Bir Mübadil Ailenin Bellek-Sonrası: Mübadele ve Mülksüzleşme1
Yonca CİNGÖZ
Özet
1990’lardan bu yana mübadelenin arkaplanı ve etkileri üzerine Türkçe akademik literatür hızla genişlemiş olsa da, mübadil anlatılarından yola çıkarak mübadelenin psikolojik ve kültürel etkilerini irdeleyen çalışmaların sayısı halen sınırlıdır. 1. kuşağın üyelerinin büyük çoğunluğunun hayatını kaybettiği bu yıllarda 2. ve 3. kuşaklar- la derinlemesine görüşmelere ağırlık vermek Türkçe mübadele literatürüne hem yeni mikro-tarihsel bilgiler hem de belleğin aktarımıyla ilgili yeni perspektifler kazandıracaktır. Mübadeleyi daha iyi anlamak için, bu literatürü bellek çalışmalarıyla ilişkilendirecek disiplinlerarası ve karşılaştırmalı yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Bu makalede, Kavala’dan göç ettirilerek İstanbul’un bugün Bağcılar’a bağlı olan Mahmutbey kö- yüne iskan ettirilen bir mübadil aile olan Ergelen ailesinin 2. ve 3. kuşak üyeleriyle yapılan sözlü tarih görüşmelerinin bellek-sonrası, göç ve mülksüzleşme bağlamında bir analizi sunulacaktır. Böylece Türkçe mübadele olgusunun psiko-kültürel boyutuna dikkat çekmek ve mübadele literatürü ile bellek çalışmaları arasında bir köprü kurmak amaçlanmaktadır.
Giriş
İstanbul’un o tarihte Bakırköy ilçesine bağlı bir nahiyesi olan Mahmutbey’e iskan ettirilen Ergelen ailesinin 2. ve 3. kuşak üyeleriyle görüşmeler üzerinden, aile içinde aktarılan belleğe mülksüzleşme bağlamında bakmayı amaçlamaktadır. Öncelikle çalışmanın teorik arkaplanında yer alan bellek çalışmaları ve mübadele literatürleri arasın-
⦁ Bu çalışma için bana uzun saatlerini ayıran, evlerini ve hayatlarını açan Ergelen ailesine, yönlendirme ve destekleri için Lozan Mübadilleri Vakfı’na çok teşekkürler.
daki ilişkiye değinilecek, bellek-sonrası ve mülksüzleşme kavramları açıklanacaktır. Ardından görüşmecilerin 1. Kuşakların kendilerine göç süreci ve devamında hayata tutunma çabalarıyla ilgili anlattıklarını ve kendi ortak yaşamlarından hatırladıklarını içeren anlatıları değerlendirilecektir. Bu zengin malzemenin yalnızca makalenin ama- cına uygun kısıtlı bir bölümüne değinilecektir. Anlatılar değerlendirilirken özellikle şu sorulara yanıt aranacaktır: Ailenin 1. kuşakları göç ve mülksüzleştirilme deneyimini sonraki kuşaklara hangi anlatılar yoluyla aktarmıştır? 2. ve 3. kuşaklarda, kendilerine aktarılan anılarla kendi deneyimlerinin bileşiminde nasıl bir bellek-sonrasından söz edilebilir?
Bellek çalışmaları ve mübadele
Bellek üzerine düşünce Homeros, Platon ve Aristoteles’e kadar geri götürülebilir ancak ilk bilimsel çalışmalar 19. Yüzyılda psikoloji alanında ortaya çıkmış ve bellek uzun bir süre bireysel bir fenomen olarak ele alınmıştır (Erll 2011: 13). Belleğin toplumsal yönünü ilk vurgulayan, 1920’lerde “kolektif bellek” kavramını yaratan Fransız fel- sefeci ve sosyolog Maurice Halbwachs’tır. Halbwachs bireysel ve kolektif belleği belirleyenin toplumsal bağlam ve yapı olduğunu, bireysel belleğin aslında kolektif belleğin bir ürünü olduğunu söyler. Bellek çalışmalarının tarih, antropoloji, sosyoloji, felsefe, psikiyatri gibi çeşitli alanlardan beslenen disiplinlerarası bir akademik alana dönüşmesi 1980’lerde gerçekleşir ve özellikle Yahudi soykırımı ve toplumsal travma üzerine çeşitli disiplinlerden araştırmalarla beslenir. Bellek çalışmalarında araştırma odağı olarak karşımıza “kollektif bellek”in yanı sıra “toplumsal bellek” (Connerton 2019), “kültürel bellek” (Assmann 2015) gibi farklı kavramsal tercihler çıkar ancak bu kavramların kesişimindeki ortak görüş, belleğin bireyin sınırlarını ve yaşam süresini aştığı, birey ile toplum arasındaki ilişkisellikle kurulduğu, kültürel ve toplumsal olarak aktarıldığıdır.
Bellek çalışmalarında kültürel bellek ve kolektif bellek arasındaki ayrıma değinmek faydalı olacaktır. Marian Hirsch’ün aktardığı gibi, Aleida ve Jan Assmann Halbwachs’ın kolektif bellek ikiye ayırarak incelerler: Birey, aile ve topluluk ölçeğinde aktarılan “iletişimsel bellek” ile ulusal/politik ve kültürel/arşivsel olarak aktarılan “kültürel bellek” (2008: 109-10). Bellek araştırmacılarının yaklaşımlarını da bu şemaya göre ikiye ayırmak mümkündür. Kültürel belleğe odaklanan teorisyenlerden Paul Conner- ton Toplumlar Nasıl Anımsar? (2019) adlı kitabında “transfer edimleri” kavramı etra- fında anlatıları, anma törenlerini ve bedensel pratikleri inceleyerek kolektif hafızanın kültürel ve toplumsal olarak aktarımına mercek tutmuştur. Kolektif belleğin iletişimsel boyutuna bakanlar ise ev, aile ya da küçük topluluklar içindeki yakın ilişkilerle, aynı kuşağın üyeleri arasında ve kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığına odaklanırlar.
Bu ikinci yaklaşımın ağırlıkla görüldüğü bir literatür, bellek çalışmalarıyla travma çalışmalarının kesişiminde yer alan Yahudi soykırımı çalışmalarıdır. Travmatik top- lumsal olayların kolektif belleği nasıl oluşturduğuna ve travmatik belleğin nasıl aktarıldığına ışık tutan bu literatürde uzun yıllar yalnızca 1. kuşağın deneyimlerine ve belleğine odaklanılmıştır. Onların çocuklarının, diğer deyişle bir sonraki kuşağın ya da
2. kuşağın nasıl bir kuşak olduğuna, travmadan sağ kalan büyükleriyle sürdürdükleri ortak yaşamlarının kendi bellekleri ve deneyimlerinin şekillenmesini nasıl etkiledi- ğine odaklanan çalışmaların örneklerine 70’lerin sonlarından itibaren rastlarız. Eva Hoffmann’ın özgeçmişine dayandırdığı çalışması (2004) bu anlamda öncü sayılabilir. Hoffmann’ın “menteşe kuşak” ve “soykırımın gardiyanları” olarak da nitelediği 2. kuşak, olayların bilgisini devralır ve bu bilgilerin bir tarihe dönüşmesinde rol alır. 1. kuşakla bir arada büyüyen ve onların travma sonrası yaşamlarına hem tanıklık edip hem de bu yaşamı onlarla paylaşan 2. kuşağın üyeleri, 1. kuşakla ve travmalarıyla, bizzat yaşamadıkları halde, “bir tür yaşayan/canlı bağlantı” kurar. Hoffmann’a göre
2. kuşakta travmanın belleği yoktur, bu onlar için “derinden içselleştirilmiş ama tuhaf bir biçimde bilinmez bir geçmiş”tir (Hoffmann 2004: 6). 2. kuşakların kişisel bellek- leri bu büyük travmatik tarihe bağlanmıştır, bu zorlu ve ürkütücü geçmişin mirasını taşırken kendilerini “sonradan gelmiş”, “gecikmiş”, “ikincil” durumda hissederler. 2. kuşak hem kendisine miras bırakılan bilginin hem de bu bilgiden kendi çıkardığı veya çıkarabileceği bilginin yükünü taşımaktadırlar. Hoffmann, 1. kuşaktan büyüklerinin ömürlerinin sonlandığı yıllarda 2. kuşağın, onlardan aldıkları ve yaşadıkları bu be- denlenmiş bilgilerin kaybolup gitmemesi, bir kültürel belleğe dönüşmesi için bunları arşivlemek, estetik ve kurumsal yapılara dönüştürerek saklamak için çok güçlü bir aciliyet duyduğunu anlatır. Hoffmann’a göre 2. kuşağın hikayesinin özgünlüğünü fark etmek, travmatik tarihsel olayların derin ve uzun vadeli etkilerini anlamak açısından önemlidir.
Hoffmann’ın çalışmasını takip eden yıllarda pek çok araştırmacı yüzünü 2. kuşağa dönmüş, onların ebeveynleriyle kurdukları bu özel ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Bun- lardan biri de travma sonrası bellek aktarımına yeni bir yaklaşım getirerek “bellek- sonrası/post-bellek” (postmemory) kavramını ortaya atan Marianne Hirsch’tür (Hirsch 1992 vd). Bellek-sonrası “travmatik bilginin ve deneyimin kuşaklar arası ve kuşaklar aşırı aktarıldığı bir yapı”dır. [K]ültürel veya kolektif travmaya tanıklık edenlerden son- ra gelen kuşağın bir önceki kuşağın deneyimleriyle kurduğu ilişkiyi tarif eder. Bunlar aslında onların ancak büyürken çevrelerini saran hikayeler, imajlar ve davranışlar ara- cılığıyla “hatırlayabildikleri” deneyimlerdir ama onlara öylesine derinden ve duygula- nımsal bir biçimde aktarılmıştır ki, kendi başlarına anılar oluşturmuş gibi görünürler. Bu kadar baskın anılarla büyümek, kişinin kendi doğumundan ve bilincinden önce gelen anlatıların kişiye hâkim olması, kişinin kendi hikayelerinin ve deneyimlerinin önceki kuşağınkiler tarafından yerinden edilmesi, hatta içinin boşaltılması riskini de barındırır. Bunlar anlatı yoluyla yeniden inşa edilmeye karşı koyan ve kavrama ye- tisini aşan travmatik olaylarca halen dolaylı da olsa şekillendirilmeye tabidirler. Bu olaylar geçmişte olmuştur ancak etkileri bugün de sürer (Hirsh 2008: 106-7).
Kolektif bellek ve belleğin kuşaklar arası aktarımına yükselen ilginin Türkiye’deki tezahürlerine baktığımızda, öncü çalışmalardan biri olarak Esra Özyürek’in derlediği Türkiye’nin Toplumsal Hafızası kitabından söz edebiliriz. Özyürek, bir “büyük sil- me”nin ardından 1990’larda Türkiye’de ivmenin unutmaktan hatırlamaya kaydığını, bugünün kuşaklarının “hem kendi [geçmişleri] hem de tarihin nasıl şekillendiği”ne merak duyduklarını saptar, “Önce tarihini silen, sonra da ona büyük bir hevesle sarılan Türkiye toplumu, geçmişin kurgulanması ve hatırlanması konularında araştırmacılara eşsiz bir kaynak sunuyor” diye yazar. Bu bakımdan Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin başındaki travmatik anıların aktarımında 2. kuşaktan daha çok, silinmiş geçmişini keş- fe çıkma imkânı bulan 3. kuşağın rol oynadığını, Hoffmann’ın 2. kuşağın taşıdığı yük ve sorumlulukla ilgili vurgularının 2. kuşaktan daha çok 3. kuşakla uyuştuğunu ileri sürebiliriz.
Göç çalışmaları ve mübadele
Bellek çalışmalarıyla birlikte son yıllarda hızla genişleyen bir başka disiplinlerarası literatür göç çalışmaları literatürüdür. Bu alanda göç fenomeninin kategorizasyonu ve tarih yazımındaki hakim varsayımlara getirilen eleştiriler göze çarpar. Örneğin 19. yüzyıldan itibaren Ortadoğuda yaşanan zorunlu göçler, yerinden edilmeler, mülk- süzleşmeler ve baş etme stratejilerini tarihsel ve antropolojik açıdan inceleyen Dawn Chatty, göç araştırmalarına hakim olan “neoklasik ekonomik” ve “tarihsel-yapısal” yaklaşımlara karşı çıkar. Birinde tarihsel nedenler unutulmakta, diğerindeyse serma- yenin çıkarlarına odaklı bir analiz yapılıp bireylerin edim ve motivasyonları gözardı edilmektedir. Her ikisi de günümüz göçlerinin karmaşıklığını açıklamada yetersiz kal- maktadır. Burada gönüllü göç ile zorunlu göç arasında bir ayrımdan yola çıkılmakta ve ekonomik göçmenlerin hareketlerinde bir miktar düzenlilik olduğu, oysa politik ve zorla dayatılan göçlerin spontane olarak gerçekleştikleri ve tahmin edilemez oldukları iddiası savunulmaktadır. Sonuç olarak ekonomik sebeplerle yapılan göçlerin incelen- mesine ağırlık verilmiştir. Chatty zorunlu göçle ilgili tahmin edilemezlik iddiasına karşı çıkar, gönüllü göç ve zorunlu göçü ikilik içinde değil, “bir nüfus hareketinin sürekliliği içindeki ayrık fenomenler olarak” ele almayı, benzerlikleri görmeyi ve ihmal edilmiş zorunlu göç meselesine özel dikkat göstermeyi önerir (Chatty, 2010: 11-12, 14). Son yıllarda bellek çalışmaları ile göç çalışmalarının kesişiminde (Creet & Kitzmann 2014, Palmberger & Tošić 2015 vd), zorunlu göçlerde travma, yerinden edilme, göçmenliğin sürekli hale gelmesi, küreselleşmenin etkisiyle belleğin hareketli hale gelmesi gibi yeni araştırma konularının peşinden giden çalışmalar üretilmeye başlanmıştır.
Bir zorunlu göç örneği olan mübadeleyi Türkiye’de de artan bir ilgiden söz edebile- ceğimiz bu iki disiplinlerarası literatürle ilişkilendirerek yeniden düşünmek faydalı olacaktır. Özyürek’in dile getirdiği, geçmişimizle yüzleşme ve hatırlama açılımımı- zın bir vehçesi de kuşkusuz mübadil kimliğinin kamusallaşması, görünür kılınmasıdır. Türkiye’de bu yönde akademik ve edebi yayınların, kültür ürünlerinin çok büyük bir kısmı Lozan Mübadilleri Vakfı’nın mübadillik kimliğini görünür kılmak ve mübadele deneyimini çok boyutlu biçimde topluma aktarma çabalarının etkisiyle 2000’lerde üretilmiştir. Vakıfla birlikte kimi yerel mübadele derneklerinin ve gazeteci İskender Özsoy’un 1. kuşaktan mübadillerle yaptıkları sözlü tarih görüşmelerinin bir bölümü kitap veya video formatlarında yayınlanmıştır. Mübadele olayını eleştirel bir bakışla ele alan romanlar, tiyatro oyunları, filmler, belgeseller yapılmıştır.
Öte yandan Türkçe mübadele literatüründe Hoffmann’ın soykırım çalışmalarında gördüğüne benzer ve bu yazının konusu açısından önemli bazı eksiklerden söz edilebilir. Birisi, olayın psikokültürel boyutlarının sosyopolitik boyutlarına nazaran daha az in- celenmesi, diğeriyse bu tür incelemelerde disiplinlerarası ve karşılaştırmalı perspektif- lere pek rastlanmamasıdır. Mübadil bireylerin ve toplulukların deneyimlerine ve anla- tılarına dayanan az sayıda çalışma 1. kuşağın anlatılarını kayda geçmekte, mübadilliğe Hoffmann’ın deyimiyle “monokültürel” (xiii) bir noktadan, tekil bir kültür olarak ba- kılmaktadır. Dolayısıyla Türkçe mübadele literatüründe yapılabilecek önemli katkı- lar arasında şunlar sayılabilir: 1. kuşakların deneyimini psikokültürel boyutlarıyla ele alınması, mevcut akademik çalışmaların, sözlü tarih kayıtlarının ve kültür ürünlerinin bir arada değerlendirilip bellek ve göç teorilerinden beslenerek disiplinlerarası veya karşılaştırmalı biçimlerde okunması, 1. kuşağın büyük çoğunluğunun hayatta olma- dığı şu yıllarda 2. ve 3. kuşaklarla görüşmelere hız verilerek belleğin aktarımının ve temsilinin incelenmesi. Bu tür çalışmalar, mübadele literatürünü olduğu kadar bellek ve göç literatürlerini de zenginleştirecek, ülkemizin en önemli gündem maddelerinden biri haline gelen göç ve mültecilik meselesini göçün bu coğrafyadaki tarihselliğiyle bağ kurarak anlamlandırmada da araştırmacılara farklı bir ışık tutacaktır.
Mülksüzleşme ve mübadele
Mübadillerin hikayelerinde ilk bakışta elbette yoksun bırakan maddi ve gayrimaddi mülksüzleşmeler göze çarpar. Mübadiller evlerini, ekip biçtikleri topraklarını, sevdik- lerinin mezarlarını, yanlarına alamadıkları hayvanlarını, tarım aletlerini, kaydı tutul- mayan veya vardıkları yerde belgeleri kabul edilmeyen taşınmazlarıyla ilgili hakları- nı kaybetmişlerdir. Bu maddi zenginliklerin yanı sıra mübadele ve iskan süreçlerinin çetinliği, açlık, soğuk ve hastalıklar nedeniyle genç yaştaki yakınlarını yitirmişlerdir. Mübadele sonrasında da arkada bıraktıkları coğrafyayla ilişkili toplumsallık tarzlarını ve adetlerini yavaş yavaş yitirmeyi sürdürürler. “Halkların ayrılması” politikasının ilk bakışta tespit edilemeyen ve halen hesaba dökülememiş uzun vadeli sonuçları da var- dır: ortak deneyimlerin kaybı, ötekilerin yaşam biçimine dair bilginin kaybı, anlayış ve saygı getiren tanıdıklığın kaybı, toplu yabancılaşma ve çatışma/sürtüşme/şiddet anla- tıları üzerine inşa edilen ulusal kimliklerin içinde taşıdığı gelecek çatışmaların riskleri gibi (Hirschon 2007: 14-15).
Mübadelenin yarattığı mülksüzleşmeyi yalnızca kayıplara odaklanmadan, daha geniş bir perspektiften ele alabilmek için Judith Butler ve Athena Athanasiou’nun Mülksüzleşme isimli kitaplarındaki kavramsallaştırmaya başvurulacaktır. Bu kitap göç ve bellek çalışmalarından ayrışık durmakla birlikte; zorunlu göç, yerinden edilme, va- tandaşlık haklarından mahrum bırakılma, kültürel tanınmama, aşağılayıcı çağrılmalar gibi kavramları ve tarihsel göndermeleriyle mübadele anlatılarına bakmaya elverişli- dir. Butler ve Athanasiou hem liberal hem de otonomist Marksist mülkiyet ve mülk- süzleşme anlayışlarına bir alternatif sunmaktadır.
Liberal teorilerde mülkiyet sahipliği ile “var olmak” ve “özgür olmak” arasında temel bir bağ kurulurken, mülksüzleşme bir varlık, özgürlük ve faillik kaybı olarak anlaşıl- mıştır (Fraley 2017, Butler & Athanasiou 2017: 39). Otonomist Marksistler Marks’ın “ilksel birikim” teorisini gözden geçirerek mülksüzleşmeyi yeniden kavramsallaştır- mışlardır. Onlara göre mülksüzleşme, tarihsel olarak aktarılan ve geç kapitalizmin özelleştirme dinamikleriyle ortak kaynakların satılmasına, kiralanmasına kadar varan, insan dışı yaşamı geri dönüşsüz biçimde tahrip eden ve hepimizin direnmesi gereken bir dinamiktir ve bununla mücadele etmek için müşterekleri, ortak yaşamı ve kay- nakları devletin veya kişilerin sahipliğine vermeden korumak ve ortaklaşa kullanmak gerekir (Harvey 2004, Hardt & Negri 2011).
Butler ve Athanasiou ise modernist, hümanist, liberalist görüşlerin tamamına me- safe alıp, “mülksüzleşme”yi mülkiyetin gölgesinden çıkararak kavramsallaştırma- ya çalışırlar. Bu yoruma göre, varlık ile sahiplik arasında bir denklik olmadığı gibi, mülksüzleşme salt olumsuzlamayla yaklaşılabilecek ve alt edilebilecek bir süreç de değildir. Varlık ile yokluk arasında bir diyalektik ilişki söz konusudur ve bu ilişki içinde “mülksüzleşme” iki farklı anlamı barındırır. İlk anlamıyla mülksüzleşme, “bizi ilişkisel ve karşılıklı bağımlı varlıklar olarak tesis eden”(31) şeydir. İkinci anlamı ise “dayatılan zararı, acı veren çağrılmaları, ket vurulmayı ve engellenmeyi, yani ele alın- ması ve telafi edilmesi gereken boyun eğme biçimleri”ni, toprağını, vatandaşlığını, geçim kaynaklarını kaybetmeyi, askeri ve yasal şiddete maruz kalmayı ifade eder (30).
Bu iki anlamın sırt sırtalığını gözardı edemeyeceğimiz gibi, Butler ve Athanasiou’ya göre, ilişkiselliğimizi sağlayan mülksüzleşmeyi zorlayıcı, mahrum bırakan mülksüz- leşmeden daha öncelikli bir yere koymamız da mümkündür. “Haklarımız olduğunda bile bu hakları bahşeden ve devam ettiren bir yönetim tarzına ve yasal rejime bağımlıyızdır. […] daha haklarımızı, toprağımızı ve aidiyet tarzlarımızı yitirmek suretiyle mülksüzleşmemiz söz konusu olmadan önce bile zaten kendimizin dışında- yızdır. [...] daha en başından haz ve acılarımızın süreklilik gösteren bir toplumsal dün- yaya, sürerliğimizi sağlayan bir çevreye bağlı olduğu, karşılıklı bağımlı varlıklarız. [...] Mülksüzleştirilebilir olmamızın tek sebebi halihazırda zaten mülksüzleştirilmiş olmamızdır” (Butler & Athanasiou 2017: 30-32). Bu iki yönlü mülksüzleşme tarifi, göçmeni veya mübadili aynı anda hem öznellik hem tabiyet üzerinden düşünmemize olanak verir.
Mübadele anlaşmasını imzalayan Lozan görüşmecilerinin tahayyülündeki mübadil imgesi de hem tebaa hem özne olarak düşünülebilir. Bu mübadil bir yandan, ailesinin nesillerce yaşadığı topraklardan devşirdiği dil, kültür, alışkanlıklar, toplumsallaşma tarzlarına bağlanmış, böylece “kendi üstündeki malikiyetini” yitirmiştir. Bir kolektif- liğin içindedir yani “henüz mülksüzleştirilmeden mülksüzleşmiş” durumdadır. Diğer yandan, kış gelmeden hemen ve “sağ salim” göç etmesinin ve ertesi kış hızla “üretici duruma gelmesinin” zorunlu kılınmasıyla, ve yeni kurulan Türkiye’nin ekonomisini şahlandıracak bir emek gücü konumuna atanmışlığıyla da mülksüzleştirilmiş durum- dadır (Temel 2014).
Ergelenlerin mübadelesi
Bu bölümde, bellek-sonrası ve mülksüzleşme kavramları üzerinden mübadil Ergelen ailesinin 2. ve 3. kuşaktan üyeleriyle yaptığım görüşmeleri inceleyeceğim. Esat Halil Ergelen, kardeşi Nizami Ergelen, eşi Birgül Ergelen, annesi Fatma Ergelen ve ba- bası Niyazi Ergelen ile hem kendi hayatlarını hem de 1. kuşaktan, Fatma’nın annesi Ayşe Öziş, babası Halil Öziş, Niyazi’nin annesi Gülsüm ve babası Halil’in aktardıkları anıları kapsamaya çalıştığımız sözlü tarih görüşmeleri yaptım.
Mübadele öncesinde Ergelen ailesinin büyükleri Kavala’nın Naipli köyünde yaşıyor ve geçimlerini tütün işçiliği ve küçükbaş hayvancılıkla sağlıyorlardı. Mübadele anlaş- ması kapsamında 1924 mayısında topluca göç ettirildiler ve köy nüfusunun büyük bir kısmıyla birlikte İstanbul’un Mahmutbey nahiyesine yerleştirildiler. Mübadelenin 1. kuşakğı olan annesi Gülsüm Ergelen ve babası Halil Ergelen Kavala’da doğmuşlardı ve mübadele sırasında savaş yıllarında doğan pek çok çocuk gibi babasızdılar. Gül- süm’ün babası savaşta, Halil’inki ise hastalıktan hayatını kaybetmişti. Mübadele sıra- sında 6 ila 9 yaşlarındaydılar. Tek çocukları olan Niyazi, eşi Fatma Ergelen, torunları Esat Halil Ergelen ve Nizami Ergelen Mahmutbey’de doğup büyümüştür. Esat Halil Ergelen’in eşi Birgül ise çocukluğunu köyde geçirdikten sonra taşınmalarıyla ortao- kuldan evlenene kadar Bakırköy’de yaşamıştır.
Sözle ve sessizlikle anlatmak
Görüşmeciler Ergelen ailesinin 1. kuşak üyelerinin mübadil olmakla ilgili duyguları, mübadele öncesindeki anıları ve mübadele olayıyla ilgili az konuştuklarını söylerler:
Nizami Ergelen: İşin kötü tarafı, çok fazla bir şey anlatılmıyordu. Herkes sa- nıyorum ki kendi içinde yaşıyordu mübadeleyi… Bakıyorsun ki, yani zorluğu niye anlatacaksın? Ben bunu yaşadım, anlatmaya gerek var mı? Ama güzel şey- ler anlatılıyordu bir tek, yaşadıkları yerin güzel olduğundan bahsediliyordu…
Fatma Ergelen: Bir şey anlatmadılar ki, hiçbir şey anlatmadılar. Benim annem 6 yaşında gelmiş ama çok zekiydi, her şeyi hatırlayabilirdi.
Esat Halil Ergelen: aslında bunlar ortak anılar hani, çok şey değildi, bunlar aynı köyde, aynı yerde. Bu sohbetlerde tabii kimse bir çocuğa anlatmıyor bunu aslında, kendi aralarında konuşmalar...
1. kuşakların travmatik olay ve öncesi hakkında çok az konuşması, travmatik bellek üzerine çalışmalarda yaygın bir tespittir. Ancak söze dökülmeyenlerin aktarılmadığını düşünmek doğru değildir. Hoffmann, 1. kuşağın pek fazla şey anlatmadığını doğrula- makla birlikte, tamamen sessiz kalanlar dışında büyük çoğunluğun yaşadıklarını bir miktar dile döktüğünü, biraz olsun anlaşılacaklarını umdukları, güvendikleri insan- larla, diğer hayatta kalanlarla ve aile bireyleriyle, kardeşler, eşler, çocuklarla konuş- tuklarını dile getirir (31). Burada anlatılanlar tam anlamıyla “anılar değil, sızıntılar
- savaş zamanı deneyimlerinin, ansızın, parçalanmış kalıplar, tekrarlayan, kırık dökük nakaratlar halinde imgelemin şimşeklerinde çakıp durması”dır (32). Bunun yanında kendilerini “ailenin dili, bedenin dili”yle de ifade ederler. “[S]özlü olmayan ve bilişsel olmayan aktarım edimleri en açık haliyle ailevi mekan içinde ve çoğu zaman semp- tomlar biçiminde ortaya çıkar” (Hirsch 2008: 112). Carol Kidron da hayatta kalanlar- dan sonraki kuşakla etnografik yaklaşımla çalışır ve travmatik geçmişin ev mekanında “sessiz, bedenlenmiş pratikler, kişi-nesne ilişkileri ve kişilerarası ilişkilerde” mevcu- diyetini patolojik olmayan bir biçimde sürdürdüğünü söyler. Travma deneyiminden kalan “bu sessiz izler geçmişin ailevi ‘yaşanan bellek’ini sürdürür ve geçmişin sözsüz bilgisini gündelik hayatın özel toplumsal mecrasına taşır” (2009: 5).
Mahmutbey’deki 1. kuşaklar da çoğunlukla kendi kuşaklarından köylülerin eve misa- firlik, kahvehane sohbetleri gibi buluşmalarından anı parçalarını aktarmışlardır. Erge- len ailesi içindeki aktarımlar tüm aile bireylerinin evde olduğu akşam oturmalarında nadiren yapılmıştır. Kuşaklar arası aktarımda daha çok dikkat çeken, daha uzun saatler birlikte vakit geçiren 1. kuşak ile 3. kuşak yani babaanne ile torunlar arasındaki diya- logdur. Bu sohbetlerde çağrışımlarla bir an için dile gelen anı parçalarının yanı sıra, mübadele öncesi yaşamdan taşınan bazı hayat kurtaran bilgiler ve öğütler de aktarı- lır. Ergelen ailesinde bellek, ortak yaşam içinde, kuşaklar arası ortak yaşam içinde 1. kuşakların anı nesneleriyle ve diğer 1. kuşaklarla ilişkilerinin, bedensel pratiklerin ve sessizlik anlarının gözlemlenip yorumlanmasıyla da aktarılabilmiştir.
Sonraki bölümlerde 1. kuşağın tekrarlayan başlıca anı parçaları, “sızıntılar” belli tema- lar çerçevesinde alıntılanarak yorumlanacaktır.
Yolculuk ve genç ölümler
Görüşmecilerin 1. kuşağın akatardıklarına, Naiplililer mübadele haberini aldıklarında hazırlanmak için bir ay kadar süreleri olmuş, basit ev eşyalarını, sürülerini ve tarım aletlerini taşınmak için köyce iki öküzlü bir araba alıp eşyalarını parça parça Kavala limanına götürebilmişlerdir ancak tüm köylülerin mallarının çoğunu taşıyamadıkları da söylenir. Kavala limanından Trabzon isimli mübadele gemisine binerler. Gemi birçok mübadele seferinde olduğu gibi tıklım tıklımdır, yolculuk uzun ve risklidir. Gemide hiçbir kazadan söz edilmese de, çok sayıda genç insan yolculuğu takip eden aylarda hastalanır. Çoğunlukla tedavi edilebilir nitelikteki hastalıklar, sağlık hizmetine ulaşı- lamadığı için kısa sürede can kayıplarına dönüşür. Genç yaşta ölen köylüler arasında Ergelen ailesinin 1. kuşak üyeleri için büyük önem taşıyan, köyün ileri gelenlerinden, Halil’in abisi Hasan da vardır. Naiplililerin savaş yıllarında Bulgar çetelerinden ve sonra mübadeleden az zararla kurtulmasını sağladığı söylenen Hasan, yolculukta hay- vanların başını beklerken kaptığı şarbon hastalığına yenik düşmüştür:
Fatma Ergelen: Memlekette “Husninin Hasanı olmasaydı biz çok çekerdik, Allah onu nur etsin” derdi... Bütün herkese çalı harmanı dövdürmüş gavurlar. Çalıları serermiş de, onun üzerinde gezdirirmiş. “Bizim hiç hiç burnumuzu
kanatmadan getirdi” derdi. Çok gavurca biliymişti, onların dilinden çok anlar- mıştı… Amcanın bir halası varmıştı, Şerife hala. “Çok altınlarını yedirdi hep gavurlara Hasan amcan” derdi... Bir zarar gelmesin kimseye diye... O da bir şarbondan ölmüş hiç, gencecik.
