Bir Tasfiye ve Örtülü Sürgün Metodu Olarak Balkanlar’dan Türkiye’ye Göçler (1923-2004)

KAYNAK: https://kizilayakademi.org.tr/wp-content/uploads/2023/01/balkanlardan_turkiyeye_gocler_web.pdf

Yunanistan’dan Zorunlu Mübadele ve Diğer Göçler

Trakya ve Anadolu’yu işgal girişiminde bulunan Yunan ordusundaki bazı yerli Rumlar ile çetelerinin faaliyetleri, bir manada hiçbir suçu olmayan Anadolu’daki Rumların sonunu getirmişti. 1922’ye gelindiğinde Türkiye’den ayrılmak için limanlara yığılan Rumlar Yunan gemileriyle Yunanistan’a taşındı. Yunanistan önceleri Anadolu Rumlarının mübadelesine istekli olmasa da Milletler Cemiyeti’nin devreye girip Nansen’in rapor hazırlamasıyla iki ülke temsilcileri Lozan’da 30 Ocak 1923’de 19 maddelik bir mukaveleye imza attılar. Buna göre Türkler ile Rumların nüfus değişimi manasına gelen mübadele zorunlu oldu.

A) Mübadele Hazırlıkları

a) Mübadele Öncesi Durum

Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfusun değişimine en erken 1923’ün sonunda başlanabildi. Ancak bu tarihe kadar da önemli miktarda nüfus değişimi ve toplumsal hareketlenmeler gerçekleşti. Yunan Ordusu’nun Büyük Taarruz’la yenilmesinden sonra, 1922 yılının Eylül ayından itibaren Türkiye Rumlarının büyük bir kısmı ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. İlk düzenli Rum göçü 9 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınmasıyla başladı. Bir Türk uçağının şehrin üzerinde attığı bildirilerde, Yunan askerleri ve Rumların en geç bir ay içinde şehri terk etmeleri istendi. 8 Ekime kadar olan bir aylık sürede 300 bin Rum göç etti. Mudanya Mütarekesi’nden sonra da Trakya ve İstanbul’dan 60 bin Rum göç etti.  

Birçok yerde ortaya çıkan idari boşluklar sebebiyle yerli iş birlikçisi Rumların ve Yunan ordusunun işgal zamanında bölge halkına yaptıkları zulümler, Kurtuluş Savaşı bitiminde Batı Anadolu ve Marmara şehirlerinden ve daha sonra da Karadeniz ve Doğu Trakya’dan 1992’nin sonuna kadar 1 milyon civarında Rum’un ülkeyi terk etmesinin ana sebeplerinden birisidir. Bu konuya sadece Bursa misali verilecek olduğunda bile; Mudanya köyleri Akköy, Eşkel, Eğerce, Zırafta, Yamak’a yapılan baskınlar, köylerin yakılması, gasp ve Türklerin öldürülmesi olayları dikkat çekicidir.   

Türkiye’den ayrılarak Yunanistan’a giden bu insanlar, ayrıldıkları yörede büyük boşluklar oluştururken Yunanistan’da neden oldukları nüfus yığılması neticesinde, orada yaşayan Türklere yönelik baskının da önemli bir sebebi olmaktaydı. Ayrıca Rumların Türkiye’de bıraktıkları mallar, Türkiye’de yeni toplumsal hareketlenmelerin gerekçesini oluşturuyordu.

Mübadele öncesinde Rumların Anadolu’dan ayrılmasıyla Yunanistan’da yaşayan Türklerin huzursuzlukları da artmıştı. Rum eş-kıyaların ve yerli Yunanların bu ortamda çeşitli yerlerde Türklere karşı zulmettikleri görülmekteydi. Hollanda’nın Atina Sefareti Makine Memuru Ahmet Cevat imzasıyla TBMM hükûmeti Hariciye Vekâleti’ne gönderilen bir yazıda:

Makedonya’nın bilumum köy ve kasabalarında Müslümanların evlerine Rum muhacirleri iskân edilmiş olup kendilerine bırakılmış olan birer odalardan da Müslümanlar sokağa atılmıştır. Bilumum hayvanlar, zahireler ve hane eşyaları Rum muhacirleri tarafından yağma edilmektedir. Drama’nın Çeç nahiyesinde 50 kadar Türk parçalandıktan sonra ağaçlara asılmış, ertesi gün de üç kadın, dört erkek şehit edilmiştir. Yine Çeç nahiyesinden bin küsur kişi Drama Mapushanesi’ne getirilmiştir.. .67

Yunanistan’da yaşayan Türklere karşı saldırılar özellikle Türkiye’den Rumların gelmesiyle artmıştı. Selanik ile Manastır’ın kasaba ve köylerinde -daha çok Kayalar, Kozana, Karaferye gibi yerleşimlerde- saldırılar görülmüştü. Bu konuda bir canlı tanığın anlattıklarında:

“Kayalar’a bağlı İsmailli köyünü bastı Rumlar... Kurtulanlar bir dere yatağına sindik ağlaşıyoruz için için. Sesimiz çıksa yerimiz belli olacak. Ölüleri dereye yığmışlar, döşek yığını gibi. cesetleri çürümemiş. Herkes kendi yakınını cesedinden tanımış. Canımızı kurtarmak için dağlara kaçtık. Annemler sekiz kardeşmiş, sadece bir kardeşi kurtulabilmiş.” 

Kayalar’ın Katransa (Katraniçe) köyünde 1924’de doğmuş ve 40 gün-lükken mübadeleyi yaşamış Nazike Borası’nın ailesinden dinlediği bir katliamı, acı içinde anlatır: “Hep acı şeylerdi anlattıkları. Kırk kişiyi toplamışlar Katransa’da. Onlar karşı gelmiş düşman askerlerine. O adamları kalın urganlarla, zincirlerle bağlamışlar. Sonra bunların bir kısmını, orada bir kısmını derenin içinde vurmuşlar hepsini. Onlar hep ölmüş. Bir kişi kalmış sağ, nasıl kalmışsa. O adam hep yaşadıklarını anlatırmış. Suşehri’ne Gözköy’e gelmiş o adam. 

Kayalar’ın Koçana köyünde 1919’da doğmuş Süleyman Zeren’in anlattıkları mübadillerin artık oralarda rahat edemeyeceğinin bir göstergesiydi:

12 sene biz Yunan’da kalmışız (1912-1924). Yunan askeri camide sopa atardı. Sopanın biri bin paraydı. Bütün gece bağırırlardı. Bizim eve cami yakındı. Cankurtaran yok mu, cankurtaran yok mu diye bağırırlardı. Ooo kanun onların, nizam onların, asker onların, hepsi onun, hepsi onun. Kime ne diyecen? 

Kavala’nın Darova köyünde 1915’te doğan Osman Tekinbaş, mübadelenin hemen öncesinde kara diken harmanı veya çalı harmanı diye adlandırılan eziyeti şöyle anlatmaktadır:

Bu eziyet köye Rumlar geldikten sonra başlamış. Karakoldan Yunan jandarmalar gelir, silah arardı evlerde. Verirsen mesele yok, vermezsen arayıp bulurlarsa yandın. Jandarmalar hemen silah vermeyen kişilerin evinin avlusunda karaçalı/diken harmanı yapardı. Hadi yalın ayak dikenlerin üstüne. Bir gün sekiz on kişiyi dikenden geçirdiklerini hatırlarım. Sonradan bir kişi korkudan ölmüştü. 

