de gerçekleşen kültürel bir devrimin kanıtı sayılabilir. Okunduklarında neden bu güne dek ‘geride bırakılan vatanlar’ konusunun işlenmemiş olduğu konusunda ip uçları vermektedirler. ‘Terk edilen vatanlar’ konusu Türk edebiyatında çok az işlenmiştir. Yukarıda da andığım gibi, Reşat Nuri Güntekin’in 1926’da yazdığı ve Rodos’u anlatan Akşam Güneşi ile Necati Cumalı’nın 1976 ve 1995 yıllarında yayınladığı  Makedonya 1900 ve Viran Dağlar bu tür kitapların çok az örneklerinde üçü sayılabilir.

Ama  bu 2003 tarihli romanlar eskiyi anlatmaktan da başka (hepsi aynı biçimde ve oranda olmasa da) üç özellik daha taşırlar: A) Bir kimlik beyanı gibidirler. Bugüne dek açığa çıkmamış yada pek duyurulmak istenmemiş bir kimlik romanlarda belli oluyor. Bu kimlik ‘muhacir’, ‘oralı’ yada bir dil, yöre, sınıf, din/mezhep kimliği olabiliyor. B) Zaman zaman bir şikayet, sitem hatta protesto havası taşıyorlar. ‘Devletin’, ‘toplumun’ hoşgörüsüzlüğü ve haksız davranışları yer yer çarpıcı bir dille anlatılıyor. C) Kimi romanlarda ulusçu yaklaşımlar eleştiriliyor, kimi zaman da açıkca ulusçuluk suçlanıyor.

Selçuk Erez’in Makriköy’e Dönüş romanı bir ailenin hayatını anlatır. ‘Balkanlılık’ metinde her sayfada kendini duyuruyor. İnsanların serüveni, etnik farklar abartılmadan öne çıkıyor. Her ne kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin resmi kimlik söylemi en fazla bu romanda duyuruluyorsa da, somut olayların akışı anlatıya farklı bir hava veriyor. Somut insanların öyküleri soyut ve hayali ulus ideolojisini yeniden üretmekte yetersiz kalıyor. Sonunda ‘insan’ öyküleri okuyoruz; kaynaşmış Türkler, Rumların ve başkalarının öykülerini (s. 93, 131, 144-147 vb).

Ayten Aygen’in Rumeli Benimdi romanı farklı okuyuşlara açık. Rumeli ayanlarının öyküsüdür; yazarın aile yaşamıdır. Kimlik beyanı yalnız kitabın başlığından belli olmuyor, günlük yaşamın ayrıntılarında sürekli gündemde. Kimliğin bir yanı da ‘Osmanlılık’ ve Bektaşi ve Melami geleneğidir. Kıvanç duyulan bir geçmiştir bu. Roman bir protesto romanı olarak da okunabilir. Hemen hemen bütün aile erkekleri ‘devlet’ tarafında, ‘Osmanlı’ tarafından katledilir. Bu ayanlar devlete sadık kalmakla, hayatlarını ve servetlerini seve seve Osmanlıya bağışlamakla birlikte kimileri zehirlenir, kimileri ipe çekilir, linç edilir, Bektaşiler kıyıma tabi tutulur:

‘Arkasından, dergâhı ateşe verdiler. Yanan binadan can havliyle dışarı fırlayan Bektaşileri bir bir bıçaklayıp katlediyorlardı... Rumeli’de on üç beyi asmışlar, halk kedere boğulmuş... Beyler, gerçekten de kendi ayanlıklarında sorgusuz sualsiz katledilmişlerdi’ (s. 153-154).

Travma romanıdır bu yapı. Trajik bir aile öyküsünün mezar taşı...

Yunanistan’dan mübadele sonucunda Türkiye’ye gelen ve yerleşen Bektaşilerin şikayetleri Ali Ezger Özyürek’in Muhacirler romanında Cumhuriyet dönemine yönelir; kimlikleri kıvançla açıklanır:

‘Muhacirlerin bir avantajı da Avrupa topraklarından gelmiş olmaktı. Kendilerini Avrupalı olarak tanımlamak onlar için daha ileri bir uygarlık ve görgü düzeyinde bulunmak anlamına geliyordu... geri üretim koşullarında yaşayan yerli nüfusa göre oldukça ileri bir aşamadaydılar’ (s. 174).

Ama devlet ve toplum Bektaşilerin haklarını tanımaz:

‘Memlekette görece daha özgür iken, buraya geldikleri ilk yıllarda muhacirler yoksulluğun yanı sıra korkudan uzun süre yol toplantılarını yapamadılar. Yaptıklarında da çok gizli koşullarda, köyün girişlerine nöbetçi koyarak yapabildiler... Cumhuriyet laikliği yerleştirmek için her türlü tarikat faaliyetine karşı hoşgörüsüzdü’ (s.173).

‘(Anadolu’daki) insanların dışarıdan gelenleri, yabancıları sevdiği söylenemez. Daha önce Ermenilere ve Rumlara karşı var olan önyargılar, olumsuz düşünceler şimdi muhacirlere karşı da alttan altta getiriliyor... Tedirgin, huzursuz ve çatışmalı geçiyor yaşamları’ (s. 153, 154).

Muhacirlerin kıyaslamalar yeni vatanlarının aleyhinedir:

‘Farklı coğrafyalardan gelmişlerdi. Gelenekleri, inançları, dilleri hatta fiziksel görünüşleri farklıydı... Ne kadar isteseler de bu toprakların geleneklerine uyamazlardı... Onlar daha önce yaşadıkları yerde de kimseyle didişmemişlerdi’ (s.177).

Anadolu’ya uyum sağlamaya çalışan ama bu arada çok acı çeken muhacirlerin serüvenini anlatan romanda ulusçuluğa karşı da bir söylem geliştirilir. Bu ideoloji Balkanlarda yeşermeye başlamadan önce barış içinde yaşayanlar zamanla birbirine saldırmaya başlar.

‘Köyler yakılıyor, yağmalanıyor, çoluk çocuk kadın demeden insanlar öldürülüyordu. Sonra bu kötülükleri yapanlar, vatan, millet, yüce idealler uğruna cinayet işleyip, kan dökenler bir anda çaresiz, can korkusuna düşmüş zavallı insanlar haline geliyorlardı’ (s.66).

Yalnız ‘Öteki’ değil, ulusçuluğa inanmış herkes suçludur:

‘Estirilen milliyetçi rüzgarlar, önyargılar, yaşananların acımasızlığı insanları akıldışı eylemlere yöneltebiliyordu’ (s.89).

Ulusçu ideolojiye daha da sert eleştiriler Zeliha Midilli’nin Bir Balkan Şarkısı -  Saranda adlı ve mübadele öncesinde Arnavutlukta yaşayan Bektaşilerin öyküsünü anlatan romanda görülür. ‘Milliyet esası üzerinde’ kurulacak devletlerin kaçınılmaz olarak bir göç dalgası yaratacağı anlatılır romanda, ‘en çok kafamı bozan da, yaptıkları kepazeliğe ulvi kılıflar bulmalarıdır’ der roman kahramanı. Ve tabu bir konuya geçilir:

‘Ezelden beri sevemedim şu vatan tabirini. Memleket sözünü şahsen daha sempatik  bulurum. Vatan bana zahiri memleket ise batini bir mevhum gibi gelir. Vatan kendini bizden üstün bir mertebe koyar ve icabederse onun için ölmemizi emreder. Memleket ise kendini bizim altımızda bir mevkiye yerleştirip, onun için ölmemizi değil, üzerinde yaşamamızı ister... Ama insanoğlunun vatanı vardır, o da bütün toprakların üstüdür, yani insanoğlunun vatanı dünyadır’ (s. 281,282).

Ulusal bağımsızlık anlayışı da oldukça heretik bu anlatışta:

‘Hür olmanın kendi devletine sahip olmakla alakası yoktur... Ben beni idare edenlerin milliyetine önem vermem. Kim, vazifenin bütün icaplarına sahipse o ifa etsin. Mühim olan benim burada mesut, rahat, müreffeh, istibdattan uzak ve fikren hür bir hayat idame ettirmem’ (s.140).

Bu tür bir söylem Türk romanında yenidir. Türkiye’nin de değişmekte olduğunun kanıtıdır. Eleştiri ‘ulvi’ sayılan ideolojilere ve tabulara da yöneltilmektedir. Bu söylemin temelinde siyasal görüşten başka bir felsefe ve bir kimlik de yatmaktadır. Bir yanda 20inci yüzyıl başlarında Arnavutların kendi dillerinde eğitim yapmaları şikayet olarak sürekli hatırlatılır, öte yanda Bektaşilerin yaşam ve düşüncelerini gündeme getirilir:

‘Dergâh memleketin diğer taraflarındaki tekkeler gibi Sarandalılar için de hakiki bir hürriyet diyarı (idi)... İnsanlar hangi dine, cinsiyete ve zümreye mensup olurlarsa olsunlar, herhangi bir tefrike tabi tutulmadan tekkenin kapısından bir hürriyet ve muhabbet alemine girer gibi giriyorlardı’(s.160).

Romanda anlatılan bu ortamda insanlar da – göçler başlamadan önce – gerçekten ‘kardeştirler’. Din bile ‘o eski yıllarda’ insanları birbirinden ayırmaz:

‘Devran’ın her Pazar kilisedeki ayine iştirak etmesi gibi, (arkadaşı Papaz Kostas da) zaman zaman tekkedeki ayinlere iştirak ederdi. Zaten Bektaşilerin çoğu kiliseye giderler, hatta gittiklerinde yanlarında umumiyetle haç da taşırlardı’ (s. 96).

Derviş Devran romanlarda karşılamaya pek alışmadığımız görüşleri dile getirir:

‘Allah Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta, Yahudilikte yahut başka dinlerde değildir... Allah’ı bulmak için içinize bakın. O oradadır’ (s.178).

Bu göç ve muhacir romanlarında son zamanlara kadar yasaklanmış, bastırılmış, yada ortaya çıkmaları pek istenmemiş bazı ‘kimliklerin’ seslerini duyuyoruz. Alışageldiğimiz ‘resmi’ görüşler olmadıkları belli. Yunanistan’da da, kimlik alanında olmasa da, ulusçuluğun eleştirisi açısından, artık uluslararası ilişkilere farklı yaklaşılmaktadır. Ulusçu paradigmanın dışında başka bir anlatı oluşmaktadır. Konumuzla daha yakından ilgili iki romana bu ‘okuyuşu’ bitirmek istiyorum.  Thanasis Valtinos’un Andreas Kordopati’nin Öyküler Derlemesi - 2 (Sinaksari Adrea Kordopaki - 2) (2000) ve Kemal Anadol’un Büyük Ayrılık (2003) adlı romanları. Her iki roman da doğrudan mübadeleyi hazırlayan olaylarla ilgilidirler. Her ikisi de ‘Ötekini’ eleştirmeyi bir yana bırakıp olayları doğuran anlayışa ışık tutmaya çalışmıştır. Bu yolda ‘biz’ sayılan tarafı eleştirmeyi çok doğal saymıştır. Yazarlar kendi uluslarının ve ordularının neden olduğu vahşeti ilk kez dile getirmiştir. Bu konuda samimi ve hele cesur davranmıştır.

Olaya ne romantik bir beraberliğin sonu olarak, ne ‘Öteki’nin’ neden olduğu bir vahşet olarak, ne milli ve sevindirici yada üzücü bir olay olarak, yani tek yanlı bir olay olarak ele almamışlardır. Ama ne de genel çerçevesi belli olmayan somut ama zamandan ve yöre gerçeğinden kopmuş  bir olaylar zinciri olarak yazmışlardır romanlarını. ‘Neden’ olarak da suçu başkalarına yüklemek istememişlerdir: suçlu emperyalistler, yabancılar, kötü yöneticiler değildir; ne de bu konuda suskunluk vardır. Suç zamanın bir ideolojisindedir, milliyetçiliktedir. Bunda yazarlar uzlaşmış bulunmaktadır. Ancak ulusçuluk soyut bir kavram olarak kendi başına etkisizdir hatta anlamsızdır. Milliyetçiliğe inanmış insanlar araç olarak eyleme geçmedikçe milliyetçilik diye bir şey zaten yoktur.

Bu iki yazar mübadele denen bu insan değiş tokuşunun, trampasının, alış verişinin nedeni olarak zamanın ideolojisi milliyetçiliği, ve bunu yaparken özellikle daha yakından tanıdıkları kendi halklarını işaret etmişlerdir. Her iki yazar da çağdaş tarih yorumlarından ve hele milliyetçiliğin tarihinden haberdar oldukları hemen belli oluyor. Bu bilgi birikimini ve yaklaşımı daha erken bir dönemde beklememiz gerçekçi olamazdı; çünkü milliyetçiliğin çağdaş eleştirisi de yenidir. Yirmi otuz yıl önce milliyetçilik derken ‘yurt sevgisi’ anlaşılıyordu. Ancak son yıllarda milliyetçiliğin bir ruh hali de olduğu ve pek sağlıklı olmadığı da dile getirilmektedir.

Thanasis Valtinos’un romanında Yunan vahşeti örnekleri okuyoruz:

‘(Kırk kadar Türk kadını Sakarya kıyılarında saklanıyordu.) Ama zavallıları canlı yaktılar bizimkiler. Büyük bir evde bir arada yemek yiyorlardı. Bir sürü aşağılık kimse gitti, kadınlara yapacaklarını yaptıktan sonra evi ateşe verdi; dışarı çıkmamaları için kapıları da kapatarak’ (s. 195).

Kemal Anadol’un bu romandan da bir iki cümlesini aktarıyorum:

‘Evvela koyu bir milliyetçilik şırınga ettiler. Bizim Rumlar ile Ermeniler Dünya Harbi’nde bunu doruk noktasına çıkardılar. Tehlikeli bir silah bu milliyetçilik. Hemen karşıtını doğuruyor. Jön Türkler de zaten hazırdı buna! Megali İdea mı? Karşısında Turan, Kızılelma! İsyan mı? Al sana tehcir! (s.517).‘Çağın tarihini yazacak olanlar, milliyetçiliğin insanlığa, veremden, vebadan, koleradan da çok zarar verdiğini tespit edecekler... Çünkü milliyetçilik, bulaşıcı, tehlikeli ve ölümcül bir hastalıktır. Ve azı çoğu yoktur bu hastalığın! Az olması tehlikesini azaltmaz’ (520).

Ve Kaptan Petridis konuşuyor:

‘Karşılıklı kan döktük... Milliyetçilik yüzünden! Bize, karşı sahillerden bulaştı bu hastalık. Bizden de Türklere!’ (s. 547).

Türk ve Yunan ‘Göç Romanları’

‘Mübadele’ ve ‘muhacirler’  romanlarını da içeren ve ‘göç romanları’ diyebileceğimiz yapıtlar Yunanistan’da ve Türkiye’de farklı aşamalardan geçtiler. Yunanlı yazarlar büyük oranda mübadeleyi ve göçü bizzat yaşamış kimselerdi; etkileri yaşamlarında doğrudan hissedilmişti. Bu romanların büyük bölümü ‘sözlü tarihi’ anımsatır. Bu yüzden Türk romanlarına göre daha ‘gerçekçi’ yazı türünü anımsatırlar. Türk ‘göç romanları’ büyük oranda ikinci ve üçüncü kuşak yapıtlarıdır; anlatılanlar bu yüzden daha simgesel, nostaljik ve daha soyuttur.

İki ülkede mübadele/muhacirlik/göç olayı farklı dönemlerde kaleme alınmıştır. Göç Yunanistan’da 1930larda önemli bir konu sayılırken, Türkiye’de 1990lardan sonra ilgi odağı olur. Türkiye’deki bu gecikme, tek neden bu olmasa da temelde siyasal nedenler yüzünden olmuştur. Ama bu ‘gecikme’ Türk romanına bir avantaj sağlamaktadır. Yunanlı yazarlar kendileri olayın öznesi olduklarında olaya mesafeli yaklaşamamışlardır. ‘Nedenleri’ açıklama konusunda yetersiz kalmışlardır. Bu eksikliğin ikinci bir nedeni, göç olayının, aslında bir ‘etnik arındırma’ olayı olduğu ve ulusçu (milliyetçi) ideolojinin bir ürünü olduğu da 1930’da anlaşılamazdı. Ulusal ideolojiye eleştiri son yirmi yılda, özellikle akademik alanda ivme kazanmıştır. Çağdaş Türk ‘göç romanı’ hem olaya daha mesafeli olduğundan hem de bu bilgi birikimini kullanabildiğinden, göç olayının, Yunan romanının sağlayamadığı bir boyutunu tamamlamaktadır.

Ancak ulusçuluğun eleştirisi günümüz Yunan romanında var olmadığı anlamı da çıkarılmamalıdır. Ancak Yunan romanında bu eleştiri ‘başka’ konuları işleyerek yapılmakta,  kamu oyunu o denli ilgilendirmeyen ‘göç’ olayı içinden dile getirilmemektedir. Yine de, yukarıda gösterildiği gibi, 1922leri gündeme getirerek yazılan romanlarda ulusçuluğa karşı çıkılmaktadır.

Doğal olarak gelişmeler burada özetlendiği biçimde ‘basit’ de değildir. Türk romanı göç olayına farklı biçimlerde yaklaşmıştır. Kimi yazarlar resmi ve ulusçu tarih anlatımından kop(a)mamıştır. Bu metinlerde geçmişe kişilerin açısından bakıl(a)mamıştır. Devletin yerleştirmeye çalıştığı yeni ‘vatan’ bilinci bu yapıtlara da yansır: kimi zaman ‘terk edilen  vatanlar’ bir suskunlukla bütünüyle var olmamış sayılarak, kimi zaman da ‘anavatan Anadolu’nun’ yüceliği, terk edilen topraklara göre aşırı abartılarak.

Çağdaş Türk ‘göç romanları’ yalnız ulusçuluğu eleştirmek ve bu inancın gerçek yüzünü sergilemekle kalmamıştır. Ülkede yaşanan yeni özgürlük ortamında bastırılan kimi yöre, dil, inanç, etnik vb. kimliklerini de gündeme getirmiştir. Bunu suskunlukla geçiştirilmiş ‘göç’ olayı kapsamında, bir tarihsellik, ‘bellek’, aile yaşamı anlatma kapsamında yapmıştır. Doğal olarak bu kimlik arayışları Türkiye özgü bir gelişme de değildir; son on yıllarda bütün dünyada görülen bir ‘uyanışın’ bir bölümü de sayılabilir.

‘Göç romanlarının’ geleceğini öngörmek kolay değildir. Ama bu geleceğin, bir yanda tarihle ve ulusal kimlikle bir arayış içinde, genel olarak kişilerin kimlik arayışlarıyla, siyasal eleştiriyle, geçmişte reddedilmiş bir gerçeklikle, öte yanda estetik arayışlarla ilişkili olacağını ve okuyucuya yeni ve doyurucu yapıtlarla sunan bir yönde olacağını beklemek gerçekçi bir öngörü sayılabilir.

[1] Kaynakça için yazının sonuna bknz.

[2] Türkçe ve Yunanca dışında yazılmış edebiyat metinlerine burada yer verilmemiştir. Örneğin İngilizce yazılmış olan ve Girit ‘mübadelesini’ konu edinen Nicholas Stavroulakis’in Lavender Seller adlı yapıtı (Türkçe çevirisi Lâvanta Lâvanta) burada konu edilmeyecektir.

[3] Edebiyat tarihi bağlamında romanlar ve romancılar ele alınırken ‘ulusal bir dramdan’ söz edilmesi farklı bir olaydır. Burada ‘kişisel ve aile dramı’ derken romanlardaki olaylar zincirinden söz ediyorum.

[4] Edebi metin analizi karmaşık ve farklı yorumlara açık bir işlemdir. ‘Ulusal’ boyutun göreceli eksikliği farklı da yorumlanabilir. Mübadelenin ulusal bir dram olduğunun, bilinçsiz olarak,  kabul edilmek istenmiyor olması da olanaklıdır.

[5] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk Romanı ve Öteki, Sabancı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 338-341; ve Ayvalık ve Venezis, Yunan Edebiyatında Türk İmajı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.

[6] Doğal olarak Türk ulusal söylemindeki ‘birlikte mutlu yaşadık’ söylemi de Müslüman/Osmanlı/Türk egemenliğinin tam sağlandığı dönemlerle ilişkilidir; Yunan egemenliğinin hatta siyasi eşitliğinin gündeme geldiği sürelerde ‘birlikte mutlu yaşıyorduk’ denmez, bu dönem böyle anlaşılmaz. Böyle dönemler ‘sorunlu’ dönemlerdir.

[7] Örneğin, ‘Onlar, yani emperyalistler olmasaydı, yenmiştik, savaşmamıştık, mübadele olmazdı, acısız olurdu’, söylemi tipiktir. Buradaki antiemperyalist söylem milli hedefler adına kullanılmaktadır.

[8] Bu konuda bknz: H. Millas, Türk Romanı ve Öteki, İstanbul: Sabancı, 2000. Mübadeleden söz eden ve gözümden kaçmış romanların bulunması muhtemeldir. Ancak genel eğilim, yani suskunluk, bellidir.

[9] Kayıp ‘vatanlar’ dendiğini ama  ‘vatan’dan söz edilmediğine dikkati çekerim. Milliyetçi ideolojide siyasal ağırlıkla ‘vatan’ kavramı egemendir. Bu sözcüğün çoğul olarak kullanışı pek görülmez; kullanıldığında ise vurgulanan farklı bir anlamdır: kayıp yöreler, köyler, mahalleler, evler, ‘memleket’tir. Bu konuya aşağıda yeniden değinilecektir.

[10] Bu yazıda ulus/ulusçuluk ve millet/milliyetçilik sözcükleri eş anlamlı olarak ve İngilizce’de natıon/nationalism anlamında kullanılmıştır.

[11] Birinci roman için ayrıntılı bilgi (Millas:2000b s. 224-233)de bulunabilir.

[12] Bu konuda bknz: H. Millas (1998b, s. 53-70).

[13] 20inci yüzyılın ortalarına kadar ulusçuluğun eleştirisi ile anlaşılan saldırgan, savaştan yana söylem ve davranışlardı. 1960-1980 yıllarından sonra ulusçuluğun yeni bir ideoloji olduğu, barışçı da olsa belli kimlik yaratarak insanların dünya görüşünü biçimlendirdiği anlaşılınca ulusçuluğun eleştirisi de köklü değişmelere uğradı: artık eksikliklerden söz edilmiyor, bu ideolojinin tarihsel rolündeki sakatlıklarından söz ediliyor, ideolojinin kendisi sorgulanıyor, geçmişi bir bütün olarak ve gerekliliği tartışmaya açılıyor.

[14] Mübadele yüzünden ‘uzak kalmış’ Öteki ile yakınlığı vurgulayan ama mübadele ile doğrudan ilgili olmadıkları için burada ele alınmayacak olan ve son yıllarda yayınlanan romanlar çoktur. Örnek olarak G. Korat’ın, B. Umar’ın, A. Ümit’in romanları anımsatılabilir. Ayrıca roman olmadıkları için buraya dahil edilmeyen ama mübadeleyi bir öykü gibi anlatan ‘anılar’ da var; örneğin İ. Özsoy, O. Türker, K. Yalçın’ın yapıtları. Bu çalışmalar da ‘empathy’yi duyuran yapıtlardır. Tarihsel çalışmalar sınıfına giren ve mübadeleye ‘çağdaş’ bir açıdan yaklaşan kitaplar da bu çalışmanın kapsamına girmemektedir; örneğin, K. Arı, P. Erbil, M.A. Gökaçtı’nın kitapları. (Bütün bu kitaplar için aşağıdaki Kaynakça bakınız).

Kaynakça

Ağar, Sergun. (2002) (2001). Aşkın Samatyası Selanik’te Kaldı. (İstanbul: Can).

Aka Gündüz. (1928). Dikmen Yıldızı (İstanbul: Semih Lütfi).

Akar, Rıdvan. (2002). Bir Irkçının İhaneti. (İstanbul:Doğan Kitap)

Aladağ, Ertuğrul. (1987). Sekene, Türkleşmiş Rumlar / Dönmeler (İstanbul: Belge & Marenostrum).

Anadol, Kemal. (1988). Karşı Yaka Memleket, Bir Ayrılık Romanı (İstanbul:Milliyet).

----(2003). Büyük Ayrılık (İstanbul:Doğan Kitap).

Arı, Kemal. (1995). Büyük Mübadele, Türkiye’ye Zorunlu Göç. (İstanbul: Tarih Vakfı).

Atılgan, Yusuf. (1974) (1973). Anayurt Oteli (Ankara: Bilgi).

Aygen, Ayten. (2003). Rumeli Benimdi (İstanbul: Remzi).

Bağcıoğlu, Barış. (1996). Çayınızı Türkçe mi Alırsınız? (İstanbul: İletişim).

Baydar, Oya. (1998). Hiçbiryer’e Dönüş, (İstanbul: Can).

Baykurt, Fakir. (1960). ‘Cevizlideki Kilise’, in Efkâr Tepesi (İstanbul: Remzi).

Baysal, Faik. (1972) (1944). Sarduvan (İstanbul: Tel).

Biberyan, Zaven. (1966). Yalnızlar (İstanbul: Öncü).

Coral, Mehmet. (2003). İzmir, 13 Eylül 1922. (İstanbul: Doğan Kitap)

Cumalı, Necati. (1986) (1976). Makedonya 1900 (İstanbul: Makedonya).

---------- (1998) (1995). Viran Dağlar (İstanbul: Cumhuriyet Kitap Kulübü).

Çiçekoğlu, Feride. (1992). Suyun Öteki Yanı (İstanbul: Can).

Dinamo, Hassan İzzettin. (1968). Ateş Yılları (İstanbul: Yalçın).

---------- (1969). Savaş ve Açlar (İstanbul: May).

Erbil, Pervin. (2001). Anadolu’ya Ağlıyordu Niobe, Tüm Yönleriyle Rum Tehciri ve Tehcirin Tarihsel Kaynakları (İstanbul: Sorun Yayınları).

Erez, Selçuk. (2003). Makriköy’e Dönüş (İstanbul: Doğan).

Eroğlu, Mehmet. (1994). Yürek Sürgünü (İstanbul: Can).

Gökaçtı, Mehmet Ali. (2003). Nüfus Mübadelesi, Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi (İstanbul: İletişim).

Güntekin, Reşat Nuri. (1970) (1942). Ateş Gecesi (İstanbul: İnkılâp & Aka).

---- (1970)(1926). Akşam Güneşi. (İstanbul: İnkilap ve Aka).

Hirschon, Reneé. (edit)(2003). Crossing the Aegean, (New York, Oxford: Berghahn Books).

Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. (1987) (1953-1954). Panorama (İstanbul: İletişim).

Korat, Gürsel. (1994). Zaman Yeli. (İstanbul: İletişim).

---- (1999). GüvercinAğıt. (İstanbul: İletişim).

Levi, Mario. (1990). Madam Floridis Dönmeyebilir (İstanbul: Afa).

---------- (1992). En Güzel Aşk Hikayemiz (İstanbul: Afa).

Midilli, Zeliha. (2003). Bir Balkan Şarkısı, Saranda (İstanbul: Kelebek).

Millas, Herkül. (1991 İlkbahar). ‘History Textbooks in Greece and Turkey’, History Workshop dergisi,  S. 31, Londra.

---- (1994). Yunan Ulusunun Doğuşu, (İstanbul: İletişim Yay).

---- (1998).‘Türk Ders Kitaplarında Yunanlılar: Bütünleştirici bir Yaklaşım’, Tarih Öğretimi ve Tarihte ‘Öteki’ Sorunu,(İstanbul:Tarih Vakfı Yurt Yay).

----  (1998b). Ayvalık ve Venezis, Türk Edebiyatında Türk İmajı, (İstanbul:İletişim).

---- (2000 Bahar).‘Greek-Turkish Conflict and Arsonist Firemen’, New Perspectives on Turkey, S. 22, İstanbul.

---- (2000b). Türk Romanı ve ‘Öteki-Ulusal Kimlikte Yunan İmajı,(İstanbul: Sabancı Üni. Yay.).

---- (2001). Εικόνες Ελλήνων-Τούρκων - σχολικά βιβλία, ιστοριογραφία, λογοτεχνία και εθνικάστερεότυπα, (Yunanlıların ve Türklerin İmajları-Okul Kitapları, Tarih Yazıcılığı, Edebiyatta Etnik Stereotipler), (Atina: Aleksandria).

---- (2000). ‘Non-Muslim Minorities in the Historiography of Republican Turkey: The Greek Case’, The Ottomans and the Balkans: A Discussion of Historiography, derl. Fikret Adanır ve Suraiya Faroqhi, (Leiden: Brill).

Okur, Yiğit. (2002)(1999). Hulki Bey ve Arkadaşları. (İstanbul: Can).

Otyam, Fikret. (1985). Pavli Kardeş (İstanbul: Kaynak).

Özsoy, İskender. (2003). İki Vatan Yorgunları (İstanbul: 2003).

Özyürek, Ali Ezger. (2003). Muhacirler (Bitmeyen Göç) (2003).

Sabahattin Ali. (1975) (1947). ‘Çirkince’, Sırça Köşk adlı yapıtta (İstanbul: Bilgi).

Şengil, Selim. (1983). ‘Karagedik’ in Savrulup Gidenler, (İstanbul: Can). (İlk yayını 1980’de Es Be Süleyman, Es adlı kitapta).

Tahir, Kemal. (1969)  Kurt Kanunu. (İstanbul: Bilgi).

Türker, Orhan. (1998). Osmanlı İstanbulu’ndan Bir Köşe. (İstanbul: Sel).

Umar, Bilge. (2003). Börklüce. (İstanbul: İnkilap).

Ümit, Ahmet. (2003). Beyoğlu Rapsodisi. (İstanbul: Doğan Kitap).

Yalçın, Kemal. (1998). Emanet Çeyiz, Mübadele İnsanları. (İstanbul: Doğan Kitap).

Yaşar Kemal. (1998). Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (İstanbul: Adam).

----. (2003a)(2002). Karıncanın Su İçtiği - Bir Ada Hikayesi 2. (İstanbul: Adam).

----.(2003b)(2002). Tanyeri Horozları - Bir Ada Hikayesi 3. (İstanbul: Adam).

Yorulmaz, Ahmet. (1998) (1997). Savaşın Çocukları (İstanbul: Belge).

----.(2002)(1999). Kuşaklar, ya da Ayvalık Yaşantısı. (İstanbul: Remzi).

----.(2003). Girit’ten Cunda’ya ya da Aşkın Anatomisi.(İstanbul: Remzi).

Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi

https://bisav.org.tr/Bulten/3/13/nufus_mubadelesi_kayip_bir_kusagin_hikayesi

Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi

Mehmet Ali Gökaçtı

TAM Bir Kitap-Bir Yazar

24 Ocak 2005

Değerlendirme: Fatma Yıldırım

Türkiye Araştırmaları Merkezi, Bir Kitap Bir Yazar adı altında düzenlediği etkinlikte Ocak ayında Mehmet Ali Gökaçtı’yı misafir etti. Toplantıda, Sayın Gökaçtı’nın değerlendirmeye konu olan Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi başlıklı, 2004 yılında İletişim yayınlarından çıkan kitabı çerçevesinde nüfus mübadelesinin Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel ve demografik etkileri tartışıldı.

Yazarın ifade ettiğine göre kendisini böyle bir çalışma yapmaya sevk eden iki neden var: birincisi, Rumeli kökenli olması ve bu mübadeleye maruz kalan aile büyüklerinin anlattıkları anılar ile büyümesinin getirdiği duygusal boyut. Bir diğer neden ise 2003 yılına gelindiğinde mübadeleden bu yana 80 yıl geçmiş olmasına rağmen mübadele sürecini yaşayan Türklerin yaşamları hakkında henüz derli toplu bir çalışma yapılmamasının getirdiği bilimsel gereklilik.

Yazar bu çalışmasında mübadil kimliği ile karşımıza çıkan Türklerin günlük yaşamlarını, kültürel değerlerini, siyasî düşüncelerini ve dinî inanışlarını inceleyerek Balkanlarda ve adalarda yaşayan Osmanlı insanının panoramasını çıkarmayı amaçlamaktadır.

30 Ocak 1923 yılında Yunanistan ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri arasında imzalanan antlaşma ile Yunan topraklarında yaşayan Müslümanların (Batı Trakya’dakiler hariç) ve Türk topraklarında yaşayan Rumların (İstanbul’daki Rumlar hariç) karşılıklı olarak yer değiştirmelerine karar verildi. Gökaçtı, bu kararın altında yatan gerçeğin homojen bir toplum yaratma düşüncesinden kaynaklandığını ileri sürmektedir.

Yazarın belirttiğine göre, bu mübadele sonucu Anadolu'dan yaklaşık 1.300.000 kişi Yunanistan'a gitti ve bu sayı Yunanistan nüfusunun yaklaşık %30-35 'ine tekabül etmekteydi. Türkiye’ye ağırlıklı olarak Selanik, Girit ve Yanya’dan yaklaşık 700.000 kişi göç etti ki bu sayı Türkiye nüfusunun %5’i kadardı. Osmanlı’da uygulanan iskan politikasının getirdiği yüz yıllık tecrübe ile Türkiye Cumhuriyeti’nin bu göçün getirdiği zorlukları aşmasının Yunanistan'a nazaran daha kolay olduğu gözlenmektedir.

Öte taraftan günümüze kadar mübadele süreci hakkında yazılan eserlerin türlerini de değerlendiren Gökaçtı, bunların roman ve araştırma ağırlıklı olduğunu dile getirdi. Burada göze çarpan husus Yunanistan’da Meryer isimli bir çiftin, Avrupa’dan ve Yunan hükümetinden aldığı maddî destek ile Yunanlı mübadillerin yaşamlarını inceleyen bir proje başlatmasıdır. Bu projenin neticesi olarak bugün, Yunanistan’a gelen Rumların mübadeleden önce ve sonraki yaşamlarını içeren yaklaşık 300 bin sayfalık kayıt, Küçük Asya Araştırma Merkezi’nde mevcuttur. Helenizm’i askerî ve siyasî olarak yaşatma fırsatını kaybeden Yunanistan’ın, kültürel faaliyetlerle Helen ruhunu canlı tutmayı amaçladığı için bu çalışmaya destek verdiği düşünülmektedir.

Cumhuriyet Türkiyesi’nde ise tersi bir düşünce süreci gelişti. Osmanlı İmparatorluğu ile olan tüm bağlar koparılarak Misak-ı Milli sınırları içinde ulus devlet kurma çabası yaşandı. Bu nedenle bugün elimizde mübadele sürecini yaşayan Türkler hakkında kayıtlara geçmiş yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. Bu boşluk, aynı zamanda, mübadillerin bu konuda yazmamalarından da kaynaklanmaktadır. Mübadele ile ilgili en önemli kaynak, sayıları çok fazla olmamakla birlikte, olgunluk çağındaki kişilerin anlattıklarıdır. Reşat Tezal’ın babasının mübadele döneminde yaşadıklarını anlattığı Selanik’ten İstanbul’a kitabı, bu konu üzerine yapılmış sayılı çalışmalardan bir tanesidir. Bir diğer kaynak dönemin dergi ve gazeteleridir ki, o dönemin gazete ve dergilerine bakıldığında mübadillerin gelişinden hüzün ve coşku karışımı bir heyecan ile bahsedildiği görülür.

Gökaçtı son olarak şunlara değindi: İstanbul, İzmir ve Mersin limanlarına gelen mübadiller burada sağlık kontrolünden geçtikten sonra iç bölgelere gönderildiler. Fakat bu dağıtımda mübadillerin meslekleri, yaşları, eğitim durumları ve daha önce yaşadıkları yerlerin koşulları gözönüne alınmadı. Ailelerin parçalanması sözkonusu oldu. Yerleştikleri yerden memnun olmayanlar ikinci bir göç yaşadılar. Mübadillere, göç eden Rumların boşalan evleri ve arazileri verildi. Yerli halkın bu mekânlara mübadillerden önce yerleşmesi ve hükümetin yerli halkı bu meskenlerden çıkarmak için zor kullanması yerli halk ile mübadiller arasında yıllarca süren bir gerginliğe yol açtı. Yunanlıların yakıp yıktığı şehirlere günlük hayatlarında Yunanca konuşan mübadillerin yerleştirilmesi, kültürel ve sosyal farklılıklar gerginliği iyice tırmandırdı. Bu sorun ancak ikinci kuşağın okula gitmesi ile aşıldı.

Türkiye'den Yunanistan'a giden Rumların ticaret ve zanaat erbabı olmaları bu alanda boşluk yarattı. Özellikle Ege bölgesinin ziraat ile uğraşan Rumlar vasıtasıyla dünya ekonomisine eklenmesi hükümeti bu konuda ek tedbirler almaya yöneltti.

1938 yılına kadar bu kitleye, özellikle Selaniklilere, bürokraside önemli yer verildi. II. Dünya Savaşı ile birlikte Turancı eğilim öne çıktı. Hükümetin Hitler Almanyası’na sempatisi kültürel alana da yansıdı. Orkun dergisinde yayınlanan "Türkiye’yi yönetmeye ehil olmayanlar" listesinde Rumeli kökenliler ikinci sırada yer aldı ve İnönü orta düzey bürokrasiden Rumeli kökenlileri dışladı.

Yazar, Türk mübadillerle ilgili yeterince arşive ulaştığında çalışmasını genişletmeyi amaçladığını belirterek konuşmasını tamamladı.

ZORUNLU TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADELESİNİN ETKİLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2099589

Iğdır University Journal of Economics and Administrative Sciences Research Article

2017 – Sayı (Issue) 2 – 21-36

ZORUNLU TÜRK-YUNAN NÜFUS MÜBADELESİNİN ETKİLERİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Ö. Senan Arslaneri

ÖZ

Gelibolu’nun fethi ile başlayıp, Edirne’nin alınması sonrası Osmanlı Devleti, Balkan yarımadasında ilerlemeye başlamış ve hoşgörü, adalet ve eğitim, dil, din, vicdan hürriyetine gösterilen özen ile buradaki tüm topluluklar huzur, barış ve kardeşlik içinde beş yüz yılı aşkın süre Osmanlı idaresinde yaşamıştır. 1789 Fransız Devrimi’yle yayılan ulusçuluk, Balkanları da sarmış, çağa ayak uyduramayan Osmanlı İmparatorluğu’nda da ayaklanmalar başlamış ve yeni ulus-devletler kurulmuştur. Bunların egemenlik alanlarını genişletmek istemeleri ile başlayan savaşlar sonucu, birbiri ardına yapılan antlaşmalar neticesinde bölgede yaşayan Türkler, yeni ulus-devletler içinde, artık azınlık haline gelmiştir. Yüzyıllarca Osmanlı Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu altında herhangi bir asimilasyona uğramamış halkların oluşturduğu bu devletler ise Türklere baskı, zulüm ve eziyet yapmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı, yeni devletlerin kurulmasıyla başlayan sürecin zorunlu Türk-Yunan nüfus mübadelesine nasıl geldiğini incelemektir. Bu konuyla ilgili kaynaklar taraması sonucu elde edilen bulgular doğrultusunda zorunlu göçün günümüze yönelik etkileri değerlendirilmiştir.

Anahtar Sözcükler: Türk-Yunan nüfus mübadelesi, mübadele, göçmenler, Türkiye, Yunanistan

AN EVALUATION ON THE EFFECTS OF THE COMPULSORY TURKISH-GREEK POPULATION EXCHANGE

ABSTRACT

Beginning with the conquest of Gallipoli and after the capture of Edirne, the Ottoman Empire started to advance in the Balkan peninsula. With the care shown to tolerance, justice and education, freedom of language, religion and conscience, all communities here lived in peace and brotherhood for more than five hundred years. Nationalism, which spread with the 1789 French Revolution, also swept the Balkans, uprisings began in the Ottoman Empire, which could not keep up with the times, and new nation-states were established. As a result of the wars that started with their desire to expand their sovereignty, and as a result of treaties made one after another, the Turks living in the region became a minority within the new nation-states. These states, which were formed by peoples who had not been assimilated for centuries under the Ottoman Empire, started to oppress the Turks. This study examines how the process that began with the establishment of new states came to the compulsory Turkish-Greek population exchange. In line with the findings obtained from the literature review on this subject, the effects of forced migration on the present were evaluated.

Keywords: Turkish-Greek population exchange, population exchange, immigrants, Turkey, Greece

GİRİŞ

Balkanlarda, 1789 tarihli Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan Milliyetçilik akımları ile etkilenen azınlıkların, ayaklanmaları ve ayrılıkçı faaliyetler ile birer ulus olma çabasına

i Bağımsız araştırmacı, İstanbul-TÜRKİYE

ORCID: 0000-0001-7141-7047. E-posta: senan.arslaner@gmail.com Gönderim (Submission): 13.09.2017

Kabul (Acceptance): 15.12.2017


girmeleri sonucunda hepsi birer ulus-devlet olmuştu. Bu yeni ulus-devletleri toprak egemenliğini sağlama almak, ülke nüfus yapısını homojenleştirmek için ilk önce kendi sınırları içinde yaşayan Müslüman Türklere baskı yaparak göçe zorlamıştır (Arı, 1995, s. 15).

Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık beş yüz elli yıl hüküm sürdüğü topraklarda, kaç nesildir o bölgelerde yaşayan Türkler artık vatanını terk etmeye zorlanıyor ve Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Türk-Yunan savaşı sonrası da bu durum devam etti. Savaşın koşulları ile yaşanan yoğun Rum göçü ile birlikte bu durumu artık uluslararası hukuka uygun bir zemine oturtmak ve bu süreci tamamlamak gerekiyordu. Lozan Barış Konferansı, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) hükümeti ve Batılı devletler arasında Türk Kurtuluş Savaşı ile başlayıp Türk ulusunun zaferi ile sonuçlanan, savaş ortamına son vermek için düzenlenmişti. Bu konferansta devlet sınırları belirleneceği gibi ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunların da çözümlenmesi gerekiyordu. Lozan Barış görüşmelerinde özellikle göç sorununun yasal bir zemin ile çözümlenmesi çok önemliydi. Sorunların büyük ve çok taraflı olması açısından uluslararası bir barış konferansında ortaya konması önemli bir kolaylık sağlamıştır (Arı, 1995, s. 16).

Bu çalışmada Lozan Barış Konferansı sonucu yaşama geçirilen Türk-Yunan zorunlu nüfus mübadelesi, nedenleri, uygulanma biçimi ve mübadelenin günümüze etkileri incelenecektir.


NEDEN MÜBADELE?

Türk-Yunan nüfus mübadelesi Lozan Konferansı’nda ilk olarak 1 Aralık 1922 tarihinde gündeme getirilmiştir. Lozan’a gönderilen Türk heyeti içinde görev alan ancak daha sonra yeni Türk devletinin lider kadrosuna muhalefet eden Rıza Nur, bu konunun gündeme getirilmesini bir sürpriz olarak nitelemiştir. Gündemde savaş esirleri konusu bulunmaktayken Müttefikler tarafından bu konunun görüşmeye açılması, Türk heyeti tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmıştır.

Milletler Cemiyeti tarafından görevlendirilen Dr. Fridtjof Nansen Konferans başlamadan önce Birinci Dünya Savaşında yerini yurdunu bırakıp yeni bölgelere sığınmak zorunda kalan göçmenlerin durumunu incelemek için Türkiye ve Yunanistan’da, ekim ayında bir dizi görüşmelerde bulunmuştur. Dr. Nansen her iki devlet temsilcileri ile yaptığı görüşmelerde ilerlemeler sağladığını ve hem Türk tarafı hem de Yunan tarafı mübadeleyi uygun bulduklarını çeşitli defalar paylaştığını dört büyük devlete bildirmiştir. Etnik yer değiştirmelerin meydana getirdiği ekonomik sorunlara çözüm bulunması ve halkın iç içe geçmişlikten kurtarılmasının bölgede kalıcı bir barış ortamı sağlayacağı, bunun da iki devletin yararına olacağı gibi Avrupa’nın barışı açısından da çok büyük fayda sağlayacağı düşünülmekteydi. Nüfus Mübadelesi, insanların yeni bir ülkeye taşınmaları için, sınıflandırılmaları, arkada bırakacakları kişisel mal ve mülklerin kaydedilmesi, değerlendirilmesi ve tasfiyesi, bu malların tazmin edilmesi gibi son derece ağır ve zor bir çalışmayı kapsamaktadır. Her nüfus mübadelesinin, mübadeleye tabi tutulacaklar açısından büyük acılara ve fedakârlıklara yol açacağı da bilinmektedir. Dr. Nansen buna rağmen nüfus mübadelesinin yapılmaması durumunda ileride ortaya çıkacak sonuçların mübadeleden çok daha ağır olacağı görüşündedir (Keskin, 2003, ss. 765-766).

Dr. Nansen’in, yerinde incelemeleri ve her iki devlet yetkilileri ile yaptığı görüşmelerin sonunda hazırladığı raporu Konferansta okundu. Raporun içeriği, ekonomik şartların son derece kötü olduğu, savaştan kaçan bir milyondan fazla insanın yerini, yurdunu bırakarak güvenli gördükleri başka bölgelere sığındığını ve bu duruma acil bir çözüm bulunmazsa her iki ülke açısından ekonomik sonuçların tam bir felaket olacağını anlatıyordu. İçinde bulunulan durumun örneklemesi dahi raporda sunulmuştu.

Trakya’da savaştan kaçan Rumlar verimli topraklarını bırakarak Yunanistan’a sığınmıştı. Topraklar bakımsız ve sahipsiz kalmıştı. Oysa Batı Trakya’da yaşayan ve bu toprakları işletebilecek bir Türk-Müslüman nüfus bulunmaktaydı. Bu nüfus Trakya’ya getirilirse ve onlardan boşalan yerlere Yunanistan’a sığınan tarım ile uğraşan sığınmacılar yerleştirilirse her ülke içinde büyük bir kazanç elde edilecekti.

Türkiye açısından, yıllardan beri Rumlar tarafından işlenen bakımlı ve verimli toprakları Müslüman Türkler işlemeye başlayacak, hem ülke ekonomisine fayda sağlayacak hem de bugün olmasa bile ileride çıkacak sığınmacı problemini başlamadan bitirecekti. Yunanistan açısından ise, sığınmacı olarak gelen kendi soydaşları yıllarca tarım ile uğraştığı için bu insanları nereye yerleştireceğim diye düşünmeyecek, Türklerden boşalan yerlere yerleştirecek ve bu bölgeyi de onların uzmanlık alanı olan tarıma açmış olacak, hem onların bilgi birikimlerinden yararlanıp ekonomiye kazandıracak, hem de onların devlet üzerindeki yükünden kurtulacaktı. Gündemde bulunmadığı halde böyle bir konunun gündeme alınması karşısında Türk ve Yunan delegelerin bu önerilere yaklaşımı farklı oldu.

Türk tarafı İstanbul’daki Rumları mübadele içinde tutmak ama Batı Trakya Türklerini yerlerinde tutma isteğinde bulunurken Yunan tarafı ise mübadelenin isteğe bağlı olmasını belirtiyordu. Mübadele konusu hakkında, İsmet Paşa ve Venizelos’un önerisi ile bir Türk, bir Yunan ve bir bağımsız üyenin yer alacağı alt komisyon oluşturulup çalışmalar yapmasına karar verildi. Alt komisyon, İtalyan delege Başkanlığında 2 Aralık 1922 tarihinde çalışmalarına başladı.

İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delegasyonu komisyondan (1) Mübadele de Batı Trakya Türklerinin ayrı tutulması, (2) İstanbul’daki tüm Rumların da değişime tabi olması, (3) İstanbul’daki Rum Patrikhanesinin kaldırılması isteklerinde bulundu. Amerikan, İngiliz ve Yunan delegeleri bu istekleri kabul etmedi. Yaşanan tartışmalardan sonra her iki tarafında kabul ettiği konularda mutabık kalındı. Buna göre “etabli” (établis) kelimesi ile nitelenen İstanbul’daki Rumların kalması, ailesi Yunanistan’a göç etmiş Anadolu’da bulunan Rum erkeklerin ailelerin yanına gönderilmesi ve zorunlu değişimin Mayıs 1923 tarihinden başlayarak uygulanması, taraflarca kabul edilmiştir. Çalışmaların neticesinde, değişime uğrayacak olan nüfusun sahip olduğu mülklerin de ayrı bir komisyon kurularak görüşülmesine karar verilmiştir. 30 Ocak 1923 tarihinde Türk-Yunan Mübadele Sözleşmesi ve Protokolü, Türk tarafını temsilen İsmet Paşa, Rıza Nur Bey ve Hasan Bey, Yunan tarafını temsilen ise E. K. Venizelos ve D. Caclamenos tarafından imzalanarak yürürlüğe girmiştir (Arı, 1995, ss. 16-18).


MÜBADELENİN UYGULAMASI

Lozan Antlaşması ile nüfus mübadelesinin gözetim ve denetimi Milletler Cemiyeti’ne devrediliyordu. Nüfus Mübadele Sözleşmesi ile kurulan Karma Komisyon’da zorunlu mübadele ile göç edecek olan her iki ülke halkının taşınmasından sorumluydu (Arnold ve Biziouras, 2016, s. 100).

İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon 1923 yılında mübadelenin uygulamasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Kanımca, bir nüfus mübadelesi ne kadar iyi yürütülürse yürütülsün, iki ülkeden mübadeleye dâhil olan çok sayıda kişi için büyük zorlukları, belki büyük bir fakirleşmeyi beraberinde getirecektir. Ama ne var ki bu zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, aynı insanların hiçbir şey yapılmaması durumunda yaşayacağı zorluklardan daha azdır” (Barutciski, 2005, ss. 36-37).

Türk-Yunan nüfus mübadelesinin Lozan’da yapılan sözleşmeye göre 1 Mayıs 1923 tarihinde başlaması gerekiyordu. Ancak Lozan barış Antlaşması, temmuz ayında imzalandı. Mübadele çalışmaları ve uygulamaları için belirlenen komisyon ilk toplantısını ancak ekim ayında yapabildi. Bu nedenle, her iki hükümet de komisyonun çalışmalarını rahat yapabilmesi için ilk mübadelenin Mayıs 1924’e ertelenmesine karar verdi (Temel, 2014, s. 80).

Karma Komisyon tarafından göçe karar verilen insanların sayıları Tablo 1 ve 2’de verilmiştir.

Tablo 1. Karma Komisyon Tarafından Nakledilmesine Karar Verilen Türk Göçmenler (Temel, 2014, s. 85).

 

1923

1924

1925

Toplam

Selanik Alt komisyonu

18.044

91.533

-

109.577

Kandiye Alt Komisyonu

3.788

10.009

-

13.797

Hanya Alt Komisyonu

3.270

4.782

-

8.052

Drama Alt Komisyonu

69

75.978

-

76.047

Kavala Alt Komisyonu

2.184

43.343

-

45.527

Kozana Alt komisyonu

34.666

26.610

-

61.276

Kayalar Alt Komisyonu

30.780

-

-

30.780

Epir Bölgesi Alt Komisyonu

-

2.032

957

2.989

Midilli Adası

-

-

-

7.500

TOPLAM

 

 

 

355.545

Tablo 2. Karma Komisyon Tarafından Nakledilmesine Karar Verilen Rum Göçmenler (Temel, 2014, s. 84).

 

1924

1925

1926

Toplam

İstanbul Alt Komisyonu

92.843

3.165

1.943

97.951

Samsun Alt Komisyonu

38.164

-

-

38.164

Mersin Alt Komisyonu

49.993

181

-

50.174

İzmir

2.500

-

-

2.500

Kırk Kilise Alt Komisyonu

1.177

-

-

1.177

TOPLAM

 

 

 

189.966



1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı, 1923 Türk-Yunan Mübadelesi sonrası yaklaşık 1.250.000 göçmen Yunanistan’a, buna mukabil de Mübadele ile yaklaşık 400.000 göçmen Türkiye topraklarına gelmiştir. Bu göçmenlerin Mübadele Sözleşmesi’ne uygun şekilde her iki ülkeye yerleştirilmeleri için, iki ülkenin de çok ciddi kaynağa ihtiyacı vardı.

Bu tablo, savaşlar ve kralcılarla Venilezosçuların çekişmesi ile alt üst olmuş bir Yunan ekonomisini içinden daha da çıkılmaz bir hale sürüklüyordu. Ancak Yunan ekonomisinin imdadına Milletler Cemiyeti yetişti.

Türk devletinde durum biraz daha iyimser ama yine de iç açıcı değildi. Osmanlı döneminin borçları bütçeye yüzde 13-18 arası bir külfet getirmişti. Bu açığı kapatmak için Lozan’daki Antlaşma uyarınca gümrük vergileri de artırılamıyordu. Milletler Cemiyeti üyesi olmadığı için Yunanistan gibi yardım da alamadı. Bu durum gerek iskân konusunda gerek göçmenlerin taşınması konusunda birtakım problemleri de beraberinde getirdi sorumluydu (Arnold ve Biziouras, 2016, ss. 100-101).

Nansen, hazırladığı raporunda, çoğu savaşlar esnasında kaçarak gelen ve yaklaşık nüfusunun yüzde yirmi beş artmasına neden olan Rum göçmenlerin yerleştirilmeleri için Yunanistan’ın Milletler Cemiyeti’nin yardımına muhtaç olduğunu belirtiyordu. Türk tarafı için de durumun yine çok ciddi olduğunu ancak gelen göçmenlerin yerleştirilmeleri konusunda Türk Hükümeti’nin dışarından yardım almadan yapabileceğini yazıyordu. Bu rapor doğrultusunda, Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nden önce 10 milyon daha sonra 3 milyon İngiliz Sterlini almıştır.

Yunan Hükümeti bir Göçmen Yerleştirme Komisyonu kurmuştur. Bu komisyon göçmenleri şehirliler ve köylüler olarak iki gruba ayırmıştır. Komisyon iş bulma sorunu olmayan, ağırlıklı geçimi tarım ve hayvancılık olan köylüleri, üretime bir an evvel başlamaları için öncelik tanımış ve kırsal alanlarda hemen yerleştirmelerine başlamıştır. Makedonya, Batı Trakya, Epir Bölgesi ve Girit’e gruplar halinde yerleştirmeler yapıldı.

Önce göçmenlerin geldikleri köylere göre gruplar oluşturuldu. Bu gruplar ile ana amaç, göçmenlerin kesintiye uğramış hayatlarını, beraber yaşadıkları insanlarla sağlanan topluluk yaşamı ile en az zararla devam ettirmekti. Şehirli göçmen nüfusta durum tamamen farklı ve biraz daha karmaşıktı. Her tür meslek grubu vardı. Tüccarlar, gemi ustaları, bankacılar, imalatçılar, perakendeciler, zanaatkârlar, hizmetliler, tezgâhtarlar, şoförler ve vasıfsız işçilerden oluşmaktaydı. Bankacılar, büyük tüccarlar, armatörler, imalatçılar gibi şehirli göçmenler, yeni hayatları için oluşturulan bu yerleştirme esnasında bir yardım talebinde bulunmadı. Bunun haricindeki grup ise kendi mesleklerini icra etmek isteyenler oldukları için, sayısı çok olmasa da geldikleri gibi kasabalara yerleştirilmeye çalışıldı (Temel, 2014, ss. 90- 93).

Tablo 3’te Yunan hükümetince yerleştirilen Rumların bölgelere göre ve nüfusa göre dağılımları verilmiştir.

Tablo 3. Yunan Hükümeti Göçmen Yerleştirme Komisyonu Tarafından Yerleştirilen Rum Göçmenler (Temel, 2014, s. 84).

Bölgeler

Nüfus / 1920

Nüfus / 1930

Göçmen / 1928

Göçmen Oranı

Kıta Yunanistan

1.136.183

1.592.842

306.193

19.0

Teselya

438.408

493.408

34.659

7.0

İyon Ad.

198.070

213.157

3.291

1.4

Kikladlar

122.347

129.702

4.782

4.0

Mora

934.094

1.053.327

28.362

2.7

Makedonya

1.078.748

1.412.477

638.253

45.0

Epir

292.954

312.634

8.179

2.5

Ege Ad.

260.058

307.734

56.613

19.0

Girit

346.584

386.427

33.900

9.0

Trakya

209.443

300.171

107.607

35.0

Toplam

5.016.889

6.204.634

1.221.849

19.7

 

Tablo 4’te memleketleri gösterilen mübadiller için Türk Hükümeti ise onların nakil ve iskânları, muhtaç olanların iaşeleri, iskâna açılacak yerlerin tespiti için Mübadele İmar ve İskân Vekâletini kurmuştur. 17 Temmuz 1923 tarihinde Türk Hükümetinin yayınladığı kararname ile mübadil olarak geleceklerin iskân edecekleri bölgelere ulaşımları, ihtiyaç sahibi olanların iaşelerinin nasıl karşılanacağı üzerinde çalışmalar yapılmış ve ülke sekiz iskân bölgesine ayrılmıştır.

Tablo 4. Türk Hükümeti Türkiye’ye Geleceklerin Yerleştirilecekleri Yerler (Tosun, 2014, ss. 118-120).

Geleceklerin Memleketleri

Göçmen

İskân olunacak Yerler

Drama ve Kavala

30.000

Samsun ve havalisi

Serez Livası

40.000

Adana ve havalisi

Kozana, Girebene, Nasliç ve Kesriye

22.500

Malatya ve havalisi

Kayalar, Karaferye, Vodine, Katerin,

Alasonya, Langaza, Demirhisar, Gevgilin Yenice Vardar, Karacaabat

 

43.000

 

Amasya, Tokat, Sivas

Zeytüncü, Drama, Kavala, Selanik

64.000

Manisa, İzmir, Menteşe, Denizli ve havalisi

Kesendire, Poliroz, Sarışaban, Avrethisar, Nevrekop ve havalisi

90.000

Çatalca, Tekirdağ, Karaman, Niğde

Preveze, Yanya

55.000

Antalya, Silifke

Midilli, Girit vesair Adalar

50.000

Ayvalık, Edremit,   Mersin   ve havalisi

Toplam

395.000

 



Türk hükümeti ayrıca, Yunanistan’da bulunan ve faydalanamadıkları malları olan mübadiller için Maliye Bakanlığı bünyesinde Gayr-i Mübadiller Komisyonu’nu kurmuştur. Türkiye’ye giriş yapan mübadiller, kendileri için belirlenen yerlere gitmeleri için yola çıkarıldılar. Birçok aile Rumlardan kalan ve oturulabilir durumda olan evlere yerleştirildiler. Giden mübadil Rumların çoğunluğu şehirliydi, oysa mübadil Türklerin büyük çoğunluğu kırsal kesimden geliyor ve çiftçilikle uğraşıyorlardı. Bu ailelere toprak dışında tarım aletleri, tohum ve kendi başlarına elde edemeyecekleri ürünler verildi. İçlerinde zanaatkâr olanlar vardı. Onlara da mesleklerini sürdürebilmeleri için sermaye verildi. Tüm bu yardımlar, borç olarak iki yıl ödemesiz 20 yıl içinde ödenmek üzere devlet tarafından bir beyanname ile verilmiş olup ayrıca Yunanistan’da sahip oldukları mülklerin de bu borçtan düşüleceği bildirilmiştir. Mübadiller yurt geneline dağılmasına özel bir hassasiyet gösterildi. Her göçmen köyünde bir faytoncu, bir marangoz, bir nalbant ve bunun gibi zanaatkârların olmasına çalışıldı. Göçmenlerin varsa akrabaları veya aynı köyden gelen komşuları ile aynı yere yerleştirmeye de ayrıca özen gösterildi (Temel, 2014, ss. 95-96). Türk mübadillerin yerleştirildikleri yerleşim yerleri Tablo 5’te verilmiştir.

TÜRK YUNAN NÜFUS MÜBADELESİ SONUÇLARI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ

Çalışmanın bu bölümünde Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin sonuçları ve günümüze etkileri, demografik, coğrafi, ekonomik, sosyal, siyasal etkiler olarak sınıflandırılarak incelenecektir.

Demografik Etki

İki ülke arasındaki nüfus hareketinin iki aşamada gerçekleştiğini dikkate almak gerekir. (1) 1912-1922 yılları arasında yapılan savaşlarda gerçekleşen göçler, (2) 1923-1926 yılları arasında iki devletin imzaladığı zorunlu nüfus mübadelesi.

Yunanistan’a bu tarihler arasında tam kesin olmamakla birlikte 1,25 milyon civarında göçmen girerken, Türkiye’ye yaklaşık 400.000 civarında göçmen giriş yapmıştır. Bu durumu değerlendirirken göçün, ülkelerin o günkü toplam nüfus oranlarına bakmak gerekir. Türk topraklarında yaşayan insanlar 1906 Nüfus Sayımında 15 milyon iken, 1927 nüfus sayımında 13,5 milyondur. Yani gelen göçmen sayısı toplam nüfusun yüzde 4’ü kadardır. Bir başka tespit ise zorunlu nüfus mübadelesi, savaşlar esnasında veya savaşı sonrası terk edenlerle birlikte Türk topraklarından yaklaşık 2 milyon gayrimüslim göç etmiştir. 1923 öncesi gayrimüslim oranı yaklaşık yüzde 20 iken 1927 sayımında yüzde 2,5’e düşmüştür. Yunan topraklarında ise 1920 yılında 5 milyon civarında olan nüfus, 1930 yılında 6,2 milyon olarak tespit edilmiştir. Alınan göçün toplam nüfusa etkisi yüzde 25 oranında olmuştur. Yunan topraklarında yaşayan Müslümanların oranı yüzde 20 iken, yine zorunlu nüfus mübadelesi, savaşlar esnasında veya savaşlar sonrası terk edenlerle toplam nüfusa oranı yüzde 6’ya düşmüştür. Bu durumda her iki devletin daha homojen yapı oluşturmak için kabul ettikleri nüfus mübadelesi ile amaçlarına, her türlü zorluklara karşın ulaştığını görülmektedir (Hirschon, 2006, ss. 18-20).


 Tablo 5. Türk Mübadillerin Yerleşim Bölgeleri (Temel, 2014, s. 98).                                        

 

Yöre

Yerleştirilen Kişi Sayısı

Yöre

Yerleştirilen Kişi Sayısı

Adana

8.440

İzmir

31.502

Afyon

1.045

Isparta

1.175

Aksaray

3.286

İstanbul

36.487

Amasya

3.844

Kars

2.512

Ankara

1.651

Kastamonu

842

Antalya

4.920

Kayseri

7.280

Artvin

46

Kırklareli

33.119

Aydın

6.630

Kırşehir

193

Balıkesir

37.174

Kocaeli

27.687

Bayazit

2.856

Konya

5.549

Bilecik

4.461

Kütahya

1.881

Bitlis

3.690

Malatya

76

Bolu

194

Manisa

13.829

Burdur

448

Mardin

200

Bursa

34.453

Maraş

1.143

Cebelbereket

2.944

Mersin

3.330

Çanakkale

11.638

Muğla

4.968

Çorum

1.570

Niğde

15.702

Denizli

2.728

Ordu

1.248

Diyarbakır

484

Samsun

22.668

Edirne

49.441

Sinop

1.189

Elaziz

2.124

Sivas

7.539

Erzincan

116

Şebinkarahisar

5.879

Erzurum

1.095

Tekirdağ

33.728

Eskişehir

2.567

Trabzon

404

Giresun

623

Tokat

8.218

Gümüşhane

811

Urfa

290

Gaziantep

1.330

Van

275

Hakkâri

310

Yozgat

1.635

İçel

1.037

Zonguldak

1.285

 

Coğrafi Etki

Türkiye’de bulunan azınlığın ülkeyi terk etmeleri ile birlikte bazı bölgelerde evlerin haricinde birçok köy dahi boşalmıştır. Savaş sonrası geri çekilen Yunan ordusunun özellikle geçtiği yerleri yakıp yıkması, doğal olarak Türk topraklarının yerleşim düzeninde değişimi ortaya çıkarmıştır (Hirschon, 2006, s. 20).

Zorunlu Nüfus Mübadelesi ile gelen göçmenler sekiz bölgeye ayrılmış il ve ilçelere, Türk topraklarını terk eden gayrimüslimlerin bıraktıkları yerlere yerleştirilmişlerdir. Türk Hükümeti, Yunanistan gibi yardım alamadığı için kendi kıt kaynakları ile mübadele için ancak Yunanistan’ın harcadığının onda biri ile yirmide biri arası bir rakamı harcayabildi. Bu kaynak ile de gerek iskânda gerek ulaşımda türlü aksaklıklar yaşandı. Türk–Yunan savaşında geri çekilen Yunan askerleri ve ordunun gözetiminde kaçan Yunanların, zarar verdiği köy ve kasabalar ile yaktıkları mülkler yüzünden ortaya çıkan yeni şartlara göre yerleşimin tekrar belirlenme zorunluluğu doğmuştur (Arnold ve Biziouras, 2016, s. 101).

Mübadillerin yerleşimi pratikte ekonomik zorluklardan dolayı istenildiği gibi planlı olarak yürütülemedi. Özellikle kış aylarının olumsuz koşulları ile iç bölgelere ulaşım pek mümkün olamadı ve geçici olarak kıyı bölgelerinde barındırıldılar. Baharın gelmesi ile birlikte iskân edilecek bölgelere doğru hareket edildi. Kısacası yerleşim, maddi ve manevi tüm zorluklara karşın günün şartlarına göre olabilecek en iyi koşullarda gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Yunanistan’da durum biraz daha farklı idi. Ülkede ani bir nüfus baskını olduğu için Müslümanların bıraktığı yerlere gelen göçmenlerin sığmaları yani yerleştirilmeleri söz konusu dahi değildi. Acil bir yerleşim planı yapılmalıydı. Yunanistan’da bu kadar ani gelen nüfusu yerleştirmek için artık bir toprak reformu yapılarak yeni yerleşim bölgelerinin açılması gerekiyordu. Toprağın yeniden dağıtılması planlanarak kuzeyde binin üzerinde yeni köy kuruldu. Şehirlerde yeni mahalleler kurulup, ülkedeki tüm kasabalar genişletildi (Hirschon, 2006, ss. 20-21).

Uluslararası bir yapıya sahip olan Göçmen İskân Komisyonu, Milletler Cemiyeti gözetiminde çalışmalarını sürdürmüştür. Yunan hükümeti ile yakın ilişki içinde çok başarılı çalışmalar yapmıştır. Böylesine büyük bir göçü çok iyi planlamıştır. Şehirli göçmen sayısı daha fazla olmasına rağmen, verimsiz şehirliler yerine tarıma yönelik bir planlama yapmış ve gelen göçmenlerin yüzde 46’sını tarımsal alanlara yönlendirerek 8.000 kilometrekarelik bir kadastro çalışması yapmıştır. Bu bölgelerde yerleşimi kalıcı kılabilmek için yollar, köprüler, dispanserler ve okullar inşa etmiştir. Göçmen İskân Komisyonu tahsis edilen ödeneğin yüzde 86,35’ini bu bölgelere aktarıp, şehirlere yerleşen göçmenlere yalnızca barınak sağlamıştır (Kontogiorgi, 2006, ss. 93-95).

Bu durum şehirlerdeki yerleşimi değiştirmiştir. Şehirlerde yaşayan yerliler yüzde 35, iç göçle gelenler yüzde 33, mülteciler ise yüzde 32 olmuştur. 1.047’si Makedonya, 574’ü Batı Trakya’ya, 331’i Yunanistan’ın diğer bölgelerinde olmak üzere toplam 1.954 köy ve kasaba kurulmuştur (Yerolympos, 2006, s. 221).

Ekonomik Etki

Türkiye ve Yunanistan ekonomik olarak bu mübadeleden çok etkilenmiştir. Türkiye açısından incelediğimiz zaman bu nüfus göçü hem sayısal hem de niteliksel olarak çok büyük etki yaratmıştır. Osmanlı İmparatorluğu içinde hem sanayi hem de iç ve dış ticaret ile uğraşan Rumlar ekonomi için de çok önemli bir yer tutmaktaydı. Türkler ise kapalı bir ekonomi içinde daha çok geleneksel yöntemlerle tarım ile uğraşıyorlar ancak geçimlerini sağlayabiliyorlardı. Üretimlerini geliştirip, artırıp satmak için veya başka bir deyişle kalkınabilmek için kent pazarlarına dahi gitmiyorlardı. Tahsil görmüş, kendini yetiştirmiş Türkler ise yalnızca memur olmayı ve devlet kademesinde bir yerlere gelmeye çalışıyorlardı. Tüccar, sanatkâr, esnaf, sanayici olmak kısacası Sermaye, yalnızca Rumların ve diğer azınlıkların tercih ettiği ve yaptığı iş kolları olmuştu (Arı, 1995, ss. 174-176).

Çok büyük savaşlar ile yorgun düşmüş Türk ekonomisine, mübadele ile yaşanan sermayenin göçü ciddi zarar vermiştir. Ancak kurtuluş savaşı ile millet olarak top yekûn savaşarak vatanını kurtaran, kurtardığı vatanının sınırlarını masa başında, istediği gibi dünyanın büyük güçlerine kabul ettiren Türkler, bu sermaye göçü ile ekonomiye verilen zararı da, çok akıllı bir planlama ve çalışma ile olabilecek en düşük zararlarla atlatmıştır.

Mübadele ile gelen göçmenlerin iştigal ettiği konularının dağılımları tamamen farklılık gösteriyordu. Bu durum tarım ve sanayi işletmelerinin olumsuz etkilenmesi, yeniden işletime geçmesi için sermaye yetersizliği ve ayrıca ciddi anlamda zaman kaybı anlamı taşıyordu. Gelen göçmenlerin ekonomiye kazandırılması ve yeni katıldıkları topluma uyum sağlamaları açısından gidenlerin değil, gelenlerin becerileri üzerine yoğunlaşarak, onların üretebilecekleri üzerinde durulması ve planlamanın tamamen bu bilgiler doğrultusunda gerçekleştirilmesi gerekiyordu.

Mübadele ile gelecek olanların yerleşme planlaması işte bu çalışma ile olabildiğince doğru yapılmaya çalışıldı. Türkiye’de sekiz bölgeye ayrılarak gelen mübadillerin yerleşimleri gerçekleştirildi. Bu yerleşim yerleri belirlenirken özellikle Yunanistan’dan hangi bölgeden gelen göçmenlerin nereye yerleştirileceği belirtilmiştir. Bu çalışma yapılırken gelen mübadillerin Yunanistan’da iştigal ettiği konuları mümkün olduğunca devam ettirebileceği bölgeler seçilmeye çalışıldı. Böylelikle gelen göçmenler kendi işlerini kısa zaman içinde devam ettirmeye çalışacaklar ve ülke ekonomisine zarar vermeden artı değer yaratacaklardı.

Türkiye’ye gelen göçmenler iki sınıfa ayrıldı:

(1) Sanat ve ticaret ile uğraşan kent kökenliler;
(2) tarımla uğraşan kırsal kökenliler.

Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen mübadillerin yüzde 80-90 gibi büyük bir oranı tarım ile uğraşmaktaydı. Makedonya’dan gelen göçmenlerden bir kısmı tütüncülükle uğraşmaktaydı. Bu göçmenler Edirne’ye yerleştirildi. Edirne’de 1922 yılında 1 milyon kilo tütün yetiştirilmişken, 1923 sonrası bu rakam 2-2,5 milyona çıktı. Bu da gelen göçmenin özelliklerine göre yerleşim bölgesinin seçilmesini gösteriyor ve o mübadilin de bilgi birikimi ve tecrübesi ile geldiği bölgeye hemen uyum sağlaması ve bu bölgede üretim artışı sağlanarak ekonomiye bırakın yük olmayı aksine büyük destek sağlıyordu. Ticaret ile uğraşan mübadillerin, Rumlar gibi örgütsel dayanışma yeteneği olmayışı, sanatkâr olanların ise, yine Rumlardan kalan tezgâhların işletimi ve verimli çalışması konusunda çok zayıf olmalarına rağmen hızla olgunlaşmaları ve eksiklerini çok kısa zamanda tamamlayarak, kendi sektörlerinde ekonomiye yük değil, tarıma göre daha yavaş da olsa destek olmuşlardır (Arı, 1995, ss. 177-181).

Yunanistan açısından baktığımız zaman ise 1912-1913 Balkan Savaşları, 1914-1918 I. Dünya Savaşı, 1919-1922 Türk-Yunan Savaşı ile mali kaynakları adeta tükenme noktasına gelmişti. Tüm bunların üzerine bir de ideolojik olarak Kralcılar ve Venizelosçuların aralarında uzun zamandır devam eden nefret ile ortaya çıkan siyasi bir istikrarsızlık ve iç çekişmeler vardı. Kaynak sıkıntısı çeken, ticari açık veren ve borç yükü altında ezilen Yunan ekonomisinin göçmenleri yerleştirme konusunun altından kalkamayacağı 1924 yılında belli olmuştu (Arnold ve Biziouras, 2016, s. 96).

Bu tablo karşısında Yunanistan’ın imdadına Milletler Cemiyeti yetişmiş ve yardımda bulunmuştu. Yunan hükümetinin kurduğu Göçmen Yerleştirme Komisyonu da gelen göçmenleri şehirli ve köylü olarak ikiye bölerek başarılı çalışmalar yapmıştır. Göçmen Yerleştirme Komisyonu öncelikli olarak tarıma ağırlık verdi ve bu bölgelerde toprak reformu yaparak hizmet götürdü. Batı Trakya ve Doğu Makedonya’da bol arazilerin olduğu bölgelerde dağıtım yapılırken herhangi bir ürün yetiştirme konusunda teşvik veya zorunluluk getirilmedi. Göçmenlerin kendi bilgi birikim ve tecrübeleri ile elde edecekleri ürünü yetiştirmeleri öngörüldü.

Bir araştırma verisi ile örnekleme yapmak gerekirse, Yunanistan tütün, üzüm ve incir ihracatı 1920 yılında yüzde 56 iken 1929 yılında yüzde 71’e çıkmıştır. Anadolu’da ipekçilikle uğraşmış Rumların mübadele ile Yunanistan’a gitmeleri ile İpek Sanayi çok büyük bir oranda gelişmiştir.

1922-1926 yılları arası ipek üretimi üç kat, ipekli kumaş üretimi de 3,1 kat artmıştır. Bu hızla yükseliş ile birlikte, Mora’da tamamen ipek üretiminde uzmanlaşmış 550 göçmen ailesinin bir araya getirilmesi ile bir köy oluşturuldu (Arı, 1995, ss. 177-179).

Şehirli göçmenler ise eğitimli, varlıklı grup ve zanaatkâr grup olarak ikiye ayrılıp yerleştirildiler. Eğitimli ve varlıklı olan grup profesyonel hizmet ve ticarete yönlendirilerek Atina ve Selanik’e yerleştirildiler. Bu göçmenler, bilgi, birikim ve tecrübeleri ile niteliksiz işgüçlerini bir araya getirerek küçük imalathaneler kurdular. Böylece ekonomiye hem işsizliği düşürerek hem de niteliksiz işgücü ile yaptıkları üretim ile ciddi anlamda katkı sağladılar. Zanaatkâr grup ise kentlere dağıtıldılar. Atina ve Selanik’e yerleştirilen bu göçmenler bilgi, birikim ve tecrübeleri ile emek yoğun işlerden biri olan halıcılık sektörünün, yerel girişimcilerin bilmedikleri tekniklere sahip oldukları için önünü açtılar. Gelir seviyesi düşük mahallelerde, düşük maliyet ile üretip, ekonomiye niteliksiz işgücünü kazandırdılar (Arnold ve Biziouras, 2016, s. 97-98).

Yaklaşık 11.000 Anadolu’dan gelen göçmen kadın yılda 200-250.000 metrekare halı üretimine başlamış ve toplam 1922-1929 yılları arasında 135 halı atölyesi açılmıştı. Bu bir sanattı ve bu sanatı idame edenlerin ağırlığı da Anadolu’da yaşayan Rumlardı (Arı, 1995, ss. 178-179).

Sosyal Etki

Zorunlu yapılan mübadele, göçmen ismi alan insanlar için psikolojik açıdan gerçekten çok büyük bir yıkım olmaktadır. Bu göçün toplumsal etkisi uyum sorunu ile ortaya çıkmaktadır. Zorunlu göç ile yer değiştirmek zorunda olan göçmenin belirli bir kırgınlık ile yeni girdiği toplumda kendine yer bulmaya ve bunun için de arayışlara girerek uyum sorununu aşmaya çalışmaktadır. Etnik köken, kültürel ve dinsel farklılıklara rağmen evi, arazisi kısacası mülkiyet sahibi olduğu, vatan kabul ettiği topraklardan, hiçbir sorununun bulunmadığı halde koparılmasının duygusunu yaşamaktadır. Bu duyguyu yaşayanların dışında anlamak gerçekten mümkün değildir. Çünkü “ben bu topraklara aitim ve burası benim vatanım” duygusunun dışa yansıması ile terk etmesini istedikleri topraklarda kalmak için çok çaba sarf etmişlerdir.

Antakyalı Ortodokslar Antakya Valiliği’ne başvurarak gitmek istemediklerini bildirmişlerdir. Türk topraklarını istemeyerek, zorla terk etmek zorunda kalan birçok Rum göçmeni çok uzun seneler Türkiye’yi gerçek vatanları olarak görmüşlerdir. Resmi bir ziyaret olmamasına karşın, Türk-İngiliz ilişkilerinde yeni bir sayfa açan, Kral VIII. Edward’ın Türkiye’yi ziyaretinden sonra Türk Donanması 1936 yılında Malta’yı ziyaret etmiş ve dönüşte Pire ve Atina limanlarına uğramıştır. İşte bu zorunlu mübadele ile göç etmek mecburiyetinde bırakılmış gönülsüz göçmenler, adeta memleket hasreti çektiği için limanda toplanmış ve Türk askerini çok büyük bir sevgi gösterisi ve sıcak ilgi ile karşılamıştır. Zorunlu göç öncesi doğdukları, yaşadıkları şehirlerin ismini bağırarak acaba orada yaşayan asker var mı, hemşehrimi bulabilir miyim diye inanılmaz bir tablo ortaya koymuşlardır (Arı, 1995, s. 165).

Türkiye’de özellikle taşradaki şehirlere yerleştirilmiş olan mübadillerin yerleştirildikleri köy veya kasabalarda, beraber göç ettikleri insanları ziyaret etmeleri adeta günlük yapılması gereken işleri içinde bulunmaktaydı. Bu karşılıklı ziyaretlerde konuşulan konularda günlük yaşam problemlerinin veya ekonomik problemlerin hemen hepsinin çözümü bir şekilde bulunuyordu. Ama tüm sohbetlerin sonu dönüp dolaşıp aynı yere, memleket hasretine yani doğup, büyüdüğü, yaşadığı ve terk etmek zorunda bırakıldığı topraklara geliyordu. Tabii işin içine hasret girince ve geri dönüşün imkânsız olması gerçeği olunca, bu sohbetlerde terk edilen toprakların havası, suyu, iklimi, eğlencesi, yenileni, içileni abartılarak anlatılmaya başlanıyordu. Sohbetlerde en başta iklimden dert yanıyorlardı. Akdeniz ile Balkanların birleştiği, terk ettikleri bölgelerde, baharın çok çabuk geldiğini ve ağaçların mart ayı ile tomurcuk patlattığını, mayıs ayı ile tüm yöreyi güllerin kokusunun sardığını, işte bu buruk ve karmaşık duygularla kendi aralarında paylaşıyorlardı. Adeta terk etmek zorunda kaldıkları toprakların hasretini dışa vuruyorlardı. Bulgar sütçünün, kapıya kadar getirdiği sütü, yoğurdu, peyniri, ayranının bu bölgelerde olmadığından dert yanıyorlardı. Zeytinyağının nefasetinin yine yeni geldikleri bu topraklardaki zeytinyağından çok çok daha güzel olduğunu özlemle anlatıyorlardı (Gökaçtı, 2003, ss. 254-256).

Dünyanın neresinde olursa olsun devlet gelip kapıyı çalıp, vatandaşı olan bir bireye veya aileye, doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, mülkiyet sahibi olduğu toprakları zorunlu nüfus mübadelesi ile süre belirterek terk edeceğini bildirmesini kimse hoşgörü ile karşılayamaz. Bireyin veya ailenin hiç bilmediği yeni topraklarda, yeni bir toplumda, hayatını yeniden kuracağının bildirilmesi, bir insanın veya ailenin hayatında herhalde tarifi imkânsız olan, yalnızca yaşayanın bildiği bir etki, bir duygu patlaması yaşatır.

Siyasal Etki

Zorunlu nüfus mübadelesi, Ege’nin her iki yakasında da siyaseti az veya çok etkilemiştir. Her iki ülkenin mübadilleri giriş yaptıkları ülkenin vatandaşlığına hak kazandıkları için, seçmen olarak siyaseti özellikle oy kullanarak etkileme hakkına sahip olmuşlardır. Siyasetçilerin, mübadele esnasında veya sonrasında yaşattıkları olumlu veya olumsuz her süreç, zorunlu göç ile tüm insani duyguları yıpranmış olan bu insanların sandık başında hesabını sormaları fırsatını vermiştir.

Türkiye’de iktidarda olan tek bir parti olduğu için siyasette yeni bir hareket veya yeni bir parti yapılanmasının pek ihtimali bulunmamaktaydı. Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte yeni kurulmuş olan ulus devleti destekleyen bölge, cemaat, dil, din, ırk, etnik köken veya sınıf ayırımı gözetmeyen ülkesel bağlılık üzerine kurulu ulusal bir proje oluşturuldu. Bu proje ile siyasi iktidarı tehdit edecek her tür eğilim ve yapılanmanın önü kesilmiş oldu. Türk mübadillerin ise cemaat bağlarına göre yerleştirilmelerine, kitlesel hareket etmelerini sağlayacak örgütlenmelerine veya güçlerini birleştirecek kurumlar oluşturmalarına izin verilmedi (Yıldırım, 2006, s. 306).

5 Kasım 1925 tarihinde İçişleri Bakanı Recep Bey Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmada “Muhacirlerin oluşturduğu örgütlerin, hükümetin görüntüsünü sarsan veya ülke genelinde hükümet karşıtı hareketlerin çıkmasına neden olan politik etkinlikler içerisinde olduğunu; bu örgütlerin hepsinin yasaklandığını ve yerel hükümet daireleri tarafından kaldırıldığını, liderlerin ilgili mahkemelere sevk edildiklerini” ifade etti. Recep Bey konuşmasını “ülkeyi kutuplaşmaktan başka amaç gütmeyen bu gibi eğilimlerin bütünüyle yasaklanması için belge hazırladığını” söyleyerek bitirdi (Yıldırım, 2006, ss. 306-307).

1924-1933 yılları arasında mübadiller Türkiye Büyük Millet Meclis’inde, ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu gibi siyasi hayatın gözlemcisi olarak yer almışlardır. Türkiye’de 1924- 1925 yılları arasında kurulan ve kısa ömürlü olan Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası haricinde ve Cumhuriyet Halk Partisi dışında bir örgütlenme veya siyasi yapılanmaya izin verilmedi. 1930’un ilk aylarında Serbest Cumhuriyet Fıkrası’nın kurulmasına izin verilmesi ile birlikte Türk mübadiller siyasetle ilgilenmeye başlamışlardır. Özellikle zorunlu nüfus mübadelesi ile gerçekleştirilen iskânın üzerinden seneler geçmesine rağmen hala tapularını alamayan ve devlet dairelerinin kapılarını aşındıran mübadiller vardı. Tapularını alanlar ise, yerli halkın hak talep etmesinden dolayı çeşitli zorluklarla karşılaşıyorlardı. Zorunlu göçün getirdiği türlü sıkıntıların üzerine bir de hak sahibi oldukları tapuları için güçlükler yaşayan mübadiller, hükümete karşı olan öfkelerini Serbest Cumhuriyet Fıkrası listelerine kayıt yaparak çıkarıyorlardı. Serbest Cumhuriyet Fıkrası tarımsal üretimin yoğun olduğu ve mübadillerin çoğunluk oluşturduğu yerleşim bölgelerinden büyük destek almıştır. Parti özellikle Batı Anadolu ve İzmir’de çok hızlı olarak örgütlenmesini oluşturmuştur. Serbest Cumhuriyet Fıkrası kurucusu Fethi Okyar Bey önderliğinde 1930 seçimlerine 37 bölgede katılmış ve ciddi bir göçmen nüfusu barındıran İzmir, Aydın ve Samsun’da seçimleri kazanmış ayrıca yine mübadillerin çoğunlukta olduğu Batı Trakya ve Güney Marmara’da da zaferler elde etmiştir. Serbest Cumhuriyet Fıkrası da aynen Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası gibi, Türk devriminin sağlıklı sürdürülebilmesine engel teşkil etmesi açısından başarısız olmuş ve Atatürk’ün emri ile kapatılmıştır. 1946 yılında başlatılan çok partili sistemle birlikte, mübadil nüfusun büyük bir çoğunluğu Demokrat Parti’yi desteklemişlerdir (Yıldırım, 2006, ss. 307-308).

Geldikleri topraklara azınlık konumuna düşmüş ve bu yüzden büyük acılar yaşayarak milli duyguları güçlenmiş bir kesim olan göçmenler, ilerleyen süreçlerde -özellikle 1974 tarihli Kıbrıs Barış Harekâtı ile Amerikan emperyalizmine karşı çıkışları nedeniyle- göçmenlerin sorunlarına parti seçim bildirgelerinde ve konuşmalarında çokça yer veren Bülent Ecevit’e büyük destek vermiş, 1980 askeri darbesinden sonra kurduğu DSP, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde 2000’lere kadar birinci parti olmuştur (Konuralp, 2009; 2013).

Yunanistan’da durum çok daha farklıydı. Rum göçmenlerin sayılarının ülke nüfusuna göre yüksek bir oranda olması siyaseti önemli ölçüde etkilemiştir. Bu etki iki yönde olmuştur: (1) Göçmenlerin siyasi liderliğe yani monarşiye yönelik tepkileri, (2) göçmenlere karşı yerli halkın hiç de hoş olmayan bir biçimde davranışları. Rum göçmenler kendi topraklarından uzaklaştırılıp Yunanistan’a gelmelerinden Kral Konstantin ve Halkçı Parti’yi sorumlu tutmuş ve çoğunluğu Venizelos ve Liberal Parti’yi desteklemişlerdir. Askeri darbelerle kesintiye uğrayan dönemlerde dahi, Yunan göçmenler sahip oldukları çok güçlü cemaat bağları ile gruplar oluşturmuşlar ve Cumhuriyet’in ilanında önemli etkileri olmuştur. Liberal Parti’nin Halkçı Parti’ye karşı birçok seçimden zaferle çıkmasında mübadele ile gelen Rum göçmenlerin oyunun büyük rolü olmuş ve hemen hemen ülkeye giriş yaptıkları tarihten itibaren Liberal Parti’ye hep destek olmuşlardır. Bu destek, büyük bunalımın etkisinin ülkede hissedildiği 1930’lara kadar sürmüş, büyük bunalımda uyguladığı politikaların başarısız olmasına rağmen, göçmenlere karşı politika izleyen ve bunu açıkça ifade eden Halkçı Parti iktidara gelecek diye Liberal Parti’yi destekleyerek 1928 Seçimlerini kazanmasında önemli rol oynamışlardır. 1930’dan sonra Rum göçmenlerin malları üzerindeki hakları Türk hükümetine devredeceğini açıklayarak Türkiye’ye karşı barışçıl ve ılımlı bir politika izlemeye başlayan Venizelos, Rum göçmenlerinin oylarını kaybetmiştir. Özellikle Kuzey Yunanistan’da örgütlenmeyi çok iyi başaran Yunanistan Komünist Partisi ve az da olsa göçmenlerin haklarının tazmin edilmesi görüşünü savunan Halkçı Parti, Rum göçmenlerin desteğini almıştır (Yıldırım, 2006, ss. 303- 305).

SONUÇ

Balkan yarımadası, Asya ve Avrupa’nın birleştiği bölgede yer aldığı için tarih boyunca birçok savaş ve mücadelelere tanık olmuştur. Balkanlarda, çok çeşitli halkın dağınık olarak yaşaması ortak bir kültür, dil, din olmamasının en başlıca sebeplerinden biridir. İslam, Hristiyan ve Musevi dinlerini alt mezhepleri ile barındıran Balkan yarımadası ne yazık ki tüm tarih boyunca gerek din gerekse de siyasi akımların etkisi ile savaşların, iç çatışmaların, huzursuzluğun eksik olmadığı bir bölge olmuştur. Osmanlı’nın Balkanlar’a girdiği tarihten itibaren, feodal toprak rejimine son verip yöre halkına karşı, son derece adil bir yönetim anlayışı uygulayarak özgürlüğü ve yaşamı keşfetmelerini sağlamıştır.

Osmanlı idaresinin 16. yüzyıldan sonra bozulmaya başlaması, yönetim ve istihbarat zafiyetleri oluşması, Reform hareketlerini yeterince takip edememesi ve Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan ulusçuluk akımlarının etkisi ile bu dağınık yaşayan topluluklar birer ulus-devlet olmak için ayaklanmaya başlamışlardır. Beş yüz yılı aşkın bir süre Osmanlı’nın hoşgörüsü ve adaleti altında yaşayan Balkan halkı, ayaklanmaların ardından savaşmaya başlamış ve bu savaşların sonunda kendi ulus-devletlerini kurmuştur.

Ulus-devletler kurulduktan sonra gerek toprak genişletme gerekse de oluşturdukları büyük idealleri gerçekleştirmek için tekrar Osmanlı Devleti ile savaşmaya başlamış ve bu savaşların neticesinde Osmanlı’nın Balkanlara yerleşmesinden beri bu bölgelerde yaşayan Müslüman Türkler azınlık durumuna geçmişlerdir. Artık onlar için yaşam eskisi gibi olmayacaktır. Göç, sürgün, nüfus mübadelesi -hangi ad altında olursa olsun- ilk defa Yunanistan tarafından başlatılmış ve Makedonya’dan 240.000 kişi göç etmeye zorlanmıştır. Osmanlı hükümeti de yaklaşık aynı sayıda kişiyi Doğu Trakya ve Batı Anadolu’dan göçe zorlamıştır.

I. Dünya savaşı sonunda kaybeden taraf içinde yer alan Osmanlı Devleti, diğer İttifak devletlerinin antlaşmalarından farklı bir şekilde tasarlanmış, asla ateşkes sonrası düzenlenmiş bir antlaşma olarak kabul edilmeyen, bir milletin yok olmasına yönelik hazırlanmış, bir parçalama ve neredeyse tüm topraklarının planlanarak işgal edilmesini kapsayan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır.

Osmanlı Padişahı-Halifesi ve atadığı hükümetlerin, memleketin işgaline, Müslümanlara yapılan eziyete, egemenlik ve bağımsızlığın ortadan kalkmasına yönelik mütarekeler ve antlaşmalar yapması tüm Osmanlı halkını büyük bir karamsarlığa, ümitsizliğe ve gelecek endişesi içine itmişti. İşte bu noktada tüm bu halka, yeni bir kimlik telkin ederek ortaya çıkan Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin önderi olmuştur. “Türk milleti” kavramı ve Türk milletinin bir ferdi olunması fikrini tüm halka anlatmaya başlamıştır. Halka aşılanan en önemli konu ise Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Yunan, Sırp ve Arapların, Yunan milliyetçiliği, Sırp milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği adı altında kendi milliyetçilik fikri ile halklarını uyandırarak Osmanlı’ya başkaldırıp kendi devletlerini kurmuş olmalarıdır. Ümmet veya tebaa kavramları değil artık Türk milleti ve Türk devleti olacaktı.

20 Kasım 1922 tarihinde başlayan Lozan Konferansı ile I. Dünya Savaşında yenilen devletlerden yalnızca bir tanesi birkaç yıl içinde, kendisi hakkında verilen kararı tersine çevirerek İtilaf Devletleri ile yeni bir barış antlaşması için tekrar masaya oturmuştur. Savaş meydanlarında zaferini ilan eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ve Türk halkı, masa başında da yani Lozan Barış Konferansı’nda, Misak-ı Millî’de belirtilmiş bağımsızlık, egemenlik ve ulusal sınırlarını kabul ettirmiştir.

Lozan Barış Konferansı’nda, devlet sınırlarının belirleneceği gibi ekonomik, siyasal ve hukuksal sorunların da çözümlenmesi gerekiyordu. Özellikle göç sorununun, yasal bir zemin ile çözümlenmesi çok önemliydi. Sorunların büyük ve çok taraflı olması açısından uluslararası bir barış konferansında ortaya konması önemli bir kolaylık sağlamıştır

Yeni ulus devletleri toprak egemenliğini sağlama almak, ülke nüfus yapısını homojenleştirmek için, ilk önce kendi sınırları içinde beş yüzyılı aşkın süredir o bölgelerde yaşayan Müslüman Türklere baskı yaparak göçe zorlamıştır. Türkler artık vatanını terk etmeye zorlanıyor ve Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Savaşın koşulları ile yaşanan yoğun Rum göçü ile birlikte bu durumu artık uluslararası hukuka uygun bir zemine oturtmak ve bu süreci tamamlamak gerekiyordu.

Milletler Cemiyeti tarafından görevlendirilen Dr. Nansen Konferans başlamadan önce Birinci Dünya Savaşında yerini yurdunu bırakıp yeni bölgelere sığınmak zorunda kalan göçmenlerin durumunu incelemek için Türkiye ve Yunanistan’da bir dizi görüşmelerde bulunmuştu. Etnik yer değiştirmelerin meydana getirdiği ekonomik sorunlara çözüm bulunması ve halkın iç içe geçmişlikten kurtarılmasının bölgede kalıcı bir barış ortamı sağlayacağı, bunun da iki devletin yararına olacağı gibi Avrupa’nın barışı açısından da çok büyük fayda sağlayacağı düşünülmekteydi.

Nüfus mübadelesi, insanların yeni bir ülkeye taşınmaları için, sınıflandırılmaları, arkada bırakacakları kişisel mal ve mülklerin kaydedilmesi, değerlendirilmesi ve tasfiyesi, bu malların tazmin edilmesi gibi son derece ağır ve zor bir çalışmayı kapsamaktaydı. Her nüfus mübadelesinin, mübadeleye tabi tutulacaklar açısından büyük acılara ve fedakârlıklara yol açacağı da bilinmektedir. Nansen buna rağmen nüfus mübadelesinin yapılmaması durumunda ileride ortaya çıkacak sonuçların mübadeleden çok daha ağır olacağı görüşündeydi.

Yunanistan’a savaş öncesi, süresince ve sonrası tam kesin olmamakla birlikte 1,25 milyon civarında göçmen girerken, Türkiye’ye yaklaşık 400.000 civarında göçmen giriş yapmıştır. Bu durumu değerlendirirken göç ile ülkelerin o günkü toplam nüfus oranlarına bakmak gerekiyor.

Türk topraklarında yaşayan insanlar 1906 nüfus sayımında 15 milyon iken, 1927 nüfus sayımında bu rakam 13,5 milyondur. Yani gelen göçmen sayısı toplam nüfusun yüzde 4’ü kadardır.

Bir başka tespit ise zorunlu nüfus mübadelesi, savaşlar esnasında veya savaşa sonrası terk edenlerle birlikte Türk topraklarından yaklaşık 2 milyon gayrimüslim göç etmiştir. Yunan topraklarında ise 1920 yılında 5 milyon civarında olan nüfus 1930 yılında 6,2 milyon olarak tespit edilmiştir. Alınan göçün toplam nüfusa etkisi yüzde 25 oranında olmuştur. Müslümanların bıraktığı yerlere gelen göçmenlerin sığmaları yani yerleştirilmeleri söz konusu dahi değildi. Uluslararası bir yapıya sahip olan Göçmen İskân Komisyonu, Milletler Cemiyeti gözetiminde çalışmalarını Yunan hükümeti ile yakın ilişki içinde yapmıştır. Acil bir yerleşim planı ile bu kadar ani gelen nüfusu yerleştirmek için bir toprak reformu yapılmış ve yeni yerleşim bölgeleri açılmıştır. Toprağın yeniden dağıtılması planlanarak kuzeyde binin üzerinde yeni köyler, şehirlerde yeni mahallerle kurulmuş, ülkedeki tüm kasabalar genişletilmiştir. Bu bölgelerde yerleşimi kalıcı kılabilmek için yollar, köprüler, dispanserler ve okullar inşa edilmiştir. Tüm bu çalışmalar için Yunanistan Milletler Cemiyeti’nden önce 10 milyon daha sonra 3 milyon İngiliz Sterlini almıştır. Türk hükümeti, Yunanistan gibi yardım alamadığı için kendi kıt kaynakları ile mübadele için ancak Yunanistan’ın harcadığının onda biri ile yirmide biri arası rakamı harcayabilmiştir. Türk–Yunan savaşında geri çekilen Yunan askerleri ve ordunun gözetiminde kaçan Yunanlıların zarar verdiği köy ve kasabalar ile yaktıkları mülkler yüzünden ortaya çıkan yeni şartlara göre yerleşimin tekrar belirlenme zorunluluğu doğmuştur.

Zorunlu nüfus mübadelesinin bu çalışma çerçevesinde üç ana sorunu ortaya çıkarttığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, Milletler Cemiyeti tarafından da onaylanan Dr. Fridtjof Nansen’in raporunda belirttiği gibi, halkın iç içe geçmişlikten kurtarılmasının bölgede kalıcı bir barış ortamı sağlayacağı, bunun da iki devletin yararına olacağı gibi Avrupa’nın barışı açısından da çok büyük fayda getireceği düşünülerek yapılmıştır. Ancak bu durum daha çok Yunanistan’ın kendi etnik kökeni ile homojen bir yapıya ulaştırılıp, yeniden inşası için yapıldığı gibi gözükmektedir. İkincisi, Yunanistan Milletler Cemiyeti’nden bu yardımı almasaydı bu mübadeleyi gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktı. Üçüncüsü, iç içe geçmiş bu iki halk beş yüz yılı aşkın bir süre dil, din, eğitim hürriyeti ile herhangi bir asimilasyona uğramadan Osmanlı veya Türk idaresinin çatısı altında beraber yaşamışlardır. Ancak ulus-devletler kurulduktan sonra karışıklıklar ve huzursuzlukların çıkması veya çıkartılması, bir devletin homojen bir yapı içinde oluşturulmak istenmesinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Zorunlu yapılan mübadele, göçmen ismi alan insanlar için psikolojik açıdan gerçekten çok büyük bir yıkım olmaktadır. Bu göçün toplumsal etkisi uyum sorunu ile ortaya çıkmaktadır. Zorunlu göç ile yer değiştirmek zorunda olan göçmenin belirli bir kırgınlık ile yeni girdiği toplumda kendine yer bulmaya ve bunun içinde, arayışlara girerek uyum sorununu aşmaya çalışmaktadır.

Etnik köken, kültürel ve dinsel farklılıklara rağmen evi, arazisi, kısacası mülkiyet sahibi olduğu, vatan kabul ettiği, kaç kuşaktır yaşadığı topraklardan, hiçbir sorununun bulunmadığı halde, başkalarının kararı ile “terk etmek zorunda” bırakılmanın yaşattığı travmayı ancak yaşayan bilir. Bu duyguyu, yaşayanların dışında anlamak, gerçekten mümkün değildir. Göçe zorlanan kişiler, vatan kabul ettikleri toprakları terk edip, kendi dillerini konuştukları, kan bağı ile bağlı oldukları bir başka ülkeye gitseler bile uyum sorunları yaşamakta ve terk ettikleri topraklara ilişkin özlemlerini canlı tutmaktadırlar. Bu her iki toplum için de geçerlidir. Yani Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Türkler veya Türkiye’den Yunanistan’a giden Rumlar, kendilerini gittikleri ülkeden çok göçtükleri ülkeye ait hissetmekte, gittikleri ülkeden çok göçtükleri ülkenin kimliğini taşımaktadırlar. İşte bu duygu ve maddi koşullar içinde mübadillerin bulundukları ülkeye uyum sağlamaya çalışırken yeni vatanlarını demografik, coğrafi, sosyal, ekonomik ve siyasal açılardan etkileyerek şekillendirdikleri bir durum da söz konusudur. Aradan onlarca yıl geçmesine karşın, bu etkilerin sürekliliği söz konusudur. O nedenle, mübadele konusunun güncel boyutlarına ilişkin daha fazla ve derinlikli bilimsel analizlerin yapılması çok büyük önem taşımaktadır.

ÇALIŞMA HAKKINDA BİLGİ NOTU

Bu çalışma, İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Tezli Yüksek Lisans Programında, Yrd. Doç. Dr. Yılmaz Tezcan danışmanlığında yürütülen ve 2016 yılında savunulan “Yunanistan ile Mübadelenin Nedenleri ve Sonuçları” başlıklı tez çalışmasından üretilmiştir.

KAYNAKÇA

Arı, K. (1995). Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Arnold, C. E. ve Biziouras, N. (2016). “90.Yılında Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi Yeni Yaklaşımlar”. Yeni Bulgular Sempozyum Bildiri Metinleri içinde. Lozan Mübadilleri Vakfı Yayınları.

Barutciski, M. (2006). “Lozan’a Yeniden Bir Bakış: Uluslararası Hukuk ve Siya-sette Nüfus Mübadeleleri”. Ege’yi Geçerken: 1923 Türk Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Renée Hirschon (der). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Gökaçtı, M. A. (2003). Nüfus Mübadelesi Kayıp Bir Kuşağın Hikâyesi. İstanbul: İletişim Yayınları.

Hirschon, R. (2006). Ege’yi Geçerken 1923 Türk- Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Keskin, F. (2003). “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi”, Yaşayan Lozan, Çağrı Erdan (der) içinde. Ankara: T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı, Yayın No: 2990, (ss. 765- 806).

Konuralp, E. (2009). “Ecevit’s Conception of Nationalism: A Unique Position or a Syncretic Vision?” Master of Science Thesis, Ankara: Middle East Technical University.

Konuralp, E. (2013). Ecevit ve Milliyetçilik. İstanbul: Togan.

Kontogiorgi, E. (2006). “Makedonya’nın Yunanistan’a Ait Olan Kısmına Mülteci Yerleşiminin Ekonomik Sonuçları, 1923-1932”. Ege’yi Geçerken 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, (ss. 89-110), Derleyen: Renee Hircchon. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Temel, S. B. (2014). Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Mübadeleye Yol Açan İhtilafların Analizi. Lozan Mübadilleri Vakfı Yayınları.

Yerolympos, A. (2006). “Yunanistan’da İki Savaş Arası Dönemde Şehir Planlama ve Mülteci Sorunu”. Ege’yi Geçerken 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, Derleyen: Renee Hircchon. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yıldırım, O. (2006). Türk-Yunan Mübadelesinin Öteki Yüzü: Diplomasi ve Göç. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.