Naipli’de varlık, Mahmutbey’de yokluk
Mübadeleden önce Naipli köyünde ekonomik koşulların iyi olduğu, arazileri geniş, ürünleri bol olduğu ve köylülerin çalışkanlıkları sayesinde açlık ve yoksulluk çek- medikleri anlatılır. Mübadele sonrasında can kayıpları kadar mal kayıpları da yakıcı olmuştur. Mahmutbey’de kişi başına verilen toprak arkada bırakılandan çok daha az- dır, yoksulluk başgösterir. Ekonomik düşüşte sınıfa ve cinsiyete bağlı eşitsizlikler de dikkat çeker. Naipli’de daha varlıklı olan, mallarının çoğunu Türkiye’ye getirebilenler birikimleri sayesinde daha az zorluk çekmişlerdir. Aile reisi erkek (“asker kaçağı”) olan haneler de mal dağılımını erkeklerin düzenlemesinin avantajını yaşamış ve daha iyi yerden mal alabilmişlerdir:
Fatma Ergelen: Annemin babası, “Ya” diyordu, “Asker kaçakları en güzel evlere yer- leşti, biz dul kadın çocuğuyuz diye en kötü evleri aldık” diye. Bu önemli bir şey yani çünkü erkeğin sesi daha fazla çıkıyor. Adam gitti, köyün en güzel yerini, bütün evleri asker kaçakları aldı… O zaman, ekersen yerdin anacığım, ekmezsen bir şey yok. Şim- diki gibi değil. Çeken çok yokluk çekti de biz görmedik Allaha bin şükür… herkes mesela hayvanını hayvanatını, koyununu kuzusunu bırakmış oradan, getirememiş… [Dedesi] Her şeyini orada bırakmış, buraya adam hiçbir şeysiz gelmiş. Mesela köy- lerden yumurta toplarmıştı sırtında köfü/sepet. Gider onları pazarda satarmıştı, yani o varlıklı insan. Ama buraya gelince tabii zahmet çekmişler.
1. kuşaktan aktarılan anlatılarda, Naipli’de ve Mahmutbey’de içinde yaşanan evler ve fiziki koşullar arasındaki büyük farklar; sahip olunan ve kaybedilen zenginliklerin, mücadele edilen yoksulluğun, mülksüzleşmeyi durdurma ve yeniden refaha kavuş- ma arzusunun güçlü bir sembolü olarak göze çarpar. Naipli’deki evlerinin genişliği, rahatlığı ve kalitesi vurgulanır. Fatma’nın annesi Ayşe, mübadeleden kısa süre önce babasının inşa ettirdiği evin büyüleyiciliğini birçok kez anlatmıştır:
Nizami Ergelen: Mesela anneanne, şeyden bahsediyordu daha fazla, evlerin bahçe duvarından. “Bizim evin bahçe duvarı 4 metreydi ve mermerdendi” diyor- du. “Ya anneanne, yapma gözünü seveyim, mermerden bahçe duvarı mı olur?” diyordum. Ama gittiğimde gördüm ki doğal taş mermer oluyormuş… Belki ora- daki daha fazla zenginlikten dolayıydı. Babasının evi yeni yaptırdığından bah- sediyordu. Belki de orada çok fazla yaşayamadığından da olabilir bu… Genelde zorluk çektiklerinde, zorluktan sonra hemen bunları anlatırlardı, “Biz memleket- teyken böyle böyleydi” şeklinde.
Fatma Ergelen: Mesela benim annem anlatırdı. Rahmetli dedem yeni ev yap- mış 3 katlı. Kavala’ya… böyle deyerdi, bahçe duvarından bir uçan kuş görünü- yor, deyerdi.
Fatma Ergelen Mahmutbey’de kendilerine verilen Rum evlerini küçük, eski, “dökün- tü”, rahatsız, karanlık olarak betimlerken, sonradan inşa ettirip taşındıkları evlerinden geniş, aydınlık, rahat, “saray gibi” diye bahseder. Rum evleriyle Naipli’de bırakılan evler arasındaki varlık/yokluk, rahatlık/rahatsızlık karşıtlığının benzeri, Rum evleriyle yeni inşa ettirilen evler arasında da vardır. Bu karşıtlık bellek-sonrasında tersyüz ol- muş bir biçimde tekrar eder. 1. kuşağın belleğinde evden eve taşınma göçü ve zengin- likten yoksulluğa geçişi imlerken, bu anlatıların 2. kuşağın deneyimiyle harmanlandığı bellek-sonrasında evden eve taşınma göçmenlikten yerleşikliğe, yoksulluktan yeniden zenginliğe geçişin ifadesi olarak okunabilir:
Fatma Ergelen: Anacım, ilk doğduğum ev, 7 yaşında çıktım oradan a, eskiydi. 7 yaşında bir ev yaptırdık, o ev ayrı ayaktı... çok güzeldi. Ahşap binaydı ama çok temizdi içi… O ev [Rum evi] nasıl bir evdi, hatırlarım. Bir odası güzel- di, dışa bakardı ama bir odası hiç camı yoktu. Bak hesap et, 7 yaşında oradan çıktım... İşte 7 yaşından sonra ev yaptırdık, 4 oda yukarıda vardı, 2 de aşağıda vardı. Saray gibiydi, ahşap binaydı ama saray yavrusu… İlkinde, oradan göç- müşler a, işte o ev… Tabi tabii eskiydi. Rum evi. İki katlıydı ama yalnız üstünde vardı 2 odası. Bir salonu vardı. Başka bir şey yoktu. Ahşaptı… Beyaz badana yaparlardı duvarlara… Tuvalet dış tarafa verilirdi, yalnız içerideydi kapısı. İlk zamanlar, küçüklüğümüz zamanlarda çok yoksuldu anacım yoksuldu, yoksul- du Allah, şimdikilere rahatlık versin…. Nasıl olacak, gavurdan ne kaldıysa o, döküntü saçıntı. Betonmuş, bir şey yoktu o zaman, hiçbir şey yok. Sonra işte, ev yapıldı, ondan sonra bir düzene girdi her taraf… Eski ev, biz içindeyken yıkıldı. Bereket ki hiç kimse yoktu içinde. Valla. Yani yeni evin birinci katını yaptıktı. Yemekteydi abimlen babam. Arkadan bir gürültü koptu, ev yıkılmış… Köyde öyle büyük ev yoktu zaten, hep küçüktü evler. İkişer odalı. Niye 3 odalı ev hiç ben hatırlamam yani o eski binalarda. Demek herhalde onların da o kadar mı bütçesi? Öyle yaşamışlar… Sonra sonra herkes yaptı evler… Yıkıp yaptılar. Zaten eskidi, bütün binalar eskiydi. Niye kazanacaklar, neyinlen ev yaptıracak? O zaman İstanbul böyle ilerleyik değildi ki. Onlar da eker diker, onunlan herhal- de geçiniymişti.
İki ev karşılaştırılırken, Rum evlerinin eski sahipleriyle ilgili düşünceler de dile gel- miştir. Rum evlerinin verdiği rahatsızlıkta, buranın önceden başkaları tarafından ku- şaklarca mesken edinildiği ve tıpkı kendi büyüklerinin evleri gibi zorla boşaltıldığı bilgisi de sezilir. Butler ve Athanasiou’nun “mevcudiyet” ile “yokluk” arasında gezin- diğini söyledikleri “hayalet”i burada da görür gibiyizdir. Hayalet, “[ö]tekinin yokluk halindeki tekinsiz varlığından arta kalan izdir - ötekinin mevcut olan yokluğudur… “[H]ayaletten bahsettiğimizde yerinden edilmiş, parçalanmış, kuşatılmış ya da engel- lenmiş olsun bir tür bedensel mevcudiyetin dönüşünden bahsediyoruz” (2017: 43). Terk edilmiş bu köyde ve yıkık dökük evlerde bir zamanlar canlı bir yaşam sürül- düğü havasını hissettiren bomboşluk, Rumların Kalfaköy’deki2 mevcut yokluğudur. Kalfaköy Mahmutbey olurken, Naiplililer de Mahmutbeyli olurlar. Mahmutbeylilerin mevcudiyeti ile Kalfaköylülerin yokluğu, Naiplililerin oradaki hayaletleri ile Kalfa- köylülerin buradaki hayaletleri birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.
Özlemin taşıyıcısı ağaçlar ve hayvanlar
Naipli’deki yaşama dair 1. kuşaktan aktarılanlarda öne çıkan temalardan biri de insan- la insan dışı dünya arasındaki yakınlık ve bu yakınlığa duyulan özlemdir. Bahçelere, ağaçlara ve hayvanlara verilen önem, yoğun ve aktarılan bir duygulanımsal bağa işaret eder. Bu yakınlık ve özlem, mübadelenin bellek-sonrasının bir unsuru olarak görüşme- cilerin kendi yaşamlarıyla ve duygulanımlarıyla ilgili anlatımlarında tekrarlanır. Ağaç- lara ve hayvanlara duyulan yakınlıkla ortak yaşamın sürdürüldüğü memlekete duyulan özlem arasındaki duygulanımsal ilişki de kuşaklar arasında aktarılmıştır.
⦁ Köyün mübadele öncesindeki adı Kalfaköy’dür, Naiplili mübadiller geldiklerinde 1917’ye kadar mangasıyla bölgeyi koruyan, Rum çetecilerin öldürdüğü yüzbaşı Mahmut’a atıfla köyün adını Mahmutbey olarak değiştirmişlerdir.