Benzer şikâyetler Midilli Adası İslam ahalisinden de gelmiştir. Ayvalık Muhacirin Heyeti reisi imzalı bir başka belgede, Yunanların zulüm ve imha politikasının Midilli İslam ahalisini cidden elim felaketlere ve müthiş uçurumlara sürüklediği ifade edilmekteydi. Civar köy halkının emvalini terk edip hayatlarını kurtarmak kaygısıyla kasabaya iltica eyledikleri, köylerine dönemedikleri, hanelerinin Rum muhacirler tarafından işgal edildiği görülmekteydi. Yine köylülerin bu hâlde bırakılmalarının helak olmalarıyla neticelenebileceğinden bir an evvel iskân mahallerine nakledilmeleri için gerekli yardımın yapılması istenmişti.  Anadolu’ya gelen mübadil Türklerin, Rumların oturduğu evleri birlikte kullandıkları bilinmektedir. Muhtemel sıkıntıların burada da yaşandığı kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla her iki tarafın rahat ve huzuru için mübadelenin bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmekteydi.

Atina’da toplanan Muhtelit Mübadele Komisyonu görüşmelerine devam ederken Türk Murahhas Heyeti Reisi Hamdi Bey’den alınan 5 Şubat 1924 tarihli şifreli telgrafta Batı Trakya’daki Türklerin zor durumu ve yaşadıkları zulümler ve göç isteklerine dair ayrıntılı bilgiler mevcuttur:

Garbi Trakya Türklerinin ilkbaharda umumi bir hicret seline tabi olacağı anlaşılıyor. Yalnız Gümülcine’de 80 bin Rum mültecisi vardır. İskeçe ve Dedeağaç livaları dâhil umum Garbi Trakya’da hâlen 200 bine yakın Rum mülteci vardır. Bunların hepsi Türklerin hanelerine yerleşmiştir. Müslümanların haneleri dolu, arazi ve çiftlikleri ellerinden alınmıştır. Müslümanların çiftliklerine el konulup Rum köyleri kuruluyor. Bir İslam köylüsünün elinde bir çift değil, tek bir hayvan dahi kalmamıştır. Bunlardan başka firari Çerkezler ve diğer hainlerin Türklere yaptıkları tahammül edilir bir hâlde değildir. 

Dolayısıyla Hamdi Bey, bunları Ankara’ya aktarırken Batı Trakya Türklerinin hak ihlallerinin durdurularak acilen alınması gerekli tedbirleri de raporunun sonuna eklemiştir.

Dönemin kaynaklarında Türkiye’de yeni demografik görünümün ortaya çıkmasına sebep olan bu insanlara felaketzedeler (Türk-Yunan savaşında zarar görmüş insanlar), harikzedeler (evi, ocağı yanarak savaştan zarar görmüş kesim), mülteciler (Türkiye’ye sığınan Müslümanlar) ve şark muhacirleri (I. Dünya Savaşı’ndan beri yerleştirilememiş Kars, Erzurum muhacirleri) adı veriliyordu. Bu grubun toplam rakamını kesin olarak vermek mümkün değilse de 300 bin civarında olduklarını belirtebiliriz. Bu insanlar Rumların bölgeyi boşaltmasıyla birlikte bu bölgelere doğru akın etmeye başlamışlardı. Aralarında gerçekten ihtiyaç sahipleri bulunmasına rağmen terk edilen bu mallar öncelikle Yunanistan’dan gelecek Türk mübadillere ayrılmıştı. 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalanan Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi Protokol ve Sözleşmesi gereğince Yunanistan’da bırakacakları ev ve diğer taşınmazlara karşılık, Rumların terk ettiği emval bu mübadillere dağıtılacaktı. Ancak otoritenin sağlanamadığı bir ortamda bu evler fuzuli olarak işgal edilmişti.

Bu dönemde terk edilmiş malları üçe ayırmamız mümkündür:

1. Rumların bölgeyi terk etmesinden bir iki gün sonra bölge halkının işgal ettiği mülk.

2. Maliye Vekâleti’nin Rumların emval-i metrukesinin sorumluluğunu üzerine almasından sonra,


Batı Trakya Türklerinin yaşadığı zulümler ve göç isteklerine dair 5 Şubat 1924 tarihli ayrıntılı rapor. (BCA, 272-0-0-13-79-1-14.)

Lozan’da imzalanan protokole kadar olan zaman diliminde, bizzat hükûmetin sattığı veya kiraladıkları mülk.

3. Askeriye veya mülkiye tarafından el konulmuş mülk. 

Rumların bir kısmı, bulundukları şehirlerden ayrılırken mallarını çok ucuz fiyata bölgelerinde bulunan fırsatçılara satmıştı. Maliye Vekâleti’nin konuyla ilgilenmesine karar verilince bir Emval-i Metruke Komisyonu oluşturuldu. Bu komisyon, Rumların geri dönüp dönmeyecekleri bile belli değilken bu mülk ve malların birçoğunu açık arttırma yoluyla satmıştı. Evlerin bir kısmı da subay ve mülki memurlara; arazi, bağ ve bahçeler ise yöre halkına kiraya verildi. Oysa hukuken bunlar daha eski sahiplerine aitti. Mübadele, İmar ve İskân Vekili Mustafa Necati TBMM’de yaptığı bir açıklamada, Rumlardan 100 bin civarında ev kaldığını, ancak bunlardan 25 bin kadarının hükûmetin elinde olduğunu belirtmişti. Giden Rumların dörtte üçü kent kökenli olmasına rağmen Rumlardan önemli ölçüde tarla, bağ, bahçe kalmıştı. Ayrıca Rumların kent kökenli ve sanatkâr olmaları dolayısıyla bıraktıkları mağaza, atölye, fabrika vs. yağmalardan payını almıştı. Hükûmetin bir türlü sonuç getirmeyen tutarsız politikaları yüzünden şunun bunun işgalinde bulunan, terk edilmiş birçok mülkün önemli bir kısmı, bir süre sonra acınacak hâle geldi ve yıkıma uğradı. Bu şekilde içtimai meseleleri çözümlemede kullanılabilecek bir kaynak olan Rum emvali bilinçsizce verimsizleştirildi.  Bırakılan malların en ayrıntılı envanteri İzmir şehrine aitti. Haziran 1924’te kendisini ziyaret ederek söyleşi yapan bir gazeteciye Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey, İzmir’de Rumlardan 10.678 ev, 2.173 dükkân ve mağaza, 79 fabrika, 2 hamam ve 1 hastane; Ermeni ve Musevilerden ise 1.600 ev, 2.821 mağaza ve dükkân, 89 fabrika, 2 hamam ve 1 hastane kaldığını belirtmişti. 

 


Kavala Limanı İkinci Kordonunda Türk mübadiller eşyalarını yüklerken çekilen fotoğraf


b) Lozan Barış Görüşmeleri ve Mübadele Meselesi

Lozan görüşmelerinde Türkiye ile Batılı devletler arasındaki savaş durumu sona erdirilirken uluslaşma hareketlerinin önemli bir etabı olarak görülen nüfus meselesinin yeni anlayışlarla ve ortaya çıkan topoğrafyaya uygun olarak ele alınması bekleniyordu. Milletler Cemiyeti barış görüşmelerinden önce Norveçli Dr. Nansen’i nüfus akışı sonucu ortaya çıkan durumu yerinde incelemekle görevlendirdi. Nansen’in ilk raporunun tartışılmasından sonra, her iki tarafın görüşleri dikkate alınarak 1 Aralık 1922’de yeni bir rapor hazırladı. Nansen bu raporda her iki ülke ekonomisinde çok önemli olan topraklarının işlenmesi için mübadelenin şubat ayına kadar gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtti. Çünkü bu aydan sonra tarım mevsimine yetişmek imkânsızdı.

Lozan Konferansı boyunca Yunan tezi mübadelenin isteğe bağlı olmasını; Türk tezi ise mübadelenin zorunlu olması ve İstanbul Rumlarının da mübadele kapsamına alınmasına dayanıyordu. Neticede 30 Ocak 1923 tarihli sözleşme ve ek protokollerle mübadele anlaşması  imzalanmış ve yasal yönden yürürlüğe girmişti. Buna göre İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları haricinde, Türk topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının 1 Mayıs 1923’ten itibaren zorunlu mübadelesine girişilecekti.

Şüphesiz Batı Trakya ve İstanbul’un mübadele dışı tutulmasının birçok sebebi vardır. Ancak bunların en önemlilerinden bir tanesi Batı Trakya’da çoğunluk olan Türkler bölgeyi terk ederlerse Yunanistan’ın en önemli tarım bölgesinde tarımın felç olacağı şüphe-sizdi. Keza İstanbul’dan Rumlar gönderilirse sanayi, ticaret, para hareketleri durabilirdi.  Bu arada o zamanki İstanbul ile günümüz İstanbul idari sınırları aynı değildi. İstanbul belediye sınırları Bostancı’da bitiyordu. Mesela, Tuzla o zamanlarda İstanbul’a değil Gebze’ye bağlı küçük bir köydü. Dolayısıyla Bostancı’dan Tuzla’ya kadar yerleşik olan tüm Rumlar, mübadeleye tabi tutuldu. 

Mübadele anlaşmasından sonra kurulan Muhtelit Mübadele Komisyonu her iki ülkede temsilcilikleri vasıtasıyla mübadele işinin düzenli yürümesine nezaret edecek ve çıkacak anlaşmazlıkları giderecekti. Komisyona dünya savaşına katılmamış bağımsız ülkelerden bir başkan, iki üyeyle Yunanistan ve Türkiye’den bir üye katılacaktı. Lozan’da nüfus mübadelesi tartışılırken üzerinde görüş birliğine varılamayan en önemli konu ise mübadelenin gönüllü mü, zorunlu mu olacağıydı. Delegeler gönüllülük esasına dayanırken danışman Dr. Nansen’in mübadelenin zorunlu olmasında ısrarı üzerine zorunlu olmasına karar verildi.  

Göçmenler taşınmaz mallarını yanlarında götürebilecek, bu mallardan herhangi bir gümrük vergisi alınmayacaktı. Cami, tekke, medrese, kilise, manastır, okul, hastane, dernek, birlik gibi tüzel kişiler ve başka kurumlar, personellerini kapsamak üzere kendi topluluklarının taşınır mallarını götürmeye serbest olacaklardı. Göçmenlerin bırakacağı taşınmaz mallar için komisyon, dört nüsha tanzim edeceği tasfiye senedi ile mübadillerin gideceği ülkede karşılık olarak mülk sahibi olmalarını sağlayacaktı. 

Tasfiye talepnamesi belgesinden başka mübadil aileler yanlarında Aile Kimlik Belgesi bulundurmaktaydı. Ailenin hangi limandan vapura bineceği, aile reisi ve diğer üyelerin yaş durumu, yolculuğun ücretli olup olmayacağı gibi notların yer aldığı bu belgeyi düzenleyen karma komisyon mühürlerdi. Bir diğer belge göçmen ailede kimlere hangi aşıların yapıldığını gösteren Aşı Belgesi idi. Yine mübadil aile Yunanistan’da iken müsadere edilen mallarına ait makbuz ve resmî tutanakları yanında bulundururdu. 

Lozan Konferansı’nın mübadele görüşmelerinde, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, 1914’te Anadolu’da yaşayan 1 milyon 600 bin Rum’dan 300 bininin I. Dünya Savaşı esnasında öldüğü veya ülkeyi terk etmiş olduğunu açıklamıştı. Ayrıca ölüm ve göç nedeniyle eksilenlere 1919-1922 yılları arasında 200 bin, 1922 Eylül ve Ekim aylarında 500- 600 bin, İstanbul’da 320 bin Doğu Trakya’da 320 bin Rum’un bulunduğunu, 120 bin Rum’un Anadolu’nun iç kesimlerine sürüldüğünü belirtiyordu. Ayrıca Batı Trakya’da 480 bin Müslüman’ın yaşadığını belirtiyordu. Bu arada iki ülke arasın-da önemli bir sorun olan savaş esirleri hakkında, Türklerin elinde 30 bin Yunan askerinin, Yunanların elinde ise 3 bin 800 sivil, 10 bin Türk askerinin tutsak olduğu belirtilmekteydi. 

c) Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti’nin Kuruluşu

Kurtuluş Savaşı yıllarında işgal edilen yörelerden iç bölgelere kaçan nüfusun buralarda yerleştirilmesi işiyle Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekâleti’ne bağlı Muhacirin Müdüriyeti ilgilenmişti. Kurulacak yeni bir müdüriyetle bu kuruluşun yetkileri arttırılıp çözüme gidilmesi düşünülüyordu. Ancak savaşın geçtiği yerleri gezen TBMM mebusları ve özellikle Bulgaristan muhaciri Kütahya Mebusu Tunalı Hilmi, bu kadar zor bir meselenin ancak yetkileri çok artırılmış ve bürokrasiden kurtarılmış bir bakanlıkla çözümlenebileceğini savunuyorlardı. Tunalı Hilmi ve 132 arkadaşı tarafından verilen önerge kabul edilerek 13 Ekim 1923’te Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti kuruldu. 15 Ekim 1923’te yapılan oylama neticesi İzmir Mebusu Mustafa Necati 165 oydan 158’ini alarak ilk Mübadele ve İmar-İskân vekili olarak seçildi. 

Mustafa Necati vekâletteki ilk görevleri hakkında şunları söylemekteydi:

Vekâletin oturacak sandalyesi bile yoktu. Kanunumuzu biz ihzar ettik. Otuz talimatnameyi bir haftada hazırladık. Her biriniz gelir şaşardınız... 140.000 muhaciri kendi vapurlarımızla getirdik. Kendi vapurlarımızda batıracaksın diye muhalefet ettiler. Her ay başında rapor neşrettik. On beş günde bir Meclis-i Âlî’ye geldik...” 

Mustafa Necati Bey’in 13.10.1923-6.3.1924 tarihleri arasında beş ay kadar süren ağır görevinde 140 bin kadar muhacir Türkiye’ye getirilmiştir ki bu tüm mübadillerin üçte birine tekabül eder. Daha sonra Mübadele İmar ve İskân Vekâleti’nin 11.12.1924’te lağvedilmesine kadar geçen süre içinde Celal (Bayar), Refet (Canıtez) ve Recep (Peker) Beyler sırasıyla halef oldular.  Lağvedilmesinden sonra vekâlet Müdüriyet-i Umumiye’ye dönüştürülüp 

Dâhiliye Vekâleti’ne (İçişleri Bakanlığı) bağlandı. 1929’da bu müdürlük kaldırılıp yerine Nüfus Müdüriyet-i Umumiyesi kuruldu ve 1934’e kadar nüfus ve muhacir işleri bu müdürlük tarafından yürütüldü.88

I) Merkezdeki Teşkilatlanma ve Bütçe

Çıkarılan yasa gereği Mübadele ve İskân Müdüriyeti ile İmar Mü- düriyet-i Umumiyesi olarak iki genel müdürlüğe ayrıldı. Bunlardan Mübadele ve İskân Müdüriyeti’nin teşkilatı şu şekildeydi:

1-Sevkiyat ve Nakliyat Şubesi

2-Muhacirin Şubesi

3-İaşe Şubesi

4-İskân ve Emâkin Şubesi’nden

İmar Müdüriyet-i Umumiyesi’nin teşkilatı ise;

1-Muamelat Şubesi

2-İnşaat ve Tamirat Şubesi

3-Heyet-i Fennîye Şubesi’nden oluşmaktaydı.

Ayrıca Hukuk Müşavirliği, Heyet-i Teftişiye, Muhasebe Şubesi Müdüriyeti, İhsaiyyat ve Memurîn Şubesi Müdüriyeti, Evrak ve Muhaberat Şubesi Müdüriyeti, Hıfzıssıhha Mütehassıslığı gibi birimler de vekâlet bünyesinde yer almaktaydı. Taşradaki teşkilatlanma bu hiyerarşik biçimiyle gerçekleşmekteydi.

1923 yılı Vekâlet Bütçesi, 6.095.183 TL olarak belirlendi. Mustafa Necati Bey mübadele göçmenlerine öncelik veriyor, mübadele dışında kalan ama yerleştirilmeleri gereken diğer göçmenlerin bunlardan sonra iskân edilebileceğini savunuyordu.89 1924 bütçesinde mübadele imar ve iskân masrafı olarak 3.873.000 lira ayrıldı. Bu miktar hakkında fikir sahibi olabilmemiz için 1924’te kişi başına düşen gayrisafi millî hasılanın 95 lira, 1925’te reel gayrisafi millî hasılanın 14.717.300 lira olduğunu; bir ekmeğin 3 ve bir gazetenin 5 kuruş  olduğunu söylediğimizde bütçede ayrılan miktarın ne kadar büyük bir rakam olduğu ortaya çıkar.

Mübadele İmar ve İskân Vekâleti 1923-1930 yılları arasında kendine ayrılan ödenekten toplam 16.871.876 lira harcayarak mübadillerle birlikte muhacir, mülteci ve harikzede nüfusun iskânını gerçekleştirdi. 

II) Mübadele İmar ve İskân Kanunu

Vekâlet bürokratlarının ve özellikle Mustafa Necati’nin çabalarıyla 8 Kasım 1923’te çıkarılan Mübadele, İmar ve İskân Kanunu TBMM’de kabul edildi. 20 maddeden oluşan bu kanunun önemli maddeleri arasında şunlar zikredilebilir:

Vekâlet, ahali mübadelesine dayanarak ahalinin taşınma, beslenme, barınma ve yerleşmesini; göçmenlerden muhtaç olanlara iki ay boyunca yardıma devam edilmesini sağlayacaktı. Mübadele, onarım ve yerleştirme işlerinde Vekâlet, mülki ve askerî araç gereçlerden ve devlete ait diğer imkânlardan gerekli gördüğü oranda yararlanabilecekti. Vekâletin isteklerini mülki ve askerî erkân gerçekleştirmek zorundaydı. Aksi takdirde vekâletin isteğiyle bu görevlilerin işten el çektirilmesi, mahkeme edilmesi ve en ağır cezaya çarptırılması kararlaştırıldı. Terk edilen taşınmaz malların tahliye edilmesi vekâletin sorumluluklarındandı. Alınan kararlar oldukça önemli olmasına rağmen, uygulamada çıkan aksaklıklarla tam manasıyla başa çıkılamıyordu. 

Yalnız şunu belirtmemiz gerekir ki vekâlet sadece mübadillerin iskânıyla değil savaş döneminde evleri yanmış yıkılmış bir kitle olan harikzedeler, yurtları sınırların dışında kalmış mülteci ve muhacirlerin iskânıyla da uğraşmaktaydı. Mübadele İmar ve İskân Vekâleti, tüm çalışmalarının neticesinde 499.239 mübadil, 172.029 gayrimübadil, 14.312 harikzede, 35.936 mülteci, 18.430 yerli ahali ve 2.774 doğudan batıya nakledilenler olmak üzere toplam 742.720 kişiyi iskân etti. 

III) İskân Alanlarının Tespiti ve Ön Hazırlıklar

Türkiye Cumhuriyeti mübadele meselesine hazırlıksız yakalandı. Şüphesiz bu kadar kısa zaman içinde, göçmenlerin kendi memleketlerinde ne tür işlerle uğraştıkları, ne tür iklime alışık oldukları, örf, âdet ve geleneklerinin tespit edilmesi oldukça zordu. Bunun yanında Türkiye’de boşalan yerlerdeki iklim şartları, arazinin yapısı, ne tür tarımla uğraşıldığı meselesinin kesin manada belirlenmesi çok uzun bir süreyi gerektirecekti. Bunlar fiilî duruma dayanarak hızlıca on alan altında belirlendi:

*Birinci Alan : Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Gümüşhane, Amasya, Tokat, Çorum

*İkinci Alan : Edirne, Tekfurdağı, Gelibolu, Kırkkilise, Çanakkale

*Üçüncü Alan : Balıkesir

*Dördüncü Alan : İzmir, Manisa, Aydın, Menteşe, Afyon

*Beşinci Alan : Bursa

*Altıncı Alan : İstanbul, Çatalca, Zonguldak

*Yedinci Alan : İzmit, Bolu, Bilecik, Eskişehir, Kütahya

*Sekizinci Alan : Antalya, Isparta, Burdur

*Dokuzuncu Alan : Konya, Niğde, Kayseri, Aksaray, Kırşehir

*Onuncu Alan : Adana, Mersin, Silifke, Kozan, Ayıntab, Maraş 

Göçmenlerin gelecekleri yerlerdeki mesleklerine göre, tütüncü, çiftçi, bağcı, zeytinci olarak kabaca gruplandırıldı. Bu gruplar ve yerleştirilecekleri yerler kabaca şöyle idi. 

Tablo 5

Mübadele öncesi düşünülen iskân planı95

Gelecekleri Mahal

Tarım Grupları Dağılımı

İl Toplam

İskân Edilecekleri Yer

Tütüncü

Çiftçi- Bağcı

Zeytinci

Drama ve Kavala

30.000

-

-

30.000

Samsun ve havalisi

Serez

20.000

15.000

5.000

40.000

Adana ve havalisi

Kozana, Grebene, Nasliç, Kesriye

2.500

15.000

5.000

22.500

Malatya ve havalisi

Kayalar, Karaferye, Vodine, Katerin, Alasonya, Langaza, Demirhisar, Gevgili’nin Yunanistan bölgesi, Yenice-i vardar, Karacaabat

3.000

25.000

15.000

43.000

Amasya, Tokat ve Sivas

Zeytüncü, Drama, Kavala ve Selanik

4.000

20.000

40.000

64.000

Manisa, İzmir, Menteşe, Denizli ve havalisine

Kesendire, Poliroz, Sarışaban, Avrethisar, Nevrekop

20.000

55.000

15.000

90.000

Çatalca, Tekirdağ, Karaman, Niğde ve havalisine

Preveze ve Yanya

-

15.000

40.000

55.000

Antalya, Silifke ve havalisine

Midilli, Girit ve diğer Adalar

-

30.000

20.000

50.000

Ayvalık, Edremit ve

Mersin

Toplam

79.500

175.000

140.000

Genel Toplam: 394.500


Bu iskân tasarısını belirleyen en önemli etken Rumlardan geriye kalan terk edilmiş mal, mülk ve arazilerdir. Oysa gerçekleşen iskân daha farklı bir boyutta olmuş ve planlanana tam olarak riayet edilememişti. Fuzuli işgaller bu plandan yeteri ölçüde yararlanılmasını engelleyen en önemli sebeptir. Örneğin 64 bin kişinin yerleştirileceği belirtilen Manisa, İzmir, Menteşe, Denizli ve havalisine daha önceden gelen ve mübadeleye tabi bulunmayan muhacirlerden 40 bini yerleştirilmişti. Bu misale göre gelen mübadiller fiilî durumdan zarar göreceklerdi.

Mübadele Vekili Mustafa Necati Bey, mübadele başlamadan önce mıntıka müdürlükleri aracılığıyla iskân mahallerinden sürekli bilgi istiyor, gönderdiği genelgelerle aksaklıklara anında müdahalede bulunuyordu. Gönderilen genelgelerde, kaç hanenin müsait olduğu, kaçının fuzuli işgale uğradığı ve müdahaleyle kaçının boşaltılabileceği, hasarlı olanların tamirinin ne kadara mal olacağı, boş olanların korunması gibi konularla da ilgileniyordu.

İzmir bölgesinde tamiri gereken ağır hasarlı 1.000 civarında Rum evi vardı. Karadeniz bölgesinde 500’den fazla Rum köyü bulunmaktaydı. Ancak Rumlar gittikten sonra bunlardan sağlam kalan 5 köy hatta 5 hane bile bulunmadığını bizzat Mübadele Vekili Refet (Canıtez) belirtiyordu. Bu köyler gerek Rumların gerek yerli halkın tahribi ve Pontus çetelerinin takibi esnasındaki askerî harekâtlar neticesi harap olmuştu.96 Ayrıca tahrip olan bu bölgede yeni köylerin inşası gündeme gelmişti. İzmir, Samsun, Antalya, Adana, Mersin ve Manisa’da 69 yeni köy kurulması için çalışmalar da yapılmıştı.

Türkiye Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, Mübadele Vekâletiyle yapmış olduğu itilafname gereğince Rum emval-i metrukesinden harap olan evlerin onarımı, mübadiller için misafirhaneler hazırlanması ve çeşitli ön hazırlıkların yapılması işini deruhte etmekteydi. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti bu noktada poliklinik, hastane, aşhaneler açmış, kamyon, araba gibi nakil vasıtaları; çadır, battaniye, palto, gömlek, ayakkabı vs. giyim eşyaları gibi ihtiyaç maddelerini temin etmişti. Mübadele Vekâleti ayrıca elinde bulunan gıda maddelerini cemiyete vererek yemeklerin cemiyet eliyle açılacak aşhanelerde göçmenlere dağıtılması kararına varmıştı.

 


Balkan Harbi’nde yaralılar için Hilâl-i Ahmer hemşirelerinin sargı bezi imalatı


Mübadele dışı bırakılan Bozcaada’da firari Rumlar dolayısıyla ortaya çıkan nüfus problemini devlet yetkilileri çözmek için epey uğraşmıştı. Bozcaada 1912’de Rumlar’ın eline geçti. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması’nın 84. maddesiyle Yunanistan’a bırakıldı. Bunu takip eden yıllarda memleketin diğer yerleri gibi tehlikeli ve endişeli günler yaşadı ve nihayet 20 Eylül 1923’te kurtarıldı. Yunan askerlerinin adayı boşaltmasından sonra ada Rumlarının büyük bir kısmı Yunanistan’a firar etti. Bu arada adanın en önemli geçim kaynağı olan ve Rumların terk ettiği üzüm bağları sahipsiz kalıp harap olmaya yüz tuttu. İşte bu sebeple adaya bağcılıktan anlayan 300 nüfus yerleştirilmesi tedbiri düşünüldü. Ancak burası antlaşmada mübadele dışı tutulan yerlerdendi. Mal sahibi olan Rumların geri dönmesi muhtemel olduğundan buraya emlak sahibi olup Türkiye’ye gelen Müslüman mübadillerin yerleştirilmesi uygun değildi. Bu sebeple bir mal sahibi olmayan muhacirler veya mübadeleye tabi olup hiçbir malı olmadığından Türkiye’de kendilerine bir mal verilemeyen bağcılıktan anlayan Girit Kandiye’den gelenlerin buraya yerleştirilmesinin uygun bir tedbir olacağı kararına varıldı. Mübadele İmar ve İskân Vekâleti durumu bildiren bir yazıyı 29 Aralık 1923’de İstanbul Altıncı İs¬kân ve İmar Mıntıkası Müdüriyetine gönderdi.97

 


Yunanistan’dan Türkiye’ye Mübadele neticesi deniz yoluyla gelen mübadiller. (Elveda Doğduğum Toprak, Fotoğraflarla Anadolu’nun 150 Yıllık Göç Tarihi.)

B) Mübadillerin Türkiye’ye Nakilleri ve İskânları

Muhtelit Mübadele Komisyonu Türk Üyesi Tevfik Rüştü Aras’ın istek ve tavsiyesi üzerine mübadele resmen 10 Kasım 1923’te başladı. Göçmenler Türkiye’ye gelmeden önce komisyonlar tarafından düzenlenen belgelerle mallarının kayıtlarını yaptırmaları gerekiyordu. Bu belgeler dört nüsha olarak tanzim ediliyordu. Türkiye’de iskân edilecekleri zaman bu belgeler kendilerinden istenecekti. Ancak bu işlemin tam manasıyla yapılması yıllar süreceğinden, mübadil göçmenler kâğıtlarını komisyona bırakıp Türkiye’ye gönderiliyor ve işlemler arkasından sürdürülebiliyordu. Bu meselenin birtakım yolsuzluk ve haksızlıklara yol açma ihtimali çok yüksekti. Kısacası takdir-i kıymet komisyonları bölgeye hiç uğramadan, sadece göçmenin beyanını esas alarak tasfiye taahhüt senedini doldurmaktaydı. Hatta bazı mübadillerin fırsatçılık yaparak Türkiye’de büyük mal sahibi olmaları, bazı zenginlerin ise fakir hâle duçar olmaları gibi garip durumlar yaşanıyordu. Bazı durumlarda ise göçmenler belgesiz Türkiye’ye geliyordu. Çünkü Yunanistan’daki toplumsal huzursuzluklar neticesi Türk nüfusa yönelik artan baskı politikası yüzünden Türkler daha nakil zamanı gelmeden panik hâlinde limanlara yığılıyordu. 

Bazı söz sahibi mübadil Türkler Yunanistan’da bıraktıkları malların karşılığını Türkiye’de alamadıkları ve haklarını savundukları için hükûmet yetkilileriyle ters düştü. Kobakizade İsmail Hakkı Bey mübadillerin ve ailesinin haklarını savunurken zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’yla ters düştüğünde: “Kobakoğlu uğraşma seni mahvederim” azarlamasına maruz kaldı. Ancak hakkını aramada geri durmadığı için Türkiye’de kendisine verilen mal varlığını ve şahsi servetini kaybetti. Samsun’daki tütün fabrikaları, araziler, konaklar; Darıca’da iki un fabrikası Samsun-Ankara arasında hak aramak için gidip gelmelerinde yitip gitti. 

Elimizde çok fazla kaynak bulunmasa da bazı mübadillerin Türkiye’ye gitmek üzere gemilere bindiklerinde bir kardeş, çocuk veya yakınlarını mallarına sahip çıksınlar niyeti ve dönme ümidiyle mübadele bölgelerinde bıraktıkları bilinmektedir. Çok acı bir insani trajedi olan bu durumu, babası Giritli ve 1941 Söke (Aydın) doğumlu Bilal Türkoğlu’nun ağzından dinleyelim:

Benim aile hikâyemin en acı tarafı Kadem adlı 13-14 yaşında bir oğlan çocuğu olan amcamı Girit’te bırakmalarıdır. Babamlar zan- nediyorlarmış ki Türkiye’ye turist gibi gidip beğenmezlerse geri dönecekler. Zihniyetleri buydu. Babamlar araştırmış bulamamışlar. Ben Girit’e gidip araştırdım ve 67 yıl sonra amcamı Lefteri Zaha- rayulaç ismiyle buldum. Hristiyan olmuş. Baktım tıpkı halama ben¬ziyor. Birbirimizle konuşunca başını vurmaya, ağlamaya başladı.   

Yunanistan’a bir milyon Anadolu Rum’undan başka, Bulgaristan ve Rusya’dan 1 milyon 200 bin Rum daha gelmişti. Halkın parası ve buna bağlı olarak yiyeceği yoktu. Çarşılarda mağaza ve dükkân sahipleri âdeta tetik üzerinde duruyorlardı. Aniden dük¬kânlar kapanıyor, çarşılarda yağmalar ve kapışmalar başlıyordu. Yenilginin ezikliği içinde bulunan Yunanistan’ın böyle bir top¬lumsal yapısı içerisinde, Türklerin yaşaması daha da zorlaşıyordu. Rum göçmenler, terhis edilmiş işsiz güçsüz askerler, jandarmalar, Türklere yönelik baskının esas kaynağıydı. 

Kayalar’ın Karaağaç köyünde 1922’de doğmuş İffet Taşdemir’in niçin geldiklerini söylerken şöyle uzaklara dalıp gitmesi, yaşanan acıyı insanın yüreğinde hissetmesine sebep oluyor:

.. .Macirlik işte, adı da var. Keyfe, gezmeye gelmedik buralara, göç...

Yakmışlar, tutuşturmuşlar insanları, evleri. Kıyamet zamanı. 

a) Türkiye’ye Getirilişleri

Mübadeleye öncelikli olarak liman şehirlerine çeşitli sebeplerle yığılmış ve perişan bir şekilde bekleşen göçmenlerden başlanacak¬tı. Daha sonra Yunanistan’ın iç kesimlerindeki göçmenler sırayla nakledileceklerdi. Kentli kesimin nakledilecekleri iskelelere trenle gelmeleri ve çoğu eşyalarını paraya çevirmeleri sebebiyle bunların nakillerinde fazla sorun yaşanmıyordu. Ancak kırsal kesimlerden gelenlerde durum tam aksineydi. Çünkü bunlar hayvanları dâhil tarım araç ve gereçlerini yanlarında götürmek istiyorlardı. Mesela Drama bölgesinin yollarının dağlık ve çok bozuk olması sebebiyle buradan gelecek göçmenler çok zorluklar çekiyorlardı.

Yunanistan’da Selanik ve Kavala, Girit’te ise Hanya, Kandiye, Resmo şehirleri yükleme limanları olarak belirlenmişti. Göçmenler gemilere bindirilmeden evvel Hilâl-i Ahmer Cemiyeti heyetlerince sağlık kontrolünden geçirilerek veba, çiçek gibi sal¬gın hastalıklara karşı aşıları yaptırılmaktaydı. Ayrıca vapurlara yüklenene kadar geçen zamanda göçmenlerin rahatça bekleye- bilmeleri için çadır kampları oluşturuluyor ve buralarda göçmen-lerin sağlık, barınma ve yiyecek ihtiyaçları karşılanıyordu.

Bu kamplarda ve gemilere bindirilmeden önce özellikle kırsal kesim göçmenleri sorgulanarak nüfusları, ne tür tarımla uğraş-tıkları ve alışkanlıklarının ortaya çıkarılmasına çalışılıyor ve bu konuda tablolar hazırlanıyordu. Ancak hazırlanan bu verilerden indirildikleri iskelelerde tam manasıyla yararlanmak mümkün olmamıştı. Ayrıca göçmenlerden bazıları, bu sorulara uzmanlık-ları olmadıkları hâlde, tarım bilgileri konusunda yanıltıcı bilgiler vererek daha iyi bölgelere yerleştirilme yollarını aramaktaydı.

Göçmen yükleme ve taşıma işleri büyük çoğunlukla Türk gemi-leriyle deniz yolundan yapılmaktaydı. Göçmenlerin az bir kısmı ise demir yoluyla naklediliyordu. Mübadele Vekili Mustafa Necati Bey, taşımayı gerçekleştiren Türk gemi şirketlerinden büyük bir memnuniyetle bahsediyordu. Bu şirketler asgari düzeyde nakil üc-reti talep ediyor, çocuklardan para almıyordu. Para ödeyemeyecek derecede fakir olanların ücreti vekâlet bütçesinden karşılanmak-taydı. Sayıları değişmekle birlikte 17 adet Türk gemisi sürekli nakil işlemini gerçekleştirmekteydi. Kamaralar hasta, yaşlı, kadın ve ço-cuklara ayrılmıştı. Güvertelerde su deposu bulunuyordu. Göçmen-ler kendi iaşelerini karşılıyor ancak çocuk ve hastalara süt yahut sıcak yemek verilebiliyordu. Gemilerde doktor ve sağlık hizmeti sağlanmaya çalışılıyordu. Yolculuk takribî olarak üç beş, kötü hava şartlarında on gün kadar sürebiliyordu. Bazı limanların büyük to¬najlı gemilerin yanaşmasına imkânı olmaması ve aktarma yapacak küçük mavnaların eksikliği ve kötü hava şartları yüzünden indirme işlemlerinde çeşitli sorunlar yaşanabiliyordu.103 

 


1924’de mübadillerin Kavala’dan ayrılışını denetleyen bir Türk Heyeti.


Mübadele Vekâleti, Türklere ait vapur şirketlerinden mübadil taşımaya dair ne kapasitede gemiler olduğuna dair bir liste ha¬zırlattı. Aşağıdaki listede görülen bazı şirketlerle mübadil taşıma akitleri gerçekleştirdi. Bu akitlerde vapurların ne kadar mübadil taşıma kapasitesine sahip olduğu tespit edilerek bir planlama ya¬pılmaya çalışıldı. Buna dair 20 Mart 1923 tarihli arşiv belgesin¬deki listede şu bilgiler kayıtlıdır104: 

Tablo 6

Vapurların ne kadar mübadil taşıyacağına dair planlama

Vapurun Adı

Taşıyacağı kişi Sayısı

Şirket

Akdeniz

4000

Seyr-i Sefâin

Giresun

2.300

Seyr-i Sefâin

Ümid

1.500

Seyr-i Sefâin

Sakarya

3.100

Sadıkzâdeler

İnönü

2.750

Sadıkzâdeler

Teşvikiye

2.500

Kırzâdeler

Sulh

1.450

Kırzâdeler

Türkiye

1.350

Nafi Bey

Sürat

1.200

İbrahim Edhem Bey

Ankara

1.500

Mustafa Cemal Kumpanyası

Rize

1.450

Akyıldız Kumpanyası

Bahr-i Cedid

1.200

Seyr-i Sefâin

Antalya

1.000

Seyr-i Sefâin

Kartal

900

Kartal M. İdaresi

Arslan

900

Sadıkzâdeler

Bilindiği kadarıyla mübadillerin kaleme aldığı hatıraları yok denecek kadar azdır. Kayalar mübadili Şefik Kırca 12 yaşındayken memleketinden Selanik’e ulaşması ve oradan yukarıdaki listede adı geçen Sürat vapuruyla Türkiye’ye gelişini daha sonra hatıralarında yazmıştır:

Gazeteler mübadeleyi yazıyordu. Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a, bizler de Türkiye’ye gidecektik. Bütün muameleler yapıldı. 1924 yılının Mayıs ayında köyümüzü terk ediyorduk. Büyük bir kamyona bindik. O gün Karaferye’ye geldik. Bize çadır kurulmuştu. Birkaç gün bu çadırlarda kaldık, oradan Selanik’e geldik. Babam bir iş için Kayalar’a gitmişti. Dönüşünde evimize, üç yüz yıllık aşiyanımıza bir daha uğramış. Eşikten içeri girerken bir kâbus çökmüş, üzerine hücum etmişler. O civarda bir-iki yıl baktığımız Panayot gözüne ilişiyor ve ona seslendiğinde Panayot koşarak babamın yanına geliyor ve babamı büyük bir felaketten kurtarmış oluyor. Babam daha sonra bize Selanik’teki Kireç köyündeki çadırlarımızda yetişmişti. Burada 70 gün kaldık. Bir gün ’Vapurumuz geldi’ dediler. Sevincimize son yoktu. Artık vapura binecektik, Selanik rıhtımına yığıldık. Vapurumuzu gösterdiler. Küçük, yandan çarklı eski bir vapurdu. Sürat adlı vapura bindik. Babamla amcam kamara salonunu kiralamışlardı. Selanik’in daha hemen önlerinde vapurdan bir yaylım ateşi boşandı. Gemi kaptanının ikazı boşuna idi. ‘Biz bu günü gördük’, diyen bastı mermiyi. Nereden de çabucacık o kadar tabanca ve tüfeği çıkardılar.

...Çanakkale'ye geldiğimizde bir gümbürtü daha koptu. Babam buraları çok iyi biliyordu, işte şurası Kumkale, bu Seddülbahir, bu Kilitbahir. Yavaş yavaş İstanbul'a doğru yol alıyoruz. İstanbul'u görmek için halk bir tarafa yığılınca neredeyse vapur devrilecek. Tayfalar kovalıyor halkı. Bu defa öbür taraf derken güç bela gelindi İstanbul'a. Boğaz'a doğru girerken bir yaylım ateşi daha. Anadolu- kavağı'na hamam için indirdiler. Tifo aşısı ve hamam yapıldı. Artık adımız muhacirdi... Bu sıfat kolay kolay silinmeyecek bizden.

İşte 12 yaşında bir çocuğun gözlerinden canlı bir tarih sahnesi. Yolculuğu da uzun uzun anlatıyor rahmetli Şefik Kırca. Bir ömür boyu bunları ve yaşadıklarını unut(a)madılar. Daha sonra Giresun'a, oradan Şebinkarahisar'a ve nihayetinde Suşehri'ne gelişlerini canlı bir dille anlatıyor Şefik Kırca. Giresun'un iklimine ve Şebinkarahisar'a alışamayan, oralarda durmak istemeyen mübadiller, bir an önce Suşehri'ne ulaşmaya çabalıyorlar. Giresun'dan 4 gün süren zorlu bir yolculuktan sonra Şebinkarahisar'a varıyorlar. Rahmetli amcamız Şefik Kırca diyor ki: ‘Burada en çok tuhafımıza giden binaların üstünün toprak oluşuydu. Çünkü kümesleri bile kiremit kaplı olan bir yerden geliyorduk. (.) Şebinkarahisar'da ablamızı da toprağa verdik.' Âdeta canlı bir tarih olan amcamız, Suşehri'ne geliş ile ilgili şunları aktarıyor. Suşehri'ne doğru yolculuk başladı. Bu defa hep atlı idik. Düşe kalka Suşehri'ni bulduk. Daha önce babama Suşehri'ni övmüşler. Küçük bir kasaba. Çiftçi bir yere benziyordu. Bostanlar bozulmuş, kavun karpuz çok bol. Suşehri oldukça güzel bir kasabaydı.” 

1924'te Selanik'ten İzmir'e gemiyle gelen 9.493 kişinin yanlarında inek, öküz, deve, eşek, keçi, koyun ve hatta köpeklerini bile getirdikleri kaydedilmişti. 1923 Aralık’tan 1924 Aralık ayına kadar Selanik ve Yunanistan’ın diğer limanlarından Türkiye’ye gemilerle taşınan Müslüman muhacirlerin sayısı 268.121 kişidir. En fazla yoğunluk Nisan’da 56.979, Mayıs’ta 42.270, Temmuz’da ise 30.192 kişi olarak gerçekleşmiştir. Yine 15 Aralık 1923’den 3 Mart 1924’e kadar Girit’in Kandiye, Laşit ve Yerapetra Liman¬larından Mudanya, Erdek, Darıca, Mersin, Urla, Çeşme ve İzmir Limanlarına 11.179 mübadil taşınmıştı. 

 


Mübadillerin çoğunun bindirilme limanı Selanik’ten bir fotoğraf.

Anlaşmada geçen Yunan uyruklu Müslümanlar ifadesinden dolayı bazı Türk olmayan Müslümanlar da yurda getirilmiştir. Bunlar Yanya ve civarındaki bazı Arnavutlar ve Rumca konuşan Kıptiler idi. Bunların getirilmesi mecliste muhalefetle karşılanınca Mübadele vekilleri onların Türk olduklarını iddia ederek savunmaya geçmişlerdi. Oysa Vehbi Cem isimli bir öğretmen, mübadil talebelerine sen nesin diye sorduğunda Arnavut’um cevabını alınca çok üzüldüğünü ve onlara Türklüğü öğreten şiirler okuttuğunu belirtmektedir  Bu olay bize daha sonra da uygulanmaya devam eden Türkleştirme politikalarını  hatırlatmaktadır. Ayrıca Girit’ten gelen Müslümanların büyük çoğunluğu da Türkçe bilmiyordu. 1948’de Ayvalık’ta vefat eden bir Girit göçmeninin hatıralarında bu durum bütün açıklığıyla dile getirilmiştir:

Ana dilimiz olması gereken Türkçeyi tam bilemeyişimizden bir burukluk duymuşumdur hep... bizi buralara serpmişler fakat dilimizi, geleceğimizi hesaba katmamışlardı... En kabadayımızın elli kadar Türkçe sözcük bildiğimizi söylersem sakın ayıplamayın beni. Hele okuryazar olanlarımız o kadar azdı ki iki elin parmaklarını geçmezdi 

Mübadeleyle göç etmek zorunda kalan insanların Girit’e duyulan hasreti içeren mânileri bile Rumcadır. Ailesi Girit mübadili 1937 Şirince/İzmir doğumlu Hüseyin Yorulmaz’dan dinleyelim:

Ma Kritika mu lemonya, çe pu na se fitepso na se fitepso stin kardia, isos na se çerdepso 

Benim Giritli limon ağacım, seni nereye dikeyim Seni yüreğime dikersem, belki elde ederim. 

Yine başka bir kaynakta Girit Müslümanlarının kökenleri konusunda değişik görüşler bulunduğu; Girit’ten gelen göçmenlerin ekmek, su isteyecek kadar bile Türkçe bilmedikleri belirtilmektedir. Ayrıca Bursa’nın Mudanya ilçesine yerleştirilen Girit göçmenlerin Rumca konuşmaları dolayısıyla para cezası kesildiği, olayları yaşayanlar tarafından aktarılmaktadır.  Yunanistan, anlaşmada Müslüman kelimesi geçmesi sebebiyle mübadeleyle Çingeneleri 

 


Mübadele esnasında bir gemide nakillerini bekleyen Türk mübadiller.

Türkiye’ye göndermekteydi. Bu yüzden Yunanistan’da birçok sınır komşusundan daha az miktarda Çingene yaşamaktadır.112

Türk gemileri sadece Müslümanları getirmiyor, Yunanistan’a dönüşlerinde Rum göçmenleri taşıyordu. Rumların mübadelesine Niğde, Kayseri gibi iç Anadolu şehirlerinden başlanmıştı. 1924 yılının Ekim ayına kadar Yunanistan’a gönderilen Rumların sayısı 109 bin idi.

Yine Muhtelit Mübadele Komisyonu’nun verdiği rakamlara göre 1924 yılının Ekim ayına kadar Türkiye’ye nakledilen Türk göç-menler 370 bine ulaşmıştı. Girit bölgesinden yapılan nakliyat Yunanistan’a nazaran daha önce bitirilmişti. Kademeli şekilde artan sayı bir başka kaynakta 456.700 olarak açıklanıyordu. Ay-rıca mübadeleyi beklemeden gelen sığınmacılar dâhil edildiğinde 

Türkiye’ye 500 bin civarında göçmen gelmişti. Sevkiyat 1925’in ilk aylarına kadar uzamıştı.

Mübadele vekilinin açıklamalarına göre Türkiye’ye nakledilirken yolda ölenler 278, misafirhanede ölenler ise 870 kişidir. İskân edilişlerinden sonra yaşamını yitirenlerle bu sayı 3.819’a ulaşmıştı. Yani oran binde yarım idi. Ancak muhalefet temsilcileri bu rakamları inandırıcı bulmuyorlardı. 

Mübadillerin nakil işleri hiç kolay geçmiyor, birçok zorluklar yaşanıyordu. Mübadillerin gemilerdeki taşıma ücretlerini kendileri tarafından ödenmesi kararlaştırıldı. 8 yaşından küçük çocuklardan ücret alınmayacaktı. Yanlarında 100 kilo eşya getirme hakkı verilen mübadiller, hayvanlarını taşıma ücretlerini ödemek şartıyla beraberlerinde götürebileceklerdi. Gemiye binildiğinde ilk karşılaşılan sorun gemide uygun bir yer kapabilmekti. Öncelikle güverte tercih ediliyordu. Eğer yer bulunamazsa ambarlarda seyahat etmek zorunda kalınıyordu. Ancak bu da hayvanlarla bir arada seyahat etmek demekti. Bu sağlıklı olmayan şartlarda yolculuk etmek zorunda kalan birçok insan yolculuk sonunda Türkiye topraklarına hastalanmış hâlde ayak basmaktan kendini kurtaramamıştı. Gemilerde yolculara düzenli olmamakla birlikte sadece su ve çay verilebiliyordu. Yemek verilemediğinde herkes daha önceden hazırladığı kumanyaları yiyordu. 

Mübadele İmar ve İskân Vekâleti eldeki bütün imkânsızlıklara rağmen mübadil nakil işinin sağlıklı yürümesi için elinden geleni yapıyordu. Vekâlet, İstanbul’da bulunan Sevkiyat ve Nakliyat Müdüriyetine 22 Mart 1924’te şöyle bir emir göndermişti:

Mübadil nakliyatına tahsis edilmiş vapurların bazılarının tabipsiz olduğu bildirilmiştir. Hilâl-i Ahmer Teşkilatımıza müracaatla imkân nisbetinde yeteri kadar hasta bakıcı ve tabip temin edilmesi rica olunur. 

 

Mübadil vapurlarına Hilâl-i Ahmer aracılığıyla hasta bakıcı ve tabip teminine dair Mübadele İmar ve İskân Vekâleti’nin talebi (BCA, 272-0-0-14-76-29-8)


Türkiye’ye ulaşmaya çalışan birçok mübadil Makedonya’nın dağlarını, düzlüklerini aşarak Selanik Limanı’na ulaşmaya çalışıyordu. Ayrıca Selanik’teki kalabalık yüzünden gemiler kalkana kadar epey müddet bekleniyordu. Benzer sıkıntılar Yanya başta olmak üzere Epir bölgesinden yola çıkanlar açısından da söz konusuydu. Fakat o bölgedeki Müslüman nüfusun, Makedonya bölgesindekilere göre az olması ve yine Türkiye’ye nakillerinin Makedonya bölge- sindekilere göre daha organize yapılması, bu sıkıntılı sürecin daha kolay aşılmasını sağlamıştı. Yanya ve yakın çevresindeki Aydonat, Reşadiye, Meçovo ve Narda gibi şehir ile köylerinde yaşayanlar kafileler hâlinde Preveze Limanı’na doğru yola çıkmışlardı. Yan- yalı üst düzey askerî yetkililer ile başta Yahya Renda olmak üzere kentin önde gelenleri organizasyonun yürütülmesi sorumluluğunu bizzat üstlenmeleriyle limana ulaşma Selanik’e nispeten daha az sıkıntıyla atlatılmıştı. 

b) Geçici Beslenme ve Barınma Sorunları

Göçmenler limanlara indirildiklerinde iki tip misafirhanede ağırlanmaktaydılar. Bunlardan ilki göçmenlerin temizlik ve sağlık ihtiyaçlarının karşılandığı tahaffuzhanelerdi. İstanbul’da Tuzla, İzmir’de Klazumen misafirhaneleri en büyükleri arasında yer al-maktaydı. İstanbul’da iki tahaffuzhane vardı. Doğu tarafında Tuzla Tahaffuzhanesi, batı tarafındaki ise Çatalca Tahaffuzhanesi idi. Tahaffuzhanelerin kurulma sebebi o yıllarda sıklıkla görülen kolera salgınlarıydı. 1894’te kurulan Tuzla Tahaffuzhanesi’nde kadınlar ve erkekler için birer hastane, pek çok baraka ve giysilerin temizlendiği etüv makinesi (kuru hava sterilizasyonu) vardı. Mübadiller bu yerlerde en az üç beş gün tutulur, aşıları yapılır ve karınları doyurulurdu. 

Ayrıca Samsun, Mersin, Aydın, Gelibolu, Çanakkale, Fethiye, Ayvalık, Erdek, Çeşme ve Bayındır misafirhaneleri anılmaya değer olanlardandır. Tahaffuzhanelerde temizlikleri yapılıp işlemleri tamamlanan göçmenler, gerçek misafirhanelere geçiyorlardı. Buralarda üç gün kalan ve iaşeleri sağlanan göçmenler daha sonra sevk edilecekleri yerler hazır ise gönderiliyorlardı.

Mübadele vekilinin verdiği bilgilere göre, 1924 yılı Ağustos ayına gelindiğinde 458 bin kişinin iaşesi sağlanmaktaydı. Bu, neredeyse göçmenlerin tamamına yakındı. Bu misalin gösterdiği kadarıyla göçmenlerin kendi kendilerine yeter hâle gelmeleri epey uzun zaman almıştı. 1924’te göçmenlerin iaşesi için harcanan para miktarı ise 4.952.208 Türk lirasını bulmaktaydı. 

Tüm Türkiye çapında misafirhanelerde 10 binden fazla insanı ağırlayacak kapasiteye ulaşılmıştı. Buradaki düzen için Misafir-haneler Talimatnamesi hazırlanmıştı. Göçmenlerin yiyecek ihtiyacı için ise İaşe Talