Yunan, Sırp, Bulgar, Karadağlı ya da Romen;
Osmanlı'dan bağımsızlaşan her ülke, Avrupa devletlerinin koruması ve
gözetimi altında etnik bakımdan temiz bir toprak yaratma yoluna girdi.
Biri 1877-78'de, diğeri 1912-13 yıllarında gerçekleşen iki savaşla
Osmanlı, Balkanlar'dan atıldı. Onun uzantısı sayılan Türkler ve
Müslümanlar topraklarından söküldü. Milyonlarca kişi süngülerin önünde
Türkiye'ye sürüldü. Köyler, şehirler basıldı, yağmalandı, yakıldı; 900
bine yakın Türk ve Müslüman katliamlarda, sürgün yollarında can verdi.
Yüzyıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda Türkler, Balkanlar'ın
hayatından tart edildi. Geride küçük ve unutulmuş bir azınlık, içli
Rumeli türküleri, hazin anılar ve tüyler ürpertici kıyım hikâyeleri
kaldı. Atlas, bir zamanlar Balkanlar'ın pek çok bölgesinde toplam
nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türklerin ve onlarla özdeşleşmiş Arnavut,
Boşnak, Pomak gibi Müslüman halkların tabi tutulduğu sürgün ve
kıyımları araştırdı. Yüz yıldır sorulmayan bir sorunun, 'O Türkler
neredeler şimdi? Onlara ne oldu' sorusunun cevabını aradı.
Yazı: Kemal Tayfur / Fotoğraflar: Tijen Burultay
Osmanlı'nın zaferiyle sonuçlanan Kosova Savaşı,
Priştine yakınlarındaki geniş bir ovada gerçekleşti. Yenilgi, 19.
yüzyılda Sırpların ulusça 'kutladığı' milli bir güne dönüştü. Bu
yaklaşım, Arnavutların yurdu Kosova'yı sahiplenmeyi de beraberinde
getirdi. Sırplar, 1980'li yıllarda, Padişah Sultan Murad'ın türbesinin
bir iki kilometre ötesine, Gazimestan mevkiine bir anıt diktiler.
Kaidede Sırp Prensi Lazar'ın şu sözleri yazılıydı: 'Her kim ki Sırp ve
Sırp kökenlidir ve Kosova Ovası'na Türklerle savaşmaya gelmez; onun ne
erkek, ne dişi, zürriyeti olmasın. Onun hasadı olmasın!' Sırp lider
Miloseviç, Kosova Savaşı'nın 600. yılı anısına 1989'da burada bir
miting düzenledi. Mitinge bir milyondan fazla Sırp katıldı. Önce
Bosna'yı, ardından Kosova'yı kana boğan süreç böyle başladı.
Gazimestan'daki Sırp anıtı şimdi uluslararası gücün koruması altında.
Arnavutlar, anıtın kaldırılmasını istiyor.
|
|
|
Kosovalı bir gazeteciydi, savaşın tam göbeğindeydi ve
felaketi günü gününe dünyaya duyurmak zorundaydı. Haber diye anlattığı
her şey onun trajedisiydi; kardeşlerinin katlini, yaşadıkları
topraklardan sürülüp atılmalarını, şanslı olanların malını mülkünü,
evini barkını kaybetmek pahasına- mülteci olarak kurtulabildikleri bir
dünyanın halini duyuruyordu. Bir gün sıranın kendisine geleceğini, bir
sığınmacı durumuna düşeceğini aklına getirmiyordu. Burbuçe Ruşiti,
henüz bir genç kızken çocukluk arkadaşı Sırplarla ortak hayallerin ve
umutların peşinde koştuğu yılları sürerken gün gelip duyurduğu
olayların tanığı olacağını düşünemezdi. Oysa dedesi onu uyarmıştı:
'Unutma, Sırp komşu yastığının altından bıçağı eksik etmez!' Burbuçe,
Kosova'da gerginliğin tırmandığı günlerde, çocukluğunu ve gençliğini
paylaştığı Sırp arkadaşıyla karşılaştı. Arkadaşı onu görmemiş gibi
yapıp yüzünü çevirdiğinde, yastığın altındaki bıçağın çıktığını anladı.
'Tarih Balkanlar'da durmadan yineleniyor' diye düşündü. Kim bilir,
belki de bıçak yastığın altına hiç girmemişti. Hem sadece Kosova'da
değil, bütün Balkan ülkelerinde yüz yıldan fazla bir zamandır bıçağın
işi hiç bitmemişti. Kimi sakin dönemler vardı ki, o da bıçağın
bilendiği aralara tekabül ediyor olmalıydı. Ve herkes biliyordu bıçak,
Avrupa'ya bir tokat gibi uzanan Balkanlar'ın üzerinde parıldadığında,
bu, yüz binlerce insanın katli, milyonlarcasının yerini yurdunu terk
edip sığınacak bir kapı araması anlamına geliyordu. Peki hangi
kapı? En son Kosovalı Arnavutlar o kapıları zorladı. Arkalarında kol
gezen ölümün hışmından kaçarken nereye sığınabilirlerdi? Arnavutluk'a
mı? Makedonya'ya mı? Sınırlar kuşatılmış, yollar kapanmış, çoluk çocuk
halkın geçebileceği yerler mayınlarla döşenmişti. Gene de her iki
ülkeye yüz binlerce Arnavut sığındı. Bir o kadarı kara, soğuğa
aldırmadan dağlarda, ormanlarda saklandı. Binlercesi de otobüslerle,
trenlerle sınırları aştılar, Türkiye'ye sığındılar. Bir kısmı
Kırklareli'ndeki göçmen kampına alındı, kimileri Türkiye'deki
akrabalarına konuk oldu. Bazıları da, Türkiye'deki evlerine gelip
yerleşti. Onlar, Burbuçe'nin babası gibi bu meşum günleri düşünerek çok
önceden Türkiye'den ev almış olanlardı. Buna hiç şaşırmadım. Bir
haftadır Kosova'daydım ve herkeste Türkiye'ye ilişkin aynı duygularla
karşılaşıyordum. Sorduklarında, İstanbul'dan geldiğimi söylüyordum.
Hemen düzeltiyorlardı: 'Başistanbul!' İşte o duygu; Balkanlar'da Türk
olsun, Arnavut, Boşnak, Goralı, Rom, Tatar, Pomak, Çerkes olsun her
Müslüman'ın ortak hasleti böyle beliriyordu. Hepsi Türkiye'yi ikinci
bir vatan olarak algılıyordu. Hayır, hepsi dememeliyim; Türkler,
Kosova'nın yalnız ve sahipsiz Türkleri için Türkiye hep anavatandı.
|
|
|
O yüzden Bosna'da savaş patladığında, Kosova'da
silahlar gürlediğinde, Makedonya'da, Yunanistan'da, Romanya'da,
Bulgaristan'da ırkçı saldırganlık Türklerin ve Müslümanların üzerine
bir kâbus gibi çullandığında Türkiye'ye uzanan yollar, göçmen
kafileleriyle dolup taşıyordu. 'Neden Türkiye' diye sormaya kimsenin
hakkı yoktu. Başlarına gelen her şey; öldürülmeleri, aşağılanmaları,
tecavüzlere uğramaları, malları mülkleri yağmalanarak yurtlarından
sürülmeleri Türkiye ile doğrudan ilgiliydi çünkü. Onlar yaşadıklarından
Türkiye'yi sorumlu tutmadılar, bunu asla dile getirmediler. Ama
felaketle sonuçlanan her savaşın, her saldırının Osmanlı'nın bu
topraklardaki 600 yıllık tarihinden -ki bu onların da tarihidir-
bağımsız olmadığını da biliyorlardı. Priştine yakınlarındaki
Milosevo köyünde konuk olduğum Arnavut aile, Türkiye'den geldiğimi
öğrendiklerinde nasıl da hayıflanmışlardı. Savaş patladığında komşuları
Türkiye'ye gitmeye can atarken Esat Berişa, Hollanda'daki oğlunun
çabalarıyla bu ülkeye gidebildiklerini söyledi. Savaş bitince yerle bir
olmuş köylerine geri dönmüşlerdi. Karısı İfaket Hanım söze girdi,
'Komşuları dinleyince Türkiye'ye gitmediğimize çok pişman olduk' dedi.
Kırklareli kampının olanakları daha iyi olduğu için değil. 'Hollanda'da
kampımızı ziyarete gelirlerdi; kimi bizi merak ettiği için, kimi yardım
etmek için. Ama bizi gördüklerinde yüzleri ağrırdı.' Evet aynen, Türkçe
kelimelerle böyle söyledi: 'Yüzleri ağrırdı.' Avrupa'nın ortasından
gelen bu savaş mağdurlarını ziyaret ederek kendi insancıllığını
hatırlamak isteyen Avrupalı, 'namaz kılan, takkeli, Doğulu yüzlerle'
karşılaştığında, elinde olmadan suratını ekşitiyordu. Ülkelerinde
rekabet içinde oldukları halkların tepkisi ise hiç de 'yüzlerin
ağrımasıyla' ifade edilecek gibi değildi: Sırpların, Bulgarların,
Romenlerin, Yunanların gözünde Türk olsun olmasın her Müslüman,
Osmanlı'ydı, yani Türk'tü. Osmanlı'nın bu topraklardan atılması, onun
mirası Müslümanların da toptan kazınması demekti. 'Mademki Türk'sünüz,
Müslümansınız' derlerdi, 'bu topraklarda yaşama hakkınız yok. Yeriniz
Türkiye'.
Yugoslavya
bunun son örneğiydi. 1989 Haziran'ında Sırbistan'ın her yerinden yüz
binlerce Sırp Kosova Ovası'na, Gazimestan mevkiine aktı. Arnavutlar,
Türkler, Boşnaklar evlerine kapandı. Sırplar, tam 600 yıl önce, Osmanlı
önünde bozguna uğrayan Sırp Krallığı'nın anısını canlandırıyor ve
dünyada yenilgilerini 'kutlayan' ilk ulus olma sıfatını kazanıyordu. O
gün, Sırpların faşist lideri Miloseviç, büyük Sırbistan'ın müjdesini
verdi ve 'Bir daha kaybetmeyeceğiz' dedi. Burada hedef elbette ki
Arnavutlar ve Boşnaklardı ama onlar da Türklerin uzantısı sayılıyordu.
Türklerle savaş bitmemişti demek ki. O yıllarda Balkanlar'ı dolaşan
Amerikalı bir gazeteci de Balkan halklarının tek bir ortak noktada
buluştuklarını tespit etmişti: Türk düşmanlığı! Yüz yıl önceki duygu
alabildiğine canlıydı. Bu öylesine katı, öfkeli bir duyguydu ki,
Osmanlı'nın tarihten silinmesi, Türklerin ve diğer Müslümanların
öldürülüp sürülmeleri yetmemişti. Bağımsızlığına kavuşan her Balkan
ülkesinin giriştiği ilk iş 'etnik bakımdan temiz bir toprak' yaratmak
olmuştu. Kitleler halinde insanlar öldürülmüş, onların kültürlerinden
izler taşıyan yapılar, camiler, köprüler, evler, hatta diktikleri
ağaçlar bile yakılmıştı. Beş on yıl önce Kosova'da, Bosna'da, yirmi yıl
önce Bulgaristan'da olduğu gibi. Kosova'nın Yakova kasabasında bir
kahvede dört kişi okey oynuyordu; biri Arnavut, biri Boşnak, biri Türk,
biri de Hırvat'tı. Giyim kuşamları ve davranış biçimleriyle birini
diğerinden ayırmanın imkânsız olduğu bu insanlar ortak dil Türkçeyi
kullanıyorlardı. Ataları da onlar gibi bir arada yaşamıştı ve o
zamanlar komşular arasında Sırplar ve Karadağlılar da vardı. 'İşte
Osmanlı bu!' diye düşündüm. Prizren'deki Melamilerin şeyhi 40
yaşındaki Abdullah Rahte, Goralıların (dağlık bölgede yaşayan Türkler
bu adla anılıyor) yaşadığı Brod köyünde, bir keşif daha yapmamı
sağladı. Çocukluğunun geçtiği sokaklarda bize rehberlik ediyordu.
Kolumdan tutup beni bir evin önüne götürdü. 'Bak' dedi, 'işte Osmanlı!'
Eve baktım. Beyaz badanalı, küçük, mütevazı bir köy eviydi. Sokağa
bakan penceresi yoktu. Abdullah Rahte, o güzelim Kosova Türkçesiyle
açıkladı: 'Penceresi yok, üyle mi? Yok çünkü, evin bir huzuru olmalı. Sokağa da huzur gerek!' Osmanlı'nın
Balkanlar'daki varlığı bundan daha güzel anlatılamazdı.
Huzur… Türklere ve Müslümanlara ve hangi milletten olursa
olsun bütün Hıristiyanlara ve Yahudilere… Halkların ve
dinlerin yüzyıllarca kardeşçe bir arada yaşamasının sırrı buydu. Mutlu
bir altın çağdan söz ettiğim sanılmasın; fethedilip egemenlik altına
alınan her yerde olduğu gibi, burada da kimi zaman Bulgar'ın, kimi
zaman Sırp'ın ya da Arnavut'un devletle problemi oldu; zulüm ve terör,
isyan ve tenkil burada da yaşandı. Ama Osmanlı yönetimi altında bu
halkların birbirinin boğazına sarıldığı vaki değildi. Avrupalının pek
aşina olduğu 'ırklar savaşı' henüz bu coğrafyaya çok yabancıydı. Ta
ki 1800'lü yılların başında, bugünkü Yunanistan'ın güney ucunda, Mora
Yarımadası'nda kin ve düşmanlığın çığlığı yükselene kadar:
'Hıristiyanlara huzur! Konsoloslara saygı! Türklere ölüm!' Balkanlar'ın
Türklerden temizlenmesine dönük ilk hareket Yunan başpiskoposunun
tarihe armağan ettiği bu sloganla başladı. Mora'da başlayan 1821
isyanı, buradaki Türklerin toptan katline dönüştü ve tüm Balkan
ülkelerine model oldu.
İsyan ve Batılı Müdahale
Model şuydu: 'Bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına
uzanan yolda Türkler, bir engel olarak görülmekte idiler.' Buradaki
Türk varlığı, Osmanlı müdahalesi için bahane oluşturabilir ve Türkler
doğal olarak Osmanlı'ya bağlılık duyarlar diye varsayılıyordu. 'Çare,
kökten kazıyıp yok etme idi.' Nitekim, Mora'daki (o zamanki Yunanistan
sadece Mora Yarımadası'nı kapsıyordu) ayaklanma, doğrudan sivil
Türkleri hedef aldı. O sırada Mora'da 30 bine yakın Türk yaşıyordu. İki
ay içinde çoğu kıyımdan geçirildi. Yunan ayaklanmasını anlattığı 1861
tarihli kitabında George Finlay, şunları yazdı: 'Adamlar, kadınlar ve
çocuklar hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler.
Yaşlılar hala taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere,
‘İşte şurada Ali Ağa'nın kulesi vardı; burada hem onu, hem
eşlerini ve hizmetkarlarını öldürdük' diye anlatırlar. Ve bunu anlatan
yaşlı adam, yolu üzerinde bir öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini
aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa'nın olan tarlaları sürmek
için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi…' Finlay'i
bu denli dehşete düşüren şey, savaş ya da isyanlarda görülecek türden
öldürmeler değildi. Yunan çeteci ve köylülerin, düpedüz karşılaştıkları
her Türk'ü çocuk, kadın, yaşlı, hasta demeden doğramalarıydı. Kasabalar
basılıyor, Türkler toplanıp 'bir dere yatağına' ya da uygun bir yere
götürülüyor ve orada katlediliyorlardı. Alison Phillips 1897'de
yayımlanan kitabında katliamın boyutlarını şöyle anlattı: 'Her yerde
daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler
ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle,
kadınıyla, çocuklarıyla kıyımdan geçirmekte idi. ‘Hiçbir Türk
kalmayacak! Ne Mora'da, ne dünyada'; ağızdan ağza dolaşarak bir kökten
kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı böyle diyordu...
Ayaklanmanın patlak vermesinden sonraki üç hafta içinde, kentlere
kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı.' Amerikalı
tarihçi Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı kitabında, öldürülen
Türklerin 25 bin kişi olduğunu yazdı.
|
|
|
|
Burada
ölenlerin sayısından daha önemli olan, bunun bir arındırma politikası
olması ve Balkanlar'ın tarihine damgasını vurmasıydı. Olayların
Osmanlı başkentindeki yankıları yakıcıydı. Katliamlar karşısında halkın
kapıldığı infial ve öfke o denli büyüktü ki, İstanbul'daki Rumlara
karşı her an misilleme hareketleri başlayabilirdi. Padişah Mahmud da
öfkesini dizginleyemeyenlerdendi. Kayseri, Edirne, Tarabya, Edremit
piskoposları ile İstanbul'daki patrik Gregorius'un idam fermanını
verdi. Ortodoksların davranışlarından patrik sorumlu tutulmuştu.
Patrik, Fener'deki patrikhanenin 'Orta Kapı'sında asıldı ve yaftası
göğsünde üç gün teşhir edildi. (O kapı o gün bugündür kapalı tutuluyor.) Öte
yandan, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa
komutasındaki ordu, Mora'ya çıktı. İsyan kısa zamanda ve şiddetle
bastırıldı. Ama işte tam da bu anda, Batılı devletler müdahale çarkını
işletti. İsyana sevk ettikleri, destekleyip yönlendirdikleri
Yunanistan'ın daha doğmadan ölmesine izin veremezlerdi. Ordularını
Mora'dan çekmesi için Osmanlı'ya yönelen baskı ve tehditler işe
yaramayınca, dünya askerlik tarihinin en utanç duyulacak saldırısını
gerçekleştirdiler. İngiliz, Fransız ve Rus gemileri, Navarin'de demirli
bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını, savaş ilanına gerek duymadan topa
tuttu; savaş hali olmadığı ve herhangi bir saldırı beklemediği için
müttefik gemilerinin gelişini seyretmekle yetinen 57 Osmanlı gemisi
batırıldı. Sekiz bin denizci oracıkta öldürüldü. Fransa, denizcilik
tarihine 'şanlı bir zafer' yazdıklarını açıkladı. İngilizler
temkinliydi; bir yanlışlık olmuş gibi davrandılar. Osmanlı'nın Mora'dan
çekilmesi için bu da yeterli olmadı. Bu kez, İbrahim Paşa üzerindeki
baskılar artırıldı. Sonunda İbrahim Paşa ikna edildi ve isyanı bastıran
ordu Mora'dan çekildi. Osmanlı hâlâ Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul
etmiyordu. Artık tek yol kalmıştı: Savaş. Rusya'nın saldırısı (1828) bu
koşullar altında başladı ve Osmanlı'nın yenilgisiyle sonuçlandı. Edirne
Antlaşması'nın imzalanması Yunanistan'a bağımsızlık, Sırbistan'a da
özerklik getirdi. Osmanlı'dan koparılan bu ilk ülkenin kralı da
Almanya'dan geldi; Bavyera Prensi Otto, beyaz bir atın üzerinde
muzaffer bir komutan gibi Atina'ya girdi. Antlaşmada adına
'bağdaşmazlık ilkesi' denen yeni bir anlayış da yüzünü gösterdi: Buna
göre, 'çatışmaları önlemek için' Mora'daki Türklerin çıkarılması
öngörüldü. Özerkleştirilen Sırbistan'daki Türkler de, Belgrad ve bir
iki kale hariç ülkeden sürüldüler. Balkanlar'ı kana boğacak, ileride
mübadeleye gerekçe oluşturacak olan da işte bu Batılı ilkeydi.
Bağımsızlık fitilini tutuşturan her Balkan halkına, aynı toprakları
paylaşan Türk ve Müslümanları sürme, gerekirse yok etme işareti
verilmişti.
93 Harbi
Artık isyanların niteliği de, pratiği de farklı bir
yol izleyecekti. Daha önce yeniçeri zulmü, ayan baskısı, kötü yönetim
gibi haklı gerekçelere dayanan başkaldırmalar, yerini milliyetçi bir
içerik kazanan, doğrudan Batılı devletlerin (Düvel-i Muazzama)
yönlendirmesi ve koruması altında gerçekleşen isyanlara bırakacaktı. Ve
her isyan, başlar başlamaz sivil Türk ve Müslüman unsuru hedef
alacaktı. Nitekim otuz yıl kadar sonra Karadağ, Hersek, Sırbistan ve
Romanya'da patlayan isyanlar, derhal Hıristiyan-Müslüman çatışmasına
dönüştü. Osmanlı bu kez çabuk davrandı ve isyanları çok fazla
yayılmadan bastırdı. Ama Yunan isyanında olduğu gibi, Batılı
devletlerin müdahalesiyle bu ülkelerde de isyancılar ödüllendirildi.
Osmanlı ordusunun Karadağ'daki ilerleyişi durduruldu. Özellikle
Fransa'nın dayatmasıyla Memleketeyn (Kırım Savaşı'ndan sonra Ruslardan
geri alınmıştı) özerk Romen Prensliği ile birleştirildi. Prensliğin
başına da Hohenzoller hanedanından Prens ?arl getirildi. (Özerkliğini
ya da bağımsızlığını elde eden uluslara, Avrupa'dan kral tayin edilmesi
de bir kural haline gelmişti. Yunanistan ve Romanya'dan epey sonra
Bulgaristan'da da krallığa Alman Prens Battenberg oturmuştu.)
Sırbistan'da başta Belgrad olmak üzere Türklerin denetimindeki kaleler,
savaş tehdidiyle boşalttırıldı; Türk ve Müslüman nüfusun buraları terk
etmesi sağlandı. Öte yanda, Girit isyanı da tamamen bastırılmıştı ki;
Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı hükümetine bir nota vererek özerklik
talebinde bulundular.
|
|
|
|
Gene
de Osmanlı, bu süreci Balkanlar'da büyük kayıplara uğramadan
atlatmıştı. On yıl süren bir sükûnet evresinden sonra çark yeniden
işlemeye başladı. Önce Hersek, ardından Bulgarlar ayaklandı (1876).
Hersek isyanı, Avusturya'nın girişimiyle duruldu ama Bulgaristan'da
Türkler ve Bulgarlar kanlı bir çatışmanın içine sürüklendiler.
Karşılıklı katliamlar 39 gün boyunca devam etti. Kimi tarihçilere göre
bin Türk, dört bin Bulgar öldü. O tarihteki Amerikan konsolosluk
görevlisinin 12 bin Bulgar'ın öldürüldüğüne ilişkin tahmini ise
fazlasıyla abartılıydı. Ancak abartı bununla sınırlı değildi. Batı
basınında 'Türk vahşetine' ilişkin haberlerin ardı arkası kesilmiyordu.
Kıyım haberleri kamuoyunun ilgisini çekmiyor olmalıydı ki, gazeteler
düpedüz hikâyeler üretmeye başladılar. Bu hikâyelerin en etkilisi de,
Hıristiyan Bulgar kızlarının köle olarak satıldığı ya da Müslümanların
haremlerine kapatıldığı yolundaydı. İngiltere'de etkili olan bu
kampanya sonucu kamuoyu ve muhalefet, hükümeti müdahale etmeye çağırdı.
Liberal politikacı Gladstone, çözüm olarak şunları söylemişti: 'Artık
Türkler kötülüklerini mümkün olan tek yolla ortadan kaldırsınlar, yani
oradan çekilip gitsinler… Hepsi ama hepsi, umarım çöle
çevirdikleri bu topraklardan pılı pırtılarını toplayıp defolurlar.' Rusya,
öteden beri planladığı saldırı için İngiltere engelinin devre dışı
kaldığını anladığı anda, 24 Nisan 1877'de, harekete geçti: 'Avrupa
iradesi, Hrıstiyanlık vicdanı ve medenî dünyanın arzusu adına
‘suçlu Türk'ü cezalandırmak' ve ‘zavallı Bulgarları
kurtarmak' misyonuyla' savaş ilan etti. Romanya, savaşı fırsat bildi ve
tarafsız kalmak için Osmanlı'dan bağımsızlığını tanıması talebinde
bulundu. Bu talep reddedilince, topraklarını Rus ordularına açtı.
Ruslar, 22 Haziran'da savaşmadan Tuna'yı geçtiler ve birkaç hafta
içinde Balkan Dağları'nı aştılar. Aralık ayında Osmanlı
İmparatorluğu'nun Bulgaristan topraklarının işgali tamamlandı, ocakta
Edirne düştü.
Osmanlı için kesin ve sert bir yenilgiydi. Rus
orduları, İstanbul'a bir adım mesafedeki Yeşilköy'e kadar gelmişlerdi.
Burada imzalanan Ayestefanos Antlaşması'nın şartları o denli ağırdı ki,
çıkarlarının tehlikeye girdiğini gören başta İngiltere olmak üzere
Batılı devletler paniğe kapıldılar. İngiltere donanmasını Marmara'ya
soktu ve Rusya'ya karşı savaş vaziyeti aldı. İngiltere, Osmanlı'nın
elde kalan topraklarının korumasına yardım ediyordu ama bu hizmetinin
bir karşılığı olmalıydı: Osmanlı'dan Kıbrıs'ın kendilerine
bırakılmasını istedi ve istediğini de kabul ettirdi. Ardından toplanan
Berlin Kongresi (1878), barışın şartlarını belirledi. Makedonya,
Osmanlı'ya bırakıldı. Bulgaristan toprakları ikiye bölündü. Kuzeyde
Osmanlı Devleti'ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği, güneyde de başında
Hıristiyan bir valinin bulunduğu Doğu Rumeli vilayeti kuruldu. (Doğu
Rumeli 1885'te Bulgaristan tarafından ilhak edildi.) Bosna-Hersek ve
Yenipazar sancağı Avusturya'ya verildi. Sırbistan, Karadağ ve Romanya
bağımsızlıklarını elde etmekle kalmadı; Niş Sırbistan'a, Antivari
Karadağ'a, Dobruca Romanya'ya verildi. Savaşın galibi Rusya, Beserabya,
Kars, Ardahan ve Batum'u aldı. Teselya Yunanistan'ın hissesine düştü.
Fransa'nın kazancı ise kongre kararlarında değil, kulislerde
belirlenmişti; Tunus Fransa'nın olacaktı. İngiltere zaten Kıbrıs'ı
almıştı. Ama Mısır'ı da hanesine yazdırmıştı.
Büyük Muhaceret
Tarihimize 93 Harbi diye geçen bu savaş, Balkanlar'da
sivillerin doğrudan hedef alındığı ilk savaştı. Mesele toprak
kayıplarının çok ötesindeydi. Kaybedilen topraklarda ve sonradan
Bulgaristan olacak ülkede yaşayan Türkler, toptan kıyıma ve sürgüne
tabi tutulmuşlardı. Bir milyonun üzerinde insan süngülerin önünde
yollara düşmüş ve bunların yüz binlercesi can vermişti. Bulgaristan,
Türklerin en yoğun yaşadıkları Balkan ülkesiydi. Savaştan önce, yani
1877'de, sonradan Bulgaristan olacak Tuna vilayeti ile Edirne
vilayetinin Filibe ve İslimye sancaklarında yaşayan Türklerin
(aralarında Çerkesler de vardı) sayısı 1 milyon 500 bin ila 1 milyon
700 bin civarındaydı ve toplam nüfusun yarıya yakınını oluşturuyordu.
Bulgarların sayısı kimi kaynaklara göre Türklerden biraz daha az,
kimine göre biraz daha fazlaydı. Osmanlı, Rus, İngiliz, Fransız
kaynakları her iki halkın nüfusunun aşağı yukarı aynı olduğunda
birleşiyordu. Tarihçi Justin Mc Carthy, Türk nüfusun 1 milyon 500 bin
olduğunu söylüyor. Nüfusla ilgili kaynakları değerlendiren tarihçi Ömer
Turan ise savaştan önce Bulgar olmayanların (1 milyon 949 bin),
Bulgarlardan (1 milyon 793 bin) daha çok olduğunu, Bulgar olmayanların
yüzde doksanını da Türklerin oluşturduğunu söylüyor: Buna göre, Türkler
1 milyon 600 bin civarındaydı. Rum, Ulah, Yahudi, Ermeni gibi Bulgar
olmayan toplulukların sayısı da 350 bin kadardı. Demek ki, 'Bulgar
devletinin kurulması hazırlıklarının yapıldığı bölgede Bulgarlar
çoğunluğu teşkil etmemektedirler.' Bu durum işgal sonrasını planlayan
Rus Prens Panslavist Çerkaski'nin başkanlığında kurulan Bulgaristan
Mülkî İdare Teşkilatı'nca da tespit edilmişti. Örneğin Tuna Vilayeti'ne
bağlı Ruscuk, Sofya, Tulça ve Varna sancaklarında Türkler; Vidin ve
Tırnovo'da ise gayrimüslimler çoğunluktaydı. Diğer Hıristiyan unsurlar
dışta tutulunca, hiçbir yerde Bulgarların, etnik bir grup olarak
çoğunluğu sağlayamadıkları anlaşılıyordu. Tarihçi Turan, Bulgaristan
Mülkî İdare Teşkilatı'nın Tuna ve Edirne vilayetlerindeki Türkleri ve
Müslümanları 'def etmeyi veya yok etmeyi' amaçlayan 'nüfus
ihtilali'nin, bölgenin bu demografik durumunun tespitiyle planlandığını
belirtiyor. Açıkçası katliam ve sürgünlerin nedeni kurulacak Bulgar
devletinin Slav çoğunluğa dayanması fikriydi ve önceden planlanmıştı.
|
|
|
Savaş ve ardından yürütülen saldırılarla Türk nüfusun
bir milyon kadarı topraklarından sürüldü. Bunun 515 bini sığındıkları
topraklarda kaldı. Sığıntıların 105 bini Edirne'ye, 60 bini Selanik'e,
140 bini Kosova ve Manastır'a, 120 bini İstanbul'a, 90 bini de
Anadolu'ya yerleştirildi. Bazıları da savaştan sonra geri döndü.
Bulgaristan'ın 1887 yılı nüfus sayımına göre kalan Türlerin sayısı 672
bindi. Savaştan sonra da 52 bin Türk'ün Osmanlı ülkesine göçtüğü
kayıtlıydı. Bunlara, Osmanlı ellerinde kalmış 515 bin de eklendiğinde,
başlangıçtaki 1 milyon 500 bin rakamına ulaşmak mümkün olmuyordu.
Tarihçi Ömer Turan da Türk nüfusun savaştan sonra yarı yarıya azalarak
800 bin kişiye düştüğünü belirtiyor. Bunun 515 bini göçmen olarak
Osmanlı topraklarına yerleştirildiğine göre, 250 binden fazla
(McCarthy'ye göre tamı tamına 261 bin) Türk'ün akıbeti meçhuldü. Meçhul
değildi aslında, nüfus tablolarında 'telefat' hanesinde gösterildiğine
göre, bu insanlar ölmüştü. Peki bu kadar insan nasıl öldü? Bir kısmı
kuşkusuz, savaşlarda ve çatışmalarda can vermişti. Ama ezici çoğunluğu
katliama uğramıştı, sürgün sırasında açlık, hastalık ve soğuğa kurban
gitmişti.
Vahşi Tümen
Bu katliamın sorumlusu Rus ordusu, bu ordunun Rus
kazaklarından oluşturulmuş dehşetengiz birliği Vahşi Tümen ile Bulgar
çeteleri idi. Vahşi Tümen, Rus düzenli ordusunun ardı sıra gelerek,
Bulgar çetelerle işbirliği halinde Türk köylerine kıyım ve yağma
saldırıları düzenlediler. Sivil halkın dehşete kapılıp korku içinde
topraklarını terk etmeleri için her türlü şiddete ve rezilliğe
başvurdular. Düzenli ordu da onlardan geri kalmadı; geçtikleri her yer
'çöle döndü'. Bulgar çetelerinin sırtına ise daha da kirli
görevler yüklenmişti. Osmanlı ordusunun ikmal yollarına sabotaj ve
saldırılar düzenlemek sıradan işleriydi. Asıl görevleri köy basmak,
tecavüz ve yağmaydı. Rusların cinayetten imtina ettiği durumlarda,
kuşatılmış köylere girip kıyıma kalkışmaktı. Sürülenler geri dönmesin
diye köyleri ve çiftlikleri yakıp yıkmaktı. Türklerin 'tarlalarını,
evlerini, besi hayvanlarını ve her türlü mallarını ellerinden almak'tı.
En canice eylemleri ise savaş meydanlarındaki yaralı Osmanlı askerleri
ve esirlere son darbeyi indirmekti. Yapılanlar öyle yaygındı ki,
diplomatlar ve gözlemciler, yaşananların 'istisna değil, olağan'
olduğunu bildiriyordu. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında
'Olayların çoğunda Müslümanlara zulmeden Bulgarların sıradan köylüler
olduğunu' söylüyor. 'Hatta bazen, halkı karma olan köylerde
yüzyıllardan beri babaları dedeleri Müslümanlarla yan yana yaşamış olan
köylülerdi. Bunların o çeşit eylemlere girişmelerinin nedeni,
Müslümanlara karşı nefret duyuyor olmaktan ya da milliyetçilikten çok,
mal kapma hevesiydi.' O yüzden sadece Müslümanların değil, Yahudilerin
de malları talan edildi.
Savaştan önce 'Türk vahşeti'ne
ilişkin haberler yapan Batılı gazetelerin muhabirleri ortak bir bildiri
kaleme almak gereğini duydular. Aralarında Times, New York Herald,
Republique Français, Frankfurter Zeitung, Daily Telegraph gibi büyük
yayın kuruluşlarının da bulunduğu 21 gazete ve derginin muhabiri
'Bulgaristan'ın suçsuz Müslüman ahalisine karşı işlenmiş insanlık dışı
eylemlerin bir özetini imzaya bağlamayı görev' saymışlardı. Olaylardan
Rus ordusunu sorumlu tutan gazeteciler 'kurbanların büyük çoğunluğunun
kadınlarla çocuklar olduğunu' da bildiriyordu. Ayrıca bölgede görev
yapan Batılı devletlerin konsolosları, bağlı oldukları bakanlıkları
olaylar hakkında günü gününe bilgilendirmişlerdi. Örneğin Burgaz'daki
İngiliz Konsolosu Brophy, 'Türk yönetiminin en kötü olmuş haline
kıyasla dahi, sözde büyük bir Avrupa devletinin (Rusya) yönetimi
altında durumun eskisine göre on kat daha fazla kötü olduğunu' görmüş
ve pek büyük şaşkınlığa kapılmıştı. Edirne Konsolosu Blunt, Türklerin
yaşadığı kıyımları derlemişti. Bir başkası, 'Rusların kararlı
benimsedikleri amacın, bütün Müslümanları ülkeden sürüp çıkarmak'
olduğunu tespit etmişti. Bu tanıklıklar ve araştırmacı Bilal ?imşir'in
yayımladığı sayısız İngiliz belgesi, bu büyük kıyımın büyük devletlerin
gözü önünde işlendiğini gösteriyor. Kıyımın bir başka boyutu da
Osmanlı uygarlığının izleriyle ilgiliydi. Ekrem Hakkı Ayverdi'ye göre
bugünkü Bulgaristan topraklarında, Türk evleri ve dükkânları dışında, 3
bin 339 Osmanlı mimari eseri vardı. Bunların 2 bin 356'sı cami, 415'i
eğitim yapısı, 174'ü tekke ve zaviye, diğerleri de han, hamam, hastane,
çeşme, köprü gibi yapılardı. Çoğu savaş sırasında, geri kalanlar da
savaştan sonra şehir planlarını bozdukları gerekçesiyle yerle bir
edildi. Örneğin Filibe şehrinde 33, Sofya'da 82 cami bulunmaktaydı.
Savaş sonrasında her iki şehirde de birer cami kalmıştı. Yüzyıllardır
hâkim unsur olarak yaşadıkları topraklar üzerinde Türkler, birdenbire
azınlık durumuna düşmekle kalmamışlar, mal ve mülklerini, camilerini,
okullarını, hatta mezarlıklarını bile kaybetmişlerdi. Gene de
Bulgaristan'daki Türklerin sayısı, Bulgarlar için hâlâ tehdit edici
düzeydeydi. Bosna Hersek'in bazı bölgelerinde, Balkan ülkelerinin
gözlerini diktiği ve her birinin üzerinde hak iddia ettiği Makedonya
(Kosova, Manastır, Selanik vilayetleri) ile Trakya'da ise Türk ve
Müslümanlar mutlak çoğunluktaydı. Müslüman nüfusu rahatsız ederek
uzaklaştırma siyaseti, o yüzden, savaştan sonra da devam etti.
Makedonya'da sivil halka yönelik çete (çentiklerin) saldırılarının ardı
arkası kesilmedi. Bulgaristan'ın 1885'te Doğu Rumeli'yi, Avusturya'nın
da 1908'de Bosna Hersek'i ilhakı üzerine, Hıristiyanların yönetimi
altında bulunmayı kabul etmeyen Müslümanlar dalgalar halinde Türkiye'ye
göçtü. Karadağ'da neredeyse tek bir Müslüman kalmadı. Öte yandan Ege
adalarındaki Türkler de bir daha dönmemek üzere Anadolu'ya taşınıyordu.
Örneğin Girit'te, 1821'de Türklerin sayısı 160 bindi. Bu sayı 1876'da
95 bine, 1897'den sonra da 33 bine düştü. (Onlar da mübadelede göçmek
zorunda kaldı.) Sonuçta bütün bu bölgelerden, savaştan sonra
gerçekleşen göçlerle yaklaşık 340 bin kişi daha Osmanlı ellerine
sığındı. Balkanlar'ın Müslüman nüfusu eriyordu. Son darbeyi Balkan
Savaşları vuracaktı; ama bir farkla: Bu kez öldürülenlerin sayısı göç
edebilenlerden, İstanbul ve Anadolu'ya sığınabilenlerden çok daha fazla
olacaktı.
Elveda Balkan'ım
Yüz yıl önce, Balkan şehirlerini ziyaret eden Batılı
gazeteciler ve yazarlar, rahatsızlık duyacak kadar Doğu manzarasıyla
karşılaşmışlardı. Osmanlı etkisi tahammül edilemeyecek kadar derindi. O
günleri bir tarafa bırakalım. Amerikalı gazeteci Robert Kaplan,
1990'larda 'Üsküp'te gümüş kubbelerden süzülen Türk minareleri' ve
'tavla oynayan beyaz takkeli adamlar'la karşılaştığında 'Asya
karmaşasının… korkunç ve caydırıcı' etkisiyle irkilmişti. Nazizmin
kaynağını bile Balkanlar'a akıtılmış 'Doğulu zorbalığın ve çöküntünün
zehri'nde arayan bu ırkçı Amerikalıyı okurken Prizren'deydim. Aynı
rahatsızlığı burada da duymuş olmalı. Prizren, Kosova Türklerinin yoğun
olarak yaşadığı şehirlerden biri. Bistrica Irmağı'nın kıyısındaki
kalenin etekleri Osmanlı devrini yaşıyor hâlâ. O zamandan kalma
camileri, tekke ve dergâhları, avlulu evleri, dar sokakları, ırmak
üzerindeki köprüleri, çarşısı, insanları ve insanlarının
alışkanlıklarıyla bu şehir, mirasını ve kimliğini, Türkiye'dekilerden
daha iyi korumuştu. ?air ve ressam Zeynel Beksaç, 40-50 yıl önce
şehirde herkesin Türkçe konuştuğunu hatırlayanlardan. ?imdi o kadar
yaygın olmasa da şehrin her yerinde, lokantada ya da postanede, çarşıda
pazarda derdimi Türkçe anlatmakta hiç zorluk çekmedim. Kosova,
Balkan Savaşları'nda Osmanlı'nın ilk kaybettiği topraklardandı.
Sırplar, Kosova Savaşı'nın intikamını Kumanovo galibiyetiyle almışlardı
ve tüm Kosova ellerine düşmüştü. Bir hayır kurumu görevlisi Mary Edith
Durham, o sıralar Karadağ'daydı. Çarpışmalar bitince Britanya askeri
ataşesi ile birlikte Prizren'e gitmek istedi, ancak Sırp yetkililer
izin vermedi. Durham, savaş alanlarından dönen Karadağlılara, gitmesine
neden izin verilmediğini sorduğunda şu cevabı aldı: 'Tek bir Arnavut'un
suratında burun bırakmadık da ondan!' ?aka mıydı bu? Hayır; Durham,
sonradan Arnavutluk'un kuzeyinde burunları ve üst dudakları kesilmiş
esir Osmanlı askerleriyle karşılaştığında infiale kapıldı: 'Savaş,
insan soyunun en aptal yanlarını ortaya çıkarır; iğrenç, hayvani
gaddarlık kendine bir erdem süsü verir. Balkan Slavlarına ve onların
bozulmuş Hıristiyanlığına gelince, bana öyle geliyor ki bütün uygarlık
ayağa kalkıp onları daha çok vahşetten alıkoymalı.' Korkunç
suçların işlendiği Kosova ve Makedonya'ya gazetecilerin, daha doğrusu
tarafsız gazetecilerin girmesi yasaktı. Genel olarak Batı basınında tam
bir 'sessizlik komplosu' söz konusuydu. Bunu, o sırada gazeteci olarak
Balkanlar'da bulunan Rus Devrimi'nin ikinci büyük önderi Troçki
söylemişti. Troçki, Rus ve Batı basınının tavrı karşısında hiddete
kapılmıştı: 'Önde gelen bütün gazetelerin, tüm dönemimize bir
onursuzluk lekesi vuracak o gaddarlıkların ahlaki açıdan sorumluları ve
destekçileri durumuna girdiklerini' haykırdı. Danimarkalı bir
gazeteci de Priştine'de beş bin Arnavut'un öldürüldüğünü, 'Sırp
harekâtının, Arnavut halkına yönelik dehşet verici bir katliama
dönüştüğünü' yazmıştı. Katolik bir papaz, gördükleri karşısında suskun
kalamamış, Daily Telegraph da onun söylediklerini haber yapmıştı. Üsküp
Katolik başpiskoposunun Vatikan'a verdiği rapora göreyse, Ferizaj'da
yaşı 15'in üstünde olan Müslüman Arnavutlardan yalnızca üçü sağ
bırakılmış, Gjilan çarpışmadan teslim olduğu halde oradaki Müslüman
nüfus katliamdan geçirilmiş, Yakova ise tümüyle yağmalanmıştı. Prizren'de
de durum korkunçtu. 'Kent ölüm krallığı gibi görünüyor. Arnavut
evlerinin kapıları çalınıyor, erkekleri dışarı çıkarıp anında
vuruyorlar… Yağma, talan, ve tecavüzlerin ise haddi hesabı
yok… Bütün bu dehşet yetmiyormuş gibi bir de komutan Bozo
Yankoviç elinde tabancayla kent ileri gelenlerini Kral Petar'a teşekkür
telgrafı göndermeye zorluyor!' Bir Sırp gazeteci görüp de
yazamadıklarını Troçki'ye anlatmıştı. 'Ferizaj'da askerlerin piliç
kızartıp Arnavut öldürdüklerini, esir ve yaralıların işlerini süngüyle
bitirdiklerini' söylemişti. Sırp gazeteci, askerlere çıkışmıştı: 'Niye
tıpkı eşkıyalar gibi hareket ediyorsunuz?' Aldığı cevap şu olmuştu:
'Hayır, öyle değil işin aslı. Biz, düzenli ordu, belirli sınırlara
uyduk ve on iki yaşın altındakileri asla öldürmedik. Komitacılar
hakkında kesin bir şey söylemem mümkün değil, onlar başka bir grup.'
Komitacılar denilenler, 'işsiz güçsüz, serseri takımından devşirilmiş,
cinayet, soygun ve şiddeti kendileri için vahşi bir eğlence haline
getirmiş' çetecilerdi. Troçki'yi asıl şok edense, serseri denilen
komitacılar arasında, 'entelektüeller, fikir adamları ve ateşli
milliyetçilerin' de bulunduğunu öğrenmesiydi. Aslında ordunun
uyguladığı terörün yanında, komitacılarınki küçük şiddet eylemleri
olarak kalıyordu. Onlar, daha çok düzenli ordunun darmadağın ettiği köy
ve kasabalara dalıp nasılsa sağ kalmış insanları öldürüyor, kalan
kırıntıları talan ediyorlardı. Troçki'nin aktardığı şu üç sahne, vahşet
ve yağmada sınır tanımayanların sadece serseriler olmadığını
gösteriyor.
Birincisi, Sırp toplumunun tepe noktasındaki
şahsiyetle, Kral Petar ile ilgilidir. Kral, Kumanovo'ya giderken bir
grup esirle karşılaşır. 'Bu adamlar benim ne işime yarar' diye bağırır.
'Öldürülsünler, yalnız kurşunlanarak değil; o, cephane israfı olur,
değneklerle dövülerek.' İkincisi Sırp Veliaht Prensi Aleksandar
hakkındadır. Prens, bir subayın elinde kâğıda sarılı bir şey taşıdığını
görür. 'O nedir elinizdeki' der, 'verin bir bakayım'. Kâğıdın içinden,
zengin bir Arnavut'tan gasp edilmiş altın bir hançer çıkar. 'Sırp
veliaht prensi oracıkta, mülksüzleştiriciyi mülksüzleştirir.' Üçüncüsü
de bir askerin yaptıklarıdır: 'Kaç tane Arnavut öldürdüm bilmiyorum.
Ama bir tekinin bile üzerinden para edecek bir şey çıkmadı. Sonra bir
bula (genç Türk köylü kadını) öldürdüm, üzerinde on tane altın lira
buldum.' Bu üç olay, esir ve sivillerin katledilmesi ve yağmalanması
olgusunun ne denli yaygın ve olağan olduğunu gösteriyordu. Öyle ki,
Sırbistan'ın dört bir yanından yürüyerek gelen Sırp köylüler de bu
yağma ve cinayetlerde rol alıyordu. Öldürülenlerin sayısına ilişkin
Üsküp Katolik başpiskoposunun verdiği rakamlar korkunçtu. Buna göre
Kosova'da öldürülen Müslümanların sayısı 25 binden fazlaydı. Binlerce
kişi de göç yollarına düşmüştü. Bir Avusturya yetkilisi, Yakova'dan 20
bin, Prizren'den 30 bin kişinin evlerini terk ettiğini, yöreden 21 bin
kişinin de onlara katıldığını kaydetmişti. Kaynaklar, o sırada
Kosova'dan ayrılan Türk ve Arnavutların toplam sayısının 120 bine
ulaştığını, Karadağ'daki 16 bin Müslümanın sürüldüğünü belirlemişti. Bu
bölgelerden Türkler, geri çekilmekte olan Osmanlı ordularının izlediği
hattı takip ederek Türkiye'ye doğru sonu belirsiz bir yolculuğa
çıkmışlardı. Çünkü yolları üzerinde bir taraftan Bulgaristan, bir
taraftan da Yunanistan onlara doğru ilerliyordu. Her yandan
kuşatılmışlardı. Arnavutların çoğu ise, Arnavutluk'a kaçmıştı. Ancak
Arnavutluk da Sırplar ve Karadağlılar tarafından işgal ve talan
edilmiş, halk yiyecek maddesi bile bulamaz hale getirilmişti. Edith
Durham, sığıntıların önemli bir kısmının açlıktan öldüğünü bildirmişti.
Bu
ölüm ve sürgün operasyonunun tek nedeni, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı
sırasında olduğu gibi, işgal edilen toprakların 'nüfus
istatistiklerini' değiştirmekti. Troçki, 'Sırplar etnografik
istatistiklerde kendi işlerine gelmeyen verileri düzeltme yönünde
ulusal bir çabayla, tamamen sistemli bir şekilde Müslüman nüfusu yok
etmektedirler' diye yazdı. Savaştan sonra bölgede inceleme yapan
uluslararası soruşturma komisyonu da aynı sonuca varmıştı: Evler ve
köyler kül yığınına dönüştürülüyor, silahsız ve masum insanlar
katlediliyor; böylelikle 'Müslümanların yaşadığı bölgelerin etnik
kaderinin bütünüyle değiştirilmesi' amaçlanıyordu. Kosova'da Arnavutlar
çoğunluktu ve Türklerle birlikte burası tam bir Müslüman yurduydu.
Burada etnik temizlik, koca bir ülkeyi insansızlaştırmak demekti. Kosova'da
Türk olsun, Arnavut olsun konuştuğum pek çok kişiye Balkan
Savaşları'nın anılarını sordum. Yüz yıl içinde defalarca yanmış
yakılmış, her seferinde bir öncekinin acılarını unutturacak dehşet
olaylarını yaşamış bir coğrafyada olduğumu hesaba katmamıştım. Onların
anılarını belirleyen, kendilerinden önceki kuşakların değil, bizzat
kendi yaşadıklarıydı. Arnavut tarih öğretmeni Esat Berişa, Balkan
Savaşları'nı biliyordu elbette, Arnavutların ve Türklerin çok acı
çektiğini de. Bir kıyaslama yaptı: 1999 yılındaki savaşta bir milyon
Arnavut'un, aynen o eski savaşta olduğu gibi mülteci durumuna
düştüğünü, 121 bin evin yakıldığını, binlerce kişinin öldürüldüğünü,
yüzlercesinin hâlâ kayıp olduğunu söyledi ve '20. yüzyılın sonunda
bunlar yapılabildiğine göre, 1912'de yaşananlar hayal bile edilemez'
dedi. Türk şair Agim Rıfat Yeşeren ise daha geniş bir tarih
belleğiyle, 'Balkanlar'ın ortak alın yazısı, ortak tarihi var' diyerek
Avrupa'nın rolüne işaret etti: 'Avrupa sınırlarını açıyor, burada yeni
sınırlar yaratıyor. Balkan Savaşları'ndan beri devam ediyor bu durum ve
her seferinde felaketle sonuçlanıyor.' Melami Şeyhi Abdullah Rahte
ise dedesinin anlattıklarını nakletmişti: Türk ordusu çekilirken,
subaylar Türk ahaliyi toplamışlar ve şöyle demişler: 'Biz gidiyoruz.
Bundan böyle yeni bir devletiniz olacak, biz gelinceye kadar itaat
edin.' Düşmanlığın, öfkenin, kinin boyutlarını o subaylar da, Türk
ahalinin önde gelenleri de tasavvur edememişlerdi. 'Kötülüğün sınırı
yoktu. O kadar fenalık yaptılar ki, bak, yüz yıl sonra kendi
kötülüklerinde boğuldular.' Sırpların bugün düştüğü durumu, ilahi
adaletin tecellisi olarak görüyordu Abdullah Efendi, Türk subayların
verdikleri sözü tutacaklarına ve bir gün geleceklerine olan inancını da
yitirmiş değildi.
Üsküp Yolunda
Üsküp'e (Makedonya'nın başkenti) dik yamaçlarını
Arnavut ve Boşnak köylerinin süslediği bir vadiden geçerek ulaştım.
1999'daki Sırp vahşetinden kitleler halinde kaçan Kosovalı Arnavutlar
da bu yolu kullanmıştı. Yol boyunca her köy, Kosova'nın neredeyse
tamamında olduğu gibi, yeniden inşa edilmişti. Eski evlerin sayısı
parmakla gösterilecek kadar azdı. Üsküp'te Vardar Nehri üzerindeki
tarihi köprüden geçip kalenin eteklerinde uzanan eski kent merkezine
girdiğimde hayatiyetini hâlâ sürdüren bir Osmanlı kentinde olduğumu
anladım. Lokantaları, kahveleri, Osmanlı sivil mimarisinin en güzel
örneği evleri, arnavutkaldırımı döşeli sokakları ve bu sokaklarda
çınlayan Türkçe ile Osmanlı damgası buraya silinmemecesine vurulmuştu. Makedonya
Türklerinin önde gelen şahsiyetlerinden yazar ve politikacı Fahri Kaya,
yanıldığımı söyledi. Hayatını Makedonya'da Türk kimliğinin yaşamasına
adamış bir mücadele adamıydı ama artık iyimser olamıyordu. 'Biz burada
başka uluslarla yaşamak zorundayız. İki yol dayatılıyor bize: Konserve
olmak ya da gettolaşmak. İkisi de mahvolmak demek.' Fahri Bey,
Yugoslavya dönemindeki kimlik, dil, eğitim ve kültür hayatına ilişkin
anayasal haklarını kaybetmiş Türklerin bugün gettolaşmaya sığındığını
söylüyor. Türkiye'nin, Balkan Türklerinin acılarını ve anılarını
kullanmak yerine onların sorunlarına el atması gerektiğini belirtiyor.
Aksi halde yüz yıllık savaş ve sürgünlerin başaramadığı şeyi, 'yeni
süreç' halledecek! Çocuklarının eğitimini ve geleceğini düşünen aileler
ve 'yarınsızlık korkusu' ile büyüyen çocuklar Türkiye'ye yönelecek. Ya
da Bulgar okullarında okuyan, dilini ve kimliğini yitirmiş kuşaklar
ortaya çıkacak. Gene de Makedonya Türklerinin durumu, Kosovalılara
göre daha iyiydi. Kosova'da tamamı 15 bin civarında bir Türk kalmıştı
ve onların durumunu Ferhat Derviş dile getirmişti: 'Artık savaşa da
gerek yok. Barutsuz, kurşunsuz, hiç zorluksuz asimilasyona uğruyoruz.'
Oysa
Üsküp, sırf Türk kimliği nedeniyle, Balkan Savaşları'nda en çok acı
çeken kentlerden biri olmuştu. Kumanovo yenilgisinin ardından
Üsküp'teki Osmanlı askerleri kentten çekilmişlerdi. Talan, yağma ve
sivil halka saldırılar, daha Sırp orduları Üsküp'e girmeden başladı.
Türklerin bir kısmı, asker çekilirken onların arkasına takılıp
gitmişti; bir kısmı da çetelerin saldırısı üzerine yollara düştü.
Sırplar, Üsküp'e veliaht prensin komutası altında törenle girdiler.
Üsküp'te neler olduğuna ilişkin hiç bilgi sızmıyordu. Ama ne olmuşsa
olmuş, Türkler ve Arnavutlar can havliyle kenti terk etmeye
koyulmuşlardı. Sırpların açıklamasına göre, 'Müslüman sakinler, şehirde
kalmak veya göç etmekte serbest bırakılmışlardı' ve 'çoğu da göçü
tercih etmişti'. Ermeni gazeteci Aram Andonyan, 'Kadınlar ve çok sayıda
yalınayak çocuklar, hazin kervanlara katılıp Selanik'e doğru inmeye
başladılar. Çokları Sırp komitacılar … tarafından soyuldular.
Uğradıkları felaket soyulmakla bitmedi. Birçok göçmen katledildi, kadın
ve kızlar kaçırıldı veya tecavüze uğradı, hatta küçük çocuklar
boğazlandı… Korkunç bir vicdansızlık ve merhametsizlikle
davrandılar. Bütün Makedonya'da amansız katliamlara giriştiler.' Üsküp'le
ilgili belli belirsiz vahşet öyküleri dolaşıyordu dillerde. Troçki,
kendisi giremediği için, Üsküp'te olanları yine Sırp gazeteciden
öğrendi ve yazdı: Onun anlattıklarına göre, Üsküp yolunda her yer
yanıyordu: 'Arnavut köyleri bütünüyle yangın sütunlarına dönüşmüştü.'