Naipli’deki ve Mahmutbey’deki ortak yaşamı anımsatan bir imge olarak ağaç anlatı- larda öne çıkar. Sıkça tekrarlanan anılardan bir tanesi, Gülsüm Ergelen’in Naipli’deki mutlu ve sade olduğu kadar müreffeh yaşamını ona hatırlatan “kızılcık ağacı”dır.
Niyazi Ergelen: Rahmetli annem anlatırdı. Onların bahçesi varmıştı, kızılcık ağa- cı varmıştı, “Ben kızılcık ağacına çıkmışım, uyumuşum orada” diyordu. İşte öz- lem duyuyordu.
Nizami Ergelen’in babaannesinin ağacından, kendisinin bahçelerinde sahiplendiği ağaçtan, köyün eski halini özleyişinden ve köyde kalan köpeğinden birlikte söz etme- si ve ağaç ile ait hissedilen coğrafyanın özlenmesi arasında kurduğu apaçık bağlantı dikkat çekicidir:
Nizami Ergelen: Her daim konuşulan bir şeydi bu ama belki de bu çocuklara hissettirilmeyen bir şeydi. Ben üç gün Şarköy’de kaldım, bu bile bana acı geldi ki insanlar tarlasını, ağacını bırakıp gelen insanlardı. Babaannem çok daha fazla bahsediyordu... Bahsettiği, evleri, küçükken çıktığı kızılcık ağacı varmıştı, öz- lemle bahsediyordu ondan, keşke gidip bir kere daha görebilseydim diye. İnsan ağacı özler mi yani? Özleyecek belki çok daha fazla obje vardır ama babaannem de onu özlüyordu...Küçük çocukluğundan bahsediyordu. Geldiğinde 8-9 yaşları civarındaydı. Onun üstünde oynadığından bahsediyordu… Genelde bahçe büyük olduğundan dolayı abimle elmaları paylaşmıştık, kayısıları paylaşmıştık, bu be- nim bu senin. Babaannem de onu derdi, kızılcık ağacım derdi… Ben Halkalı’da yaşıyorum... Mahmutbey’de evimiz var. Ben her gün gidiyorum. Özlüyorum çün- kü, çocukluğumun geçtiği yer orası benim. Yarın öbür gün yıkılırsa, ben de büyük olasılıkla babaannemle dedemin yaşadığı özlemi gerçekten yaşayacağım ki ben her gün gidip geldiğim yere, gitmediğim zaman özlüyorum. Yarın öbür gün yı- kılırsa, ben de büyük olasılıkla babaannemle dedemin yaşadığı özlemi gerçekten yaşayacağım, ki ben her gün gidip geldiğim yeri gitmediğim zaman özlüyorum… Yeşilliği görüyorsunuz, içinde bir tane ceviz ağacı, bir tane incir, erik ağaçları olan bir yer. Çok fazla yapılacak bir şey yok çünkü boş bir ev. Sadece köpeğim var, onu beslemeye gidiyorum. Onu da neden yapıyorum? Yoksa unutulup gidecek o da…
Mübadillerin ağaçlarının ve hayvanlarının canlarını kendi canları gibi koruma eğili- miyle ilgili anılardan biri “pırlar sorunu” üzerinedir. Esat Halil Ergelen’in Mahmut- bey’deki 1. kuşaklarla sohbetlerinde sıkça anlatılan bu anıya göre, Naipli’ye mübade- leyle Samsun’dan gelen Rumlar ile mübadele edilmeyi bekleyen Naiplililer bir süre birlikte yaşamak durumunda kalırlar. Yemeklerini ve gerektikçe evlerinin bazı bölüm- lerini Rumlarla paylaşırlar. Sorun yaşadıkları tek konu pırlar ağaçlarına zarar verilme- sidir:
Esat Halil Ergelen: O yaz kış yeşildir böyle. Çalı da diyebiliriz. Çok büyük ağaç haline gelmiyor. Çok iyi kalori verir, ısısı yüksektir. Rumlar bunu ısınmak için kesmeye başlamışlar. Bizim Türkler demiş ki “Ya biz bunları keçilere veriyoruz çünkü yaz kış yeşil olduğu için hayvanlar onlarda otluyor”. “Zaten”, demişler, “biz birkaç aya gideceğiz, siz kestikçe biz çok üzülüyoruz, o pırlarları kesmeyin” diye. Öyle aralarında bir pırlar sorunu olmuş.
1. Kuşak anlatıları arasında dikkat çekenlerden bir diğeri, Halil Ergelen’in mübadeleye dair tekrar tekrar anlattığı tek anı olan “kara gözlü kuzu”sunu kurtarma hikayesidir. Hikayede yansıtılan hayvanlara duyulan yoğun sevgi ve bağlılık bir yandan çocukluk hisleriyle ilgili olsa da, insanın insan-dışı dünyayla ilişkisine dair de bir mesaj taşır. Hayvanların taşınması yalnızca mülkiyetin taşınması değil, aynı zamanda bir coğraf- yaya aidiyetin de taşınması gibidir; hayvanlarını korumak ve yakınında tutmak, geç- mişle olan bağları muhafaza etmek kadar önemlidir:
Nizami Ergelen: Yolculukla ilgili dedem şeyi söylerdi, kara gözlü bir kuzusu ol- duğunu bahsederdi geride. Onu vermemişler ve orada bir kavga çıktığından bah- sederdi. Cafer amca diye bir amcamız vardı, onun Yunanlılara karşı çıktığından bahsederdi. Sonra kara gözlü kuzuyu almışlar ama… Dedemin kuzusu, dedem bırakmıyor, Yunanlılar hayır diyorlar, bizde kalacak… Gemiye binerken... Ge- miyle kaç günde geldiler, fırtınaya mı yakalandılar, güzel mi geçti, kötü mü geçti, ondan bahsetmezdi. Sadece kuzudan bahsederdi. O da çok küçük geliyor çünkü, 7-8 yaşlarında geliyor.
Niyazi Ergelen: Bu konularda hiç konuşmazdık babamla… Yalnız işte, gelecek- leri zaman bir tane kuzusu varmış babamın, bir tane çocuk almak istemiş bunun kuzusunu. Babam da vermemiş. Babama bir tane tokat atmış çocuk. Onun büyü- ğü amcam çocuğa bir tane tokat vuruyor… Naipli’deyken. Üç, dört gün gemide saklamışlar sonra amcamı, bir tane fıçının içine saklamışlar, üstünü de örtmüşler. Herhalde hükümet güçlerinden, şundan bundan veya o çocuğun ailesinden. Gemi hareket ediyor, sonra çıkıyor dışarı.
İnsan ile insan dışı arasındaki yakınlık, Ergelen ailesinin kuşakları arasında tarım ve hayvancılık işlerinin öğretilmesi sırasında da aktarılmıştır. Esat Halil, babaannesiyle tarlada geçirdiği uzun saatlerde ondan öğrendiği “kadim bilgiler”den söz eder:
Esat Halil Ergelen: Yine ben 7-8 yaşındayım. Bizim hayvanlarımız var. 15 tane falan ineğimiz var. Babaannemle falan alıyorduk bunları… Beraber hayvanları otlatmaya giderdik. Düşün o öğlen başlıyorsa akşama kadar, 6 saat artık günde- mi o belirliyor zaten. Ne konuşulursa. Yani ama onun daha ziyade anlattıkları… Ben arkadaşlarıma da söylüyorum, hayat dersi nasıl oluyor. Bir gün yine böyle şeydeyiz, arazi. Toz toprak dönmeye başladı. Hadi oğlum, dedi, çevir dedi eve gidelim. Dedim daha yeni geldik işte şudur budur. Yok yok dedi, bu hava yağmur yapacak dedi. Bak dedi yerden karıştırıyor dedi… Şimdi bu kadim bilgiler kıy- metli… buna bir bilgi vereyim diye vermiyor. O laf lafı açıyor… Işte incir yaprağı kaz ayağı haline geldiğinde bamya ekilir diyor… Yani hayata ilişkin şeyi onlardan öğreniyorsun. Çünkü onlar gerçek anlamda üreticiydi…
İnsanın insan olmayanla arasındaki bu bağ, mülk sahibi-mülkiyet ikiliğinin ötesine, ortak yaşamı kurucu anlamıyla mülksüzleşmeye ve “birbiri için mevcut olma”ya denk düşer. Mübadele göçünde olduğu gibi, mesken edinilen Mahmutbey’de de insanlar, hayvanlar, bitkiler birbirlerini kurtarırlar ve birlikte ortak bir yaşama yerleşirler. İnsan- lar hayvanlara sahipken, hayvanlar ve bitkiler de kendi canlılıklarında insanların ha- yatta kalma imkânını taşımaları bakımından insanlara sahiptirler. Bu karşılıklı mülk- süzleşme, insanların mülkiyet sahipliğinden önce gelir zira doğrudan yaşamsaldır, ekonomik eşitsizliklerin öncesindeki bir ölüm kalım mücadelesine işaret eder.
Erkeklerin mülkiyeti, kadınların ev ekonomisi
Yukarıda da değinildiği gibi, mübadeleyle gelen mülksüzleşmedeki cinsiyete dayalı dengesizlik dikkat çekicidir. Mübadele sonrası iskan yerinin seçimi ve mal dağılımın- da memurlarla doğrudan görüşmeleri yapan ve köy adına kararları alanların köyün erkekleri olduğu anlatılır. Bununla birlikte, birçok ailede savaşlar sonrasında erkek bulunmaması nedeniyle 1. kuşak kadınların bir kısmı babalarından kalan mülklerin sahibi olmuşlardır:
Esat Halil Ergelen: Kadınlar da aile reisliği pozisyonunda olduğundan, kocaları olmadığından bu hayatı erkekler gibi yaşadı... Toplumda ciddi rol oynadılar. Mü- badele onu birey yaptı. Hem kocasından, hem anasından, hem babasından tasfiye talepnamesi düzenlendi, tüm malları ona verildi ve o burada birey oldu… Bir ailenin yanına sığındığında bile şundan emin ol, birey olarak var olabildi. Çok ka- dınla erkek arasında fark yok. Erkekler ne yaptı? Biraz okur yazar olanları bu işte rol oynadı. Yerel komisyonlara girdiler. Mahmutbey’i gelip görmüşler. Erkeklerin anılarında yer seçimi tartışmaları geçer.
Ergelen ailesinde mülklerin idaresiyle ilgili eşler arasında geçen tartışmalar, tutumlu olmak, “ekonomi yapmak” görevinin kadınların üzerinde olduğuna işaret eder. Ka- dınlar maddi kararlarında ailenin temel ihtiyaçlarını öne koyarken, erkekler kendileri için, kendi duygulanımsal yönelimleriyle para harcayabilmektedirler. Gülsüm Ergelen hanenin mali ve idari müdürü rolünü üstlenmiş, bu nedenle zaman zaman kurmay ve patron lakaplarıyla da anılmıştır:
Esat Halil Ergelen: Babaannemi 2000 yılında kaybettik, 1999’a kadar bana so- rarsan evin sorumluluğu ondaydı yani babam hala… laylaylom moduydaydı yani. Ama buna rağmen, bu kadar hakim olmasına rağmen, bu kadar güç olmasına rağ- men babam ve dedem daha sosyal, daha kendilerine ait hayatları varken annem ve babaannem böyle bir şeyde değildi… Kömür alınacak, bunu babaannem düşü- nürdü. Kömürcüye söylerdi, getir bunu hallet bilmem ne… Ama mesela bize karşı son derece eli açıktı. Ama inanılmaz malı değerliydi… Ama şey, dedem falan eli açıktı. Biraz bunu şeye bağlıyorum. O kadar çok hayatında sevdiklerini kaybetmiş ki. Kardeşlerini, şunları bunları, çok malın da o kadar önemli olmadığının farkın- daydı… dünya adamıydı, hayatını yaşıyordu.
Eski Rum evlerini elde tutma veya tutmama meselesi de eşler arasında tartışma ya- ratmıştır. Fatma Ergelen’in anne babası, Ayşe ile Halil iyice eskimiş olan Rum evinde kalıp kalmamakla ilgili tartışırlarken, Ayşe bir duvarı çökmüş olmasına karşın orada yaşamayı sürdürmeyi, babası ise taşınmayı istemektedir. Gülsüm Ergelen de Halil Er- gelen’in artık içinde yaşamadıkları Rum evini bir akrabasına bağışlama fikrine itiraz eder. Halil “ölüm evi” olarak adlandırdığı bu yapıyla birlikte kötü anılarından da kur- tulmak isterken Gülsüm ise ev ekonomisi açısından bu kararı sorumsuzca bulmaktadır.
3. Kuşağın anlatılarında eli açıklık, hayatı maddi birikim hırsına kapılmadan keyfince yaşamak sürekli bir tutumluluk haline karşı olumlansa da, bireyselliği pekiştiren harcamaları mümkün kılanın da aslında hanenin birikiminin korunmasındaki titizlik olduğu söylenebilir. Bu anlamda ev ekonomisinin cinsiyetli şemasında dişil konumda- ki tasarruf, erkek bireylerin mülkiyeti bireyselleştirme eğilimlerine karşı kolektif ge- reklilikleri hatırlatarak yoksunlaştırıcı mülksüzleşmeleri önleyen bir denge unsurudur.
Köle gibi çalışmak
Çok çalışmak, hem 1. kuşaktan aktarılanlar hem de 2. kuşağın kendi anılarında mer- kezde duran, mülksüzleşmenin bellek-sonrasının bir diğer ögesidir. İnsanlıktan çıka- ran, köleleştiren, hayvanlaştıran çalışma koşulları, kaybedilmiş refahın geri alınması- nın, yoksullaşmanın giderilmesinin tek yolu gibi görülür. Bu bakış, klasik liberal mül- kiyet anlayışının “var olma” ile “sahip olma”yı eşleştirdiği düzlemde konumlanmıştır. Diğer yandan “çok çalıştık” vurgusu, mübadiller olarak çektikleri acıların, zorlukların ve toplumdan “yabancı”, “yarı-gavur” muamelesi görmenin yarattığı incinmeyle birlikte son derece hak edilmiş hissedilen bir tanınma talebi olarak da okunabilir: “Biz mübadiliz!”
Fatma Ergelen: Çalışırsan bulurdun anacım, çalışmazsan bir şey yoktu… Ah öküz gibi, hayvan gibi çalıştık vallahi.
Niyazi Ergelen: Biz ekonomik olarak hiçbir zorluk çekmedik. Çünkü çalışmışlar. Köle İzaura gibi çalıştık. Çalışan her şeyi buluyor.
Fatma Ergelen kendisinin ve annesinin (zorunlu) çalışkanlık ve tükenmişliğini iç içe anlatır. Bu zorunluluğu paylaşmasında vurguladığı “ancak çalışırsan yemek bulabi- leceğin”, “ağır da olsa çalışmaktan insana zarar gelmeyeceği” fikirlerini 1. Kuşağın çalışkanlıkla refahı eşleştiren anlatısından devraldığı gibi, annesinin bedenlenmiş pra- tiklerini gözlemlemesi de çok çalışma zorunluluğunun bellek-sonrasına yerleşmesinde etkili olmuştur denebilir:
Fatma Ergelen: 7 yaşında, rahmetli babacığım, annemler tarlada tarla işi yapar, hiç unutmam bir et getirdi, koydu... “Evladım, bu tencerenin altını hiç söndür- meden yak” dedi. Ben de verdim ateşi harlı harlı, kömür kömür oldu tencere. 7 yaşında çocuk neyi bilecek?... Bir evde bir kadın yemek mi yapsın, hayvana mı baksın, tarla işi mi yapsın? … Evlendiğimiz sabah, kaynatamla kaynanam bam- ya toplamaya gittiler pazartesi günü. Onlar gelecek. Bizde gelinin işi bitmez. O sabah kalktım, taze fasulye yaptım, domatesli bir pilav yaptım… Ama küçükten alışıktım, ufacıktan… Ev yeni ya, o zaman bu boyalar yoktu… tavanı silerdim be, vallahi delilik alametiymiş. Şimdi düşünürüm de niye yapardım o canım eziyeti ben?… Fundayı yumuşak yerinden kırardım, çerçeveler sarı dursun diye onlarla fırçalardım… Evde çok ezildim, biraz değil... Yoğurdundan çorbasından, pilavın- dan sebzesinden paşanın önüne yemek çıkarırdım işte. 11 yaşında çocuk şimdi salıncaklarda. Amcana gülerim, “Şuna baksana, ben bunlarken kimbilir nereler- de uğraşırdım?” derim... Bayıra ben 19-20 yaşından sonra çıktım… Annem çok çalışırdı, babaanneciğim, onlar çok çalışırdı. Anlatamam sana, sanki böyle köle İzaura gibi çalışırdı, biraz değil. Yorulmaz mıydı bu kadın? Yorulmazdı herhal- de… Çalışmasınla, çarpışmasınla hiç bizi bir şeyden mahrum etmediler… O da bir evde bir çocuğa gitmiş. Her yük onun üstündemişti. Hiç durak yoktu anacım, bir gece uyurdu işte, başka yok… Hep çalışmak... Anneyi kim görecek be? Anne eve girmez ki, hep tarladaydı… Çok hastalıklar geçirdi ama çalışmayı da bırak- madı… Biz de zahmet çektik ama onlar kadar değil yavrum.
Değişen “yerlilik”, Mahmutbey’den “göçmek” ve bir aradalık direnci
Mahmutbey’deki yaşamın dönüşümüyle ilgili anlatılarda, dönüşümden önceki zaman- larda köydeki bir aradalık; insanlara yakın, mekana aşina olmak, çat kapı birbirinin evine girip çıkabilmek, herkesin selamlaşıp hal hatır sorması, imece usulü çalışarak yardımlaşmak öne çıkar.
Düğün ve cenazeler bu bir aradalığın berraklaştığı anlardır. 2. kuşakların köyde yapılan ve üç güne yayılan köy düğünleri bayram havasında geçer, tüm köylüler bu atmosfere katılır. Yöresel yemekler hazırlanır, gelin ve damat yöresel usullerle giydirilip hazırlanır. Yöresel müzikler çalan ekipler köye getirilir, yöresel danslar belirli bir sı- rayla oynanır ve gençlere, çocuklara dans figürleri bu sırada öğretilir. Anlatılarda 3. kuşakların evlilikleri sırasında köyde düğün yapmanın olanağının artık kalmadığı ve düğün salonlarına geçildiği dile getirilir. Köy düğünlerinin kendiliğindenliği bitince, geleneksel dansları çocuklara öğretmek de zorlaşmıştır:
Esat Halil Ergelen: Mesela bizim gençlerin tamamı [halk oyunlarını] biliyor, [kızı] Ezgi bile biliyor. Öğrettim yani, gel dedim buraya, baba kız bir Zigoş oynayalım. Açtık teybi, şöyle yapıcan, böyle yapıcan ve öğrettim… Bir de gençler şöyle bir şey yapıyor. İşte o davul zurnanın buraya gelmesi 1000 lira gibi bir şey.
O 1000 lirayı topluyorlar kendi aralarında. Alıyorlar... piknik bölgeleri var İstanbul’un yakın çevresinde, oraya gidip bütün gün eğleniyorlar. Yani gençlik bunu yaşatmak için bir gayret gösteriyor.
Nizami Ergelen: Ama bu biraz da şey olmalı belki de, “kültürü yaşatalım” olması lazım. Yani bir folklör ekibi kurulmuş olsaydı, seven oynardı, sevmeyen oynamazdı. Ama bu senin kültürün, bunu bilmen gerekiyordu bence… Karakucak yapıyorsunuz mesela, onun bir dönmesi vardı. Onu yaşamak vardı. Bunu sen de bilmiyorsun ki çocuğuna nasıl aktarabilesin? Bunu bilenler, evet bizim halk oyu- numuz budur, bu bizim kültürümüzdür, biz bunu bir terbiye içine alalım, gelecek nesillere aktaralım demesi lazım.
Köyde mübadil nüfusunun azalması, 2. kuşakların çoğunlukla okumak için ya da ev- lenerek köyden şehir merkezine taşınmalarıyla başlar. 1. kuşaklar çocuklarına köyde kalıp birlikte aynı evde yaşamayı sürdürmeleri için ısrar ederler. Fatma Ergelen ço- cuklarını evlendirip göndermenin, özellikle son giden küçük oğlu Nizami’nin yoklu- ğunun zorluğundan söz eder. Birgül Ergelen de taşınmayı kabul ettirebilmek için anne babasının kendisini bir yıl köyde babaanne ve dedesiyle bırakmak zorunda kaldıklarını anlatır:
Birgül Ergelen: Bizim taşınmamız biraz zor oldu. Dedem hiç istemedi bizim ora- ya taşınmamızı. Hatta daha önce babam başka bir yerden ev almış, onu kabul et- memiş, Etiler tarafında bir yerdeymişti. O kadar uzağa gönderemem falan demiş. Babam işte orasını satıyor, Bakırköy’deki evi alıyor. Onda bile kavga kıyametle gidildi. Sonra dediler ki, ‘Birgül’ü en azından bir süre bırakın, öyle taşınabilirsiniz.’ Sonra ben kaldım orada.
Ergelen ailesinin anlatılarında, Mahmutbey’deki mübadil nüfusunun erimesinde böl- genin dönüşümünün de büyük etkisi olduğu görülür. Mahmutbey Bakırköy’den ko- parılıp Bağcılar’a bağlanarak nahiye statüsünden mahalle statüsüne düşmesiyle şe- hirden kopmuştur. Mübadillerin Naipli’den miras getirdikleri geçim kaynakları olan tarım ve hayvancılık devlet politikalarına bağlı olarak birer birer ellerinden gitmiş, sahip oldukları malların bir kısmını satarak harcamak zorunda kalmış ve ekonomik olarak gerilemişlerdir. Önemli dönüm noktalarından birisi 1970’lerden itibaren çevre mahallelerin iç göç alması, demografik yapının değişmesidir. Çevrenin nüfusu hızla artmış, kaçak evlere daha sonra tapu verilmesiyle yeni gelen göçmenler hızla mülk sahibi olurken, mübadil nüfusu dar bir alana sıkışmış ve toplam nüfusa oranı giderek küçülmüştür. Mübadiller politik eğilimleri açısından da azınlıkta kalmıştır.
İç göçle gelenlerle yaşanan karşılaşmalar Ergelen ailesi için yaralayıcı olmuş, iz bırakmıştır. Yeni göçmenlerin Mahmutbey’deki göçmenlere karşı kullandıkları tepeden ve suçlayıcı dilden ve mübadillerin tarlalarındaki ekinlerini ve bahçelerindeki sebze meyveleri çalmaya gelenlerin yakalandıklarında verdikleri cevapların pervasız- lığından kırgın ve sitemkar bir şekilde bahsedilir.
Esat Halil Ergelen: Mesela ektiğimiz bir şeye girip toplamaya başlıyordu, “Hop napıyorsun?” falan dendiğinde, “Ya ne var, Müslümanın malı ortak değil mi? Za- ten bu yerleri size Atatürk verdi” gibi söylemlerle karşılaştığımızda, babaannem, “A öyle Atatürk bize bedava bir şey vermedi, biz malımıza karşı mal aldık, biz mübadiliz”, hani “başka şeyle karşılaştırmayın” diye uyardığını çok gördüm… aradan 50 yıldan fazla geçmiş, hala göçmen vurgusu yapılıyordu, o dışlayıcı bir dil olarak kullanılıyordu. Kimler tarafından? Gelen göçmenler tarafından.
Fatma Ergelen: Şimdiye [Mahmutbey’de] kalsaydık zaten yavrucuğum bir şey bırakmazlardı… Sene sormadan koparıp giderlerdi. Kapının önünden kurtarama- dık be, kapının önündeki bahçeden… Sen o zaman mısır ekeceksin de gidip mısır kıracaksın. Allah muhafaza, bir şey bırakmazlardı. Ama o zamanlar hiç kimse kimsenin… yan gözle bile bakmaz. Kendi bildiğimiz tanıdığımız. Ama yabancılar çok şey... Herkesin malını kendi gibi yiyiler. Bir şey desen “Atatürk’ün buraları” deyiler. “Atatürk verdi size burasını” deyiler. Benim malım diyemezsin…
Nizami Ergelen: Herkes şunu görüyor: “dışarıdan gelen”. Bunda ayrım yapmı- yorum, tüm etrafımıza gelenler. ‘Ya bu toprakları size Atatürk verdi’. Verdi de arkadaş ne kadarını verdi ki? Aile başına belli bir yer verdi. İnsanlar cevizini, üzü- münü, elmasını, yumurtasını satarak toprak alan insanlar. Toprağı gelip löp diye, ben burasını çevirdim devlet arazisini diyen insanlar değil, satarak belli toprakları alan insanlar. Ama şu anda dışarıdan gelen insanlar öyle demiyorlar, ‘Burayı size Atatürk verdi’...
Nizami Ergelen’e göre mübadiller, “memleketlerini bırakıp, vatanlarına dönmüşler- dir”. 1. Kuşak Naipli’deki arazilerin karşılığında devletten aldıkları arazileri diğer mallarından ayırır, onlara “memleket malı” der. Bu adlandırmayla adeta “memleket” sağ salim Mahmutbey’deki tarlalara taşınıp yerleştirilmiş, orada yakınlarında ve gü- vende tutulmaktadır. “Memleket malı”nın hak edilmeden, “bedavaya” alındığına dair ithamlar mübadelenin acı anılarını kuşaklaraşırı biçimde geri çağırır.
Yeni gelen göçmenler kendi “yerli”liklerini ve işgal ederek yerleştikleri arazilerde kal- ma haklarını vurgulamak için, üç kuşaktır orada yaşayan mübadilleri yabancı, mev- cudiyetlerini ve mallarını gayrimeşru kılan bir söylemi benimsemişlerdir. Bu, ironik olduğu kadar sarsıcıdır çünkü mübadeleden sonra 1. kuşağa iskan edildikleri yerlerde, aslında çoğu zaman kendileri de bir zaman önce başka yerden oraya göçmüş olan “yerliler”in söyledikleri incitici sözlerin bir tekrarıdır. Horgörülmenin belleği 1. Ku- şaktan 3. kuşağa “bu yaralayıcı karşılaşmalar sırasında göçmenlere verilen sözlü ve bedenlenmiş cevaplara” tanıklık etmeyle aktarılmıştır.
Mahmutbey’de “yerliliğin” el değiştirmesi, mübadillerin içerde azınlıklaşması mülk- süzleştirilmenin yeni bir dalgasıdır. Mübadillerin gelir düzeyleri düşerken aksine iç göçle gelenlerin ilk yıllarda çektikleri büyük yoksulluğun aşıldığı, işgal edilen arsalara imar, kaçak yapılarına tapu verilmesiyle varlıklandıkları anlatılır. Yeni göçmenlerin bölgedeki nüfusu hızla yükselir, hemşehri örgütlenmeleriyle politik güçleri de artar- ken mübadiller Mahmutbey’in merkezine sıkışır ve Esat Halil Ergelen’in deyimiyle “yalnız kurtlar”a dönüşürler. Eski evlerin ve dokunun kısmen hayatta kaldığı köy mer- kezi SİT alanı ilan edilerek korunsa da, tanışıklığın, imece usulü yaşamın ve kültürel adetlerin getirdiği güvendelik hissinin giderek yitirilmesi başka sebeplere eklenmiş, mübadil nüfusunun büyük bir kısmı artık köyü terk etmiştir.
Ergelenlerin Mahmutbey’den taşınmakla ilgili anlatılarındaki hüzün, 1. kuşağın mübadele hüznünü çağrıştırır. Mekana duyulan aidiyet kadar, mekanın artık eskisi gibi olmaması, görülenle hatırlananın birbirinden kopukluğu da vurgulanır. Mübadillerin ortak yaşamı artık ancak “anılarla yaşanır”:
Nizami Ergelen: Evimiz hala duruyor, 2 katlı. Anılarla yaşıyoruz. Ev boş ama biz devamlı oradayız. Kendi köyümüz. 1972’den 2018’e ve hala evimizi bırak- madık, devamlı gidip geliyoruz. Orada küçük bir yaşam alanımız var, bir odayı kendimize ayırdık. Boş ama devamlı oradayız... Bahçeli bir ev, … bizde elma ağacı vardı, incir, ceviz. Çocukluğumuzun geçtiği yerdi. Çok güzel, yeşillik bir yerdi…. Benim doğum büyüdüğüm yer, gençliğimin geçtiği yer, evlenip ayrıl- dığım yer. Köyüm yani sonuçta. Benim için her şeyi ifade ediyor. Arkadaşlıklar, ilkokul yılları, ortaokul yılları, Mahmutbey’in ben binaların içinde kalmış bir yer ama artık büyük büyük binaların olmasını istemediğim bir yer. O dokuyu koru- masını istiyorum. Bizim bir çarşımız var, küçük küçük evler var. Daha öncesinde Rumlardan kalan evler vardı, artık onlardan bir tane, iki tane say. Rahatça bir kahvenin önünde oturup sohbet edebileceğiniz bir yer. Kendinizi daha emniyette hissettiğiniz bir yer diyebilirim size. Suç olmayan bir yer. Kapkaççısı, bonzaicisi, hapçısının olmadığı bir yer. Böyle olunca, aman bozulmasın bu yer diyorsunuz. Çünkü çıktığınızda görüyorsunuz… Çok fazla yapılacak bir şey yok çünkü boş bir ev… Ulaşımı zor. Rahatça nefes alabileceğiniz, artık öyle bir yer değil. Köy dediğimiz zaman aklıma gelen objelerden birisi müstakil ev, artık o da şans yok. Her taraf büyük binalar olmaya başladı.
Niyazi Ergelen ile Fatma Ergelen’in yaşlılıklarında Mahmutbey’den taşınmaları da zor olmuştur. Niyazi Ergelen arkadaşları kalmadığı için köye dönmek istemezken, Fatma Ergelen’in dönme istediği de oradaki akrabalarına yakın olmaktır. İkisi de yalnızlık hissinin zorluğunu ve geçmişte kalan ortak yaşama, yakın temasa ve aşinalığa duyduk- ları özlemi dile getirirler:
Niyazi Ergelen: Taşınanlar oldu tabii.. Ekonomik olarak biraz güçlenenler, hepsi gitti. Şimdi Mahmutbey’de çok az insan var. Herkes yazlıkta, yazlık aldı, yazlığa gittiler. Esat’ın kardeşi bile Şarköy’den yazlık aldı, yazlıkta… Kış olunca bazıları geliyor… Bana kalış ben dönmek istemiyorum ama Fatma teyzen gidelim, kimimiz var burada diyor. Bir şey olsa benim bütün akrabalarım orada diyor… Sevmiyorum artık Mahmutbey’i. Kafa dengi arkadaşlarım hepsi taşındılar, başka yerlere gittiler.
Fatma Ergelen: [eskiden] Akraba zaten hep bir yerdedir o zaman anacım, herkes bir yerdedir. O zamanlar çok mutluluk vardı. Şimdi kimse kimseye haber ver- meden gitmez. O zaman vurdun kapıyı, girerdin içeri. Öyle bir tatlı zamandı o zamanlar… Şu kapıyı çalıp da gelen yoktur... [Köyde] Özleyeceğin şey yok, kal- madı ki artık. Kapı komşun, hısım akraba kimisi öldü kimisi yaşlandı benim gibi. Evinden çıkan yok. Amcan desen istemez bizim köyü… Yaşlılarımızın olduğu za- manı özlerim, başka hiçbir özentim yok. Ama yaşlılarım varken çok mutluyduk… Komşuluğu özleriz, her şeyden önce komşuluk da yok şimdi. Önce yaşlılara bakan dayılar sağken, daha gidiş geliş olurdu, çıkar bahçede otururduk. Şimdi herkes bir tarafta, kimse kimseyi görmez. Köyde de olsak aynı şey... Şimdi bir kervanın içine gittim, kaynana vardı, kaynata vardı, amca vardı, çoluğum çocuğum... vardı. Bana yalnızlık çok zor geldi, alışığım. Hani ne derler, omuz dövüldüğü yere gider, o he- sap. Yakışmadı bene. Keşke yanımda olsalardı, yanımda dursalardı. Şimdi rahatız, Allaha bin şükür ama yalnızız gene de, yalnızlık çok zor. Hır gür yaşamak başka. Bir ayak ayrı yere gitmez, insan insan ister… Rahatlık be yavrum ama o günleri gene de ararsın. O günler güzel günlerdi. Yaşlılar vardı, evlatlar yanımızdaydı.
Toplumsal ilişkilerin coğrafi zeminini kaybeden Mahmutbeyli mübadiller, İstanbul’un aynı semtinde ev tutarak, aynı yerden yazlık alarak; düğünlerde, cenazelerde, Mah- mutbey Selanikliler Derneği’nin düzenlediği bayram kutlamalarında bir aradalık di- rencini sergilemektedirler:
Esat Halil Ergelen: Yaşlandıkça insan hep böyle bir özlem duyuyor ama hakikat Mahmutbey’de de kimse kalmadı. Şimdi öbür kardeşim de orada oturuyor [site adı], sana şunu söyleyeyim, Mahmutbeylilerin yarısı [site adı] yaşıyor… Modalar var... Mesela bir dönem Tekirdağ Değirmenaltı, bir kişi oradan bir yazlık aldı, hop hepsi oraya aktı. O 80’lerde. Sonra 90’larda Erikli tarafı yine öyle, küçük Mah- mutbey diyorum ben o lokasyonlara. Şimdi Şarköy öyle.
Sonsöz
Ergelen ailesinin 2. ve 3. kuşak üyeleriyle yapılan görüşmelerden aktarılan anlatılarda, mübadelenin bellek-sonrasının göç ve mülksüzleşmeyle ilişkili boyutları gösterilmeye çalışılmıştır. Hoffmann hayatta kalanlarla çocuklarının yani 1. ve 2. kuşağın bellekleri arasında hikayelerin, ortak yaşam sürmenin, bedenlenmiş pratiklere, nesnelerle kuru- lar ilişkilere ve kişilerarası ilişkilere tanıklık etmenin getirdiği yaşayan bağlantıdan söz eder. Ergelen ailesinde 1. kuşakla 3. kuşak arasında bu bağlantıyı aynı canlılıkla görebiliyor oluşumuz çarpıcıdır. Esat Halil Ergelen ve Nizami Ergelen çocuklukların- da babaanne ve dedeleriyle anne ve babalarından daha yakın bir ilişki kurduklarını ve daha çok vakit geçirdiklerini dile getirmişlerdir. Belleğin duygulanımsal aktarımını en yoğun biçimde özlem ve kederin tarifinde görürüz. Naipli’den ayrılmanın acısıyla Mahmutbey’den taşınmanın ve eski mübadil köyünün atmosferini kaybetmenin acısı, ağaçlara, hayvanlara ve onlarla karşılıklı birbirini besleyerek yaşanan bir hayata duyulan yakınlık ve özlem, çalışkanlığın yüceltilmesi hem 2. hem de 3. kuşağın 1. kuşakla belleklerini birbirine bağlar. Torunların köye aidiyetlerini ve mübadil kültü- rünü sürdürmekle ilgili duydukları sorumluluk, Nizami Ergelen’in aile evini sık sık ziyaret etmeyi görev bilmesi, Esat Halil Ergelen’in köklerini araştırması, Lozan Mü- badilleri Vakfı ve Mahmutbey Selanikliler Derneği’nde görev alarak yerel bayramları ve adetleri yaşatmaya, mübadele belleğinin kaydını tutmaya ve aktarmaya çalışması Hoffmann’ın 2. kuşağa atfettiği, 1. kuşağa karşı beslenen sorumluluk duygusuyla ör- tüşmektedir.
Mübadele sonrası yaşamla ilgili anlatılarda, mülksüzleşmenin hem mahrum bırakan hem de olanaklı kılan yönlerinin tezahürlerini buluruz. Mübadelenin bellek-sonrası bir yandan yerinden edilmişliği, kayıpları, acıları, adaletsizliği hatırlatır. Geride bırakılan zenginlik, Türkiye’de verilen az miktarda toprak, yıkık dökük evler, genç ölümler, yaralayıcı çağrılmalar; yaptıkları işin, ektikleri ekinlerin, komşuluğun, mekansal gü- venliğin, karşılıklı saygının yitimi, köyü terk… Mülksüzleşmenin bu mahrum bırakıcı yönünün en iyi ifadelerinden biri, Nizami Ergelen’in “Biz hiçbir zaman kazanamadı- ğımız için, hep kazanamayan tarafta olduğumuz için” sözüdür.
Öte yandan mülksüzleşme yaralanabilirliğin eşitsiz dağılımından, söylemin şiddetin- den, mübadillerin mevcudiyetlerinin ve haklarının hiçe sayılmasından ibaret değildir. Mahmutbey’de mübadillerin kurdukları ortak yaşamı koşullayan, sevgi ve karşılıklı bağlılığa dayanan; mübadil kimliğinin ilişkiselliğinin, ortak yaralanabilirliklerin üret- ken gücünü açığa çıkaran bir mülksüzleşme, “birbirini mülksüzleştirme” de söz konu- sudur. Bu, insanla insan dışı yaşamın karşılıklı bağımlılığı, elbirliği, komşuluk, selam- laşma ve kolektiviteye duyulan sevgiyi koşullayan bir “birbiri için mevcut olma”dır.
Mübadillerin 1. kuşaklarının Mahmutbey’de ortak yaşamı kurmak için harcadıkları çaba ile onları köyden ve birbirlerinden uzaklaştıran ekonomik, politik, kentsel koşul- lara karşı bugün bir arada kalmak için harcadıkları çaba arasında sıkı bir bağ vardır. Bu çaba mülksüzleşmenin neşeli yüzüdür; Fatma Ergelen’in deyişiyle beraber yaşayıp çok çalışmakla özdeşleşen bir “mutluluk”tur bu çünkü “bir ayak ayrı yere gitmez” ve “omuz dövüldüğü yere gider”.
KAYNAKÇA
Arı, K. (1995). Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Ya- yınları.
Assmann, J. (2015). Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, çev. A. Tekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Butler, J. & Athanasiou, A. (2017). Mülksüzleşme. Metis, İstanbul.
Chatty, D. (2010). Displacement and Dispossession in the Modern Middle East. Cambridge: Cambridge
University Press.
Clark, B. (2008). İki Kere Yabancı: Kitlesel İnsan İhracı Modern Türkiye’yi Yunanistan’ı Nasıl Biçimlendirdi? İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Connerton, P. (2019). Toplumlar Nasıl Anımsar?, çev. A. Şenel, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Creet, J. & Kitzmann, A. (ed.) (2014). Memory and Migration: Multi-disciplinary Approaches to Me- mory Studies. Toronto Buffalo London: University of Toronto Press.
Erll, A. (2011). The Invention of Cultural Memory: A Short History of Memory Studies. Memory in
Culture. Palgrave Macmillan, London.
Fraley, J. (2017). The Meaning of Dispossession. Indian Law Review. Vol. 50, No: 517, s. 517-538. Taylor & Francis Online. DOI: http://dx.doi.org/10.18060/4806.1145
Gökaçtı, M. A. (2017). Nüfus Mübadelesi Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi. İstanbul: İletişim. Halbwachs, M. (2018). Kolektif Bellek, çev. Z. Karagöz, Pinhan Yayıncılık, İstanbul.
Hardt, M & Negri, A. (2011). Ortak Zenginlik, İstanbul: Ayrıntı.
Harvey, D. (2004). Yeni Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim, Praksis, (11) (çev. Evren Meh- met Dinçer).
Hirsch, M. (1992). Family Pictures: Maus, Mourning, and Post-Memory. Discourse 15 (2): 3–29.
Hirsch, M. (2008). The Generation of Postmemory. Poetics Today, 29 (1): 106. doi: https://doi. org/10.1215/03335372-2007-019.
Hirschon, R. (Ed.) (2007). Ege’yi Geçerken: 1923 Türk Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Hoffman, E. (2004). After Such Knowledge: Memory, History, and the Legacy of the Holocaust. Public Affairs, New York.
Kidron, C. (2009). Toward an Ethnography of Silence: The Lived Presence of the Past in the Everyday Life of Holocaust Trauma Survivors and Their Descendants in Israel. Current Anthropology, 50 (1).
Pala Güzel Ş. (2009). Zaman ve Anlatı Ekseninde Bellek ve Mübadele. Folklor/Edebiyat (60): 25-44.
Palmberger, M. & Tošić, J. (ed.) (2015). Memories on the Move. Palgrave Macmillan UK. 10.1057/978- 1-137-57549-4
Temel, S.B. (2014). Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi: Mübadeleye Yol Açan İhtilafların Analizi. Müfide Tekin (Çev.). İstanbul: Lozan Mübadilleri Vakfı.
Vardağlı, T. (2012). 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Ticari ve Siyasi Gelişmeler Işığında Kavala, Mübadil Kentler: Yunanistan. İstanbul: Lozan Mübadilleri Vakfı, s. 170-188.