Bu tablo, Sırp sınırından Üsküp'e kadar devam ediyordu. Sırp gazeteci
Üsküp'e girdiğinde sessizliğe gömülmüş bir kentle karşılaştı. Gördüğü
ilk canlı manzara, sarhoş Sırp askerlerinin iki Arnavut'u kamalarla
doğramak üzere olduğuydu. '?ehirde çıt yoktu. Ama gecenin gelmesiyle
birlikte komitacılar işlerine başladılar. Türk ve Arnavut evlerine
girip her seferinde aynı işi yapıyorlardı: Yağmalayıp öldürmek.' Dehşet
günlerdir devam ediyordu. ?ehirdekiler bir sabah uyandıklarında,
'Vardar üzerindeki esas köprünün altında, yani şehrin ta göbeğinde,
yığın yığın cesetlerle, kafaları kesilmiş Arnavut ve Türk cesetleriyle'
karşılaşmışlardı. O şehirde bunlar olurken belki gazeteci yoktu ama
büyük devletlerin konsolosları işlerinin başındaydı. Yani katiller
ancak bu kadar temkinli olabiliyorlardı. Yabancı bir gözün asla
erişemeyeceği, kırsal yörelerde, köy ve kasabalarda olanlar ise büyük
şehirlerde yaşananları mumla aratıyordu. Türk ve Arnavut köyleri sanki
hiç var olmamışçasına yok ediliyordu. Çamura bulanmış yollarda, aç ve
sefil 'kör yürüyüşünü' sürdüren muhacirler kurşunlara ya da süngülere
kurban gitmiyorlarsa açlıktan ve salgın hastalıklardan telef
oluyorlardı. 'Korkunç bir durum… Radovişta ile İştip arasında
yaklaşık iki bin Türk göçmen, çoğu kadın ve çocuk, açlıktan
öldüler-sahiden yalnızca açlıktan.' Çoğu kez muhacirlerin ancak yarısı,
güvenli sayılabilecek bölgelere ulaşabildi. Bir Sırp subayı,
yaşananları savaşın istenmeyen sonuçları olarak değerlendirmiş ve
şunları söylemişti: 'Sırp ordusunun, Bulgar ve Yunan ordularından
kıyaslanmayacak ölçüde daha insancıl olduğunu söylemem gerek.
Bulgarlarla Yunanlılar nereden geçtilerse, bir ateş kasırgası gibi
geçtiler.' Sırp ordularının insancıllığının ne menem bir şey olduğunu
biliyoruz artık. Ama Bulgar ve Yunan işgalinin yaşandığı bölgelerde
olanlar gerçekten de çok daha utanç vericiydi.
Batıda
Sırpların, kuzeyde Bulgarların, güneyde Yunanların genişleyerek kendi
sınırlarına kattığı Makedonya ve ötede Trakya bir cehenneme dönmüştü.
İngiliz konsolosluk raporlarından birinde, 'Hiç abartmaya düşmeden
denilebilir ki, Kavala ve Drama yörelerinde Bulgar komitacılarının ve
yerel Hıristiyan halkın elinden çile çekmemiş tek bir Türk köyü bile
yok gibidir. Çoğunda düzinelerle erkek kıyımdan geçirilmiştir, ırza
geçmeler ve talan etmeler olmuştur' diye yazılmıştı. Bulgarlar,
Rainovo, Kilkis ve Plantza'da Türkleri toplu halde yakma yoluyla infaz
etmişlerdi. Rodop mıntıkasında Pomak köyleri 'insanları ve
hayvanlarıyla birlikte' top ateşine tutularak yok edilmişti.
Dimotike'de 'silahsız Türkleri nehre atıp yaban ördeklerine ateş eder'
gibi avlamışlardı. Mustafapaşa'da hayat bir 'şeytan oyununa'
dönüşmüştü. Makedonya Lejyonu denen katiller çetesinin geçtiği her
yerde, örneğin Tırnova'da, Kırcali'de, kadını ve erkeğiyle Müslümanlar
'boğazları kesilmiş' olarak yatıyorlardı. 'Türk çocuklarının cesetleri
de … o kurtarıcı lejyonun muzaffer yolu'nu işaretliyordu. Troçki,
Bulgar ordularına esir düşen ya da savaş meydanlarında yaralı ele
geçirilen Türk askerlerinin de katledildiğini duyurmuştu. Sadece Bulgar
askerlerince değil, görevi yaralılara yardım etmek olan sıhhiyecilerin
de bu suça katıldığını belirterek, 'Kastettiğim … Bulgar
komutanlarının emriyle, savaş meydanlarındaki yaralı Türklerin
süngülenerek veya hançerlenerek soğukkanlı bir şekilde öldürülmesinden
başka bir şey değil. Birçok yaralı Bulgar askeri, bana üzerlerine
kalkan süngüleri dehşet içinde seyreden o silahsız adamların nasıl
katledildiğini, gözlerini benden kaçırarak anlattı' diye yazmıştı. Yunanlılar
ise örneğin, 'Pravişta kazasında Türkleri toplayıp Kasrub Çayı'nın
yatağına götürdüler, hepsini öldürdüler ve cenazeleri, orada
becerdikleri işin tanığı olarak bıraktılar'. Doyran, Gevgili
ilçelerinin tüm kapsamında hemen hemen bütün ileri gelen Müslümanları
öldürdüler. Yanya'da, Arnavutluk'un güneyinde Yunanlıların giriştiği
kıyım ve yağma olayları, köylerin yakılması konsoloslarca rapor
edilmişti. Gene de Yunanlılar hakkındaki suç dosyasının, diğerleri
kadar kabarık olmamasının bir nedeni, savaşı izleyen gözlemci ve
gazetecilerin çoğunun 'Hellen âşığı' olmasıydı. Diğer bir nedense,
işgal altındaki Arnavut topraklarının gazetecilerce tercih
edilmemesiydi. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün adlı yapıtında,
Bulgar ve Yunan işgali altındaki bölgelerde yaşanan olayları tek tek
anlatıyor. Trakya'dan geçen demiryolu boyunca tüm köy, kasaba ve
kentlerin tamamen talan edilip yakıldığını, kaçamayan Türklerin
öldürüldüğünü anlatıyor. Dedeağaç, Tekirdağ, Kırklareli, Edirne;
Çatalca'ya kadar bütün Trakya bu öldürme ve talandan paylarını almıştı.
Ama Gümülcine, Kavala'da, Serez'de, Ustrumca'da öldürülenlerin sayısı
hesapsızdı. Örneğin Kavala'da yerliler hariç, buraya sığınmış yedi bin
muhacir katledilmişti. Serez'de öldürülenler beş bin kadardı. Manastır
en talihsiziydi. İngiliz Konsolos Greig durumu rapor etmişti: 'Yalnız
Müslümanların yaşadığı köylerin yaklaşık yüzde 80'i ve karışık nüfuslu
köylerin Müslüman kesimleri, Manastır kazalarından Kirçevo, Florina,
Serfiçe, Kialar, Kozan, Elassona, Grevena, Neseliç ve Kastoria'da her
yer talan edilmiş veya bütünüyle yakılıp yıkılmıştır.' Bütün bu
bölgelerde savaştan önce Müslümanlar çoğunluktaydı. Savaşla birlikte bu
nüfusun kimi yerde tamamı, kimi yerde de çoğu yok olmuştu; bir kısmı
göç etmişti, bir kısmı da katliama uğramıştı. Bütün bu suçlar, Birinci
Balkan Savaşı (Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan'ın Osmanlı
Devleti'ne karşı) bitip de İkinci Balkan Savaşı (Makedonya'nın
bölüşülememesi yüzünden bu ülkelerin birbirine karşı giriştiği savaş)
başlayınca ortaya çıktı. Yunanlılar Bulgarların, Bulgarlar Yunanlıların
suçlarını sayıp dökmeye başladılar. Bazı Avrupa ülkelerinin gazeteleri
Yunan taraftarı olarak Bulgar zulümlerini anlatırken Bulgar yanlısı Rus
gazeteleri Yunan dehşetini tefrika ettiler. Dünya 'zavallı Türklerin'
başına gelenlerin bir kısmını bu sayede öğrendi. Örneğin Bulgar
yanlıları bildirdiler ki, Türkler Selanik'i Yunanlılara değil de
Bulgarlara teslim etseydi, o feci olayları yaşamazlardı. Yunanlılar
Selanik'i bir protokol ile savaşsız ele geçirmişti. Protokolde
Selanik'teki Türklerin ve savaş boyunca buraya doluşmuş on binlerce
sığıntının hayatları garanti edilmiş, talan ve yağmaya göz
yumulmayacağı taahhüt edilmişti. Tam tersi oldu. Türklerin ve bu arada
Yahudilerin ne canı ne de malı korundu. Koca şehir teröre teslim
edildi. 'Büyük karışıklık ve katliam başladı. Epey Müslüman ve Musevi
hayatlarını kaybettiler.' Bir Alman gazeteci, Selanik'in fethini şöyle
duyurdu: 'Selanik'teki Ayasofya Camii üzerinde haç yükseliyor yeniden.
Yeni fatihler haçı diktiler; ama hani nerede Hıristiyanlık ve insanlık
belirtileri? Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi.
Çeteler civar köylerdeki Müslümanlara yapmadıklarını koymadılar. Çok
sayıda göçmen açlıktan ya da süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi
taahhüt ettikleri silahtan tecrit edilmiş Osmanlı askerlerinden çoğu
keza açlıktan öldü.' Belirtmek gerekir ki, teslim olan Osmanlı
askerlerinin sayısı yaklaşık 25 bindi. Times muhabiri de 'Yunanistan'ın
zaferini ne yazık ki fazla takdir edemiyoruz' diyerek olanları
özetlemişti. Bütün bu cinayetler işlenirken İngiliz ve Fransız
donanması Selanik Körfezi'nde demirliydi ve olan biteni izlemekle
yetinmişlerdi.
Ölüm Yürüyüşü
Balkan Savaşları, Balkanlar'daki Türk ve Müslüman
nüfus için sabrın, direncin ve tahammülün son sınırıydı. Balkan
ülkeleri, Osmanlı'ya karşı zafer elde etmişlerdi ama onların asıl
zaferi savunmasız sivil halka karşıydı. Bunun kanıtı şuydu ki;
bağlaşıkların birbirine düştüğü İkinci Balkan Savaşı'nda, yani
Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar birbirleriyle savaşırken bile olan sivil
Türk ahaliye olmuştu. Osmanlı'ya karşı yürütülen ilk savaştan sonra sağ
kalabilenlerin çoğu bu ikinci savaş sırasında topraklarından atıldı.
Savaş suçlarını soruşturmak üzere kurulan Carnegie Komisyonu, ikinci
savaş boyunca Selanik'e gelen göçmen sayısının 135 bin olduğunu tespit
etti. Düşünün ki, Osmanlı'ya karşı savaşta olduğu gibi Bulgarların,
Yunan ve Sırplara karşı savaşında da sürülenler Türkler oldu. Ölümden
kurtulup güvenli bölgelere ulaşanların göç yollarında yaşadıklarıysa,
pek soğukkanlı gözlemcilerin bile yüreklerini sızlatmıştı. Fransız
gazeteci Stephane Lauzanne, ilk sürgün kafilesine İstanbul'a 20
kilometre mesafede rastladığını söylüyor. 'Ondan sonra ardı arkası
kesilmedi. Bazı fakirler, ihtiyarlar, kadınlar, çocuklar ufuktan bize
doğru, kendilerini kovalayan görünmeyen güçten korkarak, suskun ve
telaşlı kaçıyor, kaçışıyorlardı.' Muhacirlerin yığın yığın biriktiği
İstanbul'un insan haritası değişmişti. Hastaneler, Ayasofya Camii dahil
pek çok ibadethane, sokaklar ve yıkıntı halindeki Çırağan Sarayı bile
savaş mağdurlarını ağırlıyordu. 'İstanbul'un yolları geçilmez bir hal
aldı. Kaba bir örtü ile örtünmüş öküz arabası konvoyu göz alabildiğine
uzanıyordu. Bütün bu zavallılar, … sokaklarda, meydanlarda ve
cami civarlarında açıkta uyuyorlardı.' Askeri bir hezimet olarak
Balkan Savaşı'nı değerlendiren Enver Paşa ise şunları yazıyor: 'Başıboş
sürünen bozguna uğramışlar ordusuna, Rumeli'nin bağlarından kopup
gelen, daha perişan yüz binlerce muhacirin sürüne sürüne, eriye eriye
kalan kafilelerini de eklemeliyiz. Evet Rumeli göçüyordu. Rumeli
Türkleri akıp geliyorlardı… Bu yangının alevleri içinde
bilinmez geleceklere doğru akıyorlardı.'
Hazin Unutuş
İşgal edilen bölgelerdeki Müslümanların savaştan
önceki ve sonraki nüfusları ele alındığında, 96 yıldır görmezden
gelinen büyük bir insanlık suçu ortaya çıkar. Osmanlı'nın 1906 yılı
nüfus istatistiklerine göre Makedonya'da 1 milyon Türk, 750 bin de
Arnavut olmak üzere toplam 1 milyon 750 bin Müslüman (Selanik'te 485
bin, Kosova'da 752 bin, Manastır'da 460 bin); Ulahlar ve Sırplar da
dahil olmak üzere 627 bin Rum, 575 bin Bulgar, 200 bin civarında da
Yahudi, Ermeni, Katolik ve Protestan bulunuyordu. Avrupalı kaynaklar da
Müslümanları 1 milyon 200 bin ila 1 milyon 500 bin arasında
gösteriyordu. Ama Avrupalılar, Hıristiyanların toplam nüfusunu biraz
daha fazla göstermeye gayret ediyorlardı. Balkan Savaşları'ndan
önceki nüfus hareketlerini de hesaba katan Justin Mc Carthy, yeni
göçlerle 1911'de Makedonya'yı oluşturan üç vilayette (Kosova, Manastır
ve Selanik) Müslümanların iki milyona ulaştığını söylüyor. Osmanlı
Rumeli'sindeki diğer Müslümanların sayısının da (Edirne vilayetinde 760
bin, Yanya vilayetinde 245 bin, İşkodra vilayetinde 218 bin olmak
üzere) 1 milyon 223 bin olduğunu hesap ediyor. Buna göre Balkan
Savaşları'ndan önce Osmanlı Avrupa'sı da denen Rumeli topraklarında
(Arnavutluk ve Bosna Hersek hariç) toplam 3 milyon 242 bin Müslüman
(Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak, Çerkes) yaşıyordu. Bulgarların sayısı 1
milyon 220 bin (Makedon ve Sırplar, Bulgar nüfus içinde sayılıyor),
Rumların ise 1 milyon 558 bin idi. Müslümanlar tek tek her vilayette ve
bölgenin tamamında mutlak çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Savaşla
birlikte Edirne vilayeti dahil Osmanlı toprakları tamamen işgal edildi.
Daha sonra Osmanlılar Edirne'yi kurtardı ve buradaki Bulgarlarla,
Bulgaristan'da kalan Türklerin bir kısmı mübadele edildi. 1911 yılı
istatistiklerine göre hesaplandığında Yunanistan, Bulgaristan ve
Sırbistan tarafından işgal edilen bölgelerde bulunması gereken Müslüman
nüfus 2 milyon 315 bindi. Savaşın başladığı 1912 yılından itibaren
Osmanlı topraklarına (Anadolu ve Trakya'ya) sağ salim ulaşabilmiş
sürgün sayısı 413 bin 922 kişiydi. Türk-Yunan mübadelesi gereğince,
1921-1926 yılları arasında gelen göçmen sayısı da 398 bin 849 idi. Bu
da Balkanlar'dan Türkiye'ye 1912'den 1926'ya kadar toplam 812 bin
kişinin ulaştığını gösteriyordu. Bulgaristan, Sırbistan ve
Yunanistan'da 1920'li yıllarda yapılan sayımlar ise buralarda kalan
Müslümanların sayısını 870 bin olarak veriyordu. Bunlar, Türkiye'ye
sığınanlarla birlikte 1 milyon 682 bine ancak ulaşıyordu. Bu nüfus
savaştan önceki miktardan (2 milyon 315 bin) düşüldüğünde 632 bin
kişinin kayıp olduğu ortaya çıkıyordu. Kayıpların tümünün katledildiği,
açlık ve hastalıklara kurban gittiği kesindi. Savaşlarda ölen, esirken
öldürülen on binlerce asker ile devlet görevlisi olduğu için Balkan
nüfusundan sayılmayan binlerce kişi bu sayılara dahil değildi. Sonuçta
Balkanlar'daki Müslüman nüfusunun yüzde 35'i sürülmüş, yüzde 27'si
kıyıma uğramıştı. Kalanlar artık azınlıktaydı. 'Irklar savaşı'
meyvesini vermiş, yüz yıla yayılan etnik temizlik hareketi sonucunda
Türkler, Balkanlar'ın hayatından tart edilmişti. Türkiye'ye ve
Türklere de bunu kabullenmek düşmüştü. Hayır, kabullenmek de
yetmemişti. Unutmak gerekmişti. Trakya'dan Anadolu'nun en ücra
köşelerine kadar yayılan göçmen köylerinin, kasaba ve şehirlerinin; o
şehirlerdeki göçmen mahallelerinin, konusu sürgün ve ölüm olan pis bir
oyunun hazin dekorları olduğu hatırlanmak dahi istenmemişti. Balkanlar'ı
gezenler, Balkanlar üzerine yazanlar, sözüm ona Anadolu'daki
soykırımların çetelesini tutanlar, bir kez olsun, yalnızca bir kez
olsun, bir zamanlar Balkanlar'ın çoğunluk nüfusunu oluşturan Türklere
ne olduğunu sormadılar. Vicdanlı bir kalem, temiz bir kalp,
kirlenmemiş bir beyin; Leon Troçki bundan 96 yıl önce, 'kültürden
nasibini almış her insanın, hissetme ve düşünme aczi yaşamayan herkesin
tüylerini ürpertecek, midesini bulandıracak suçları' bir bir sıraladı
ve haykırdı: 'Neredeler şimdi? O binlerce yaralı Türk nerede? Onlara ne
oldu? Onları ne yaptınız? Bize bu soruların cevabını verin!' Bu soruya kimse cevap vermedi. Ne yazık, o gün bugündür, bir daha kimse sormadı.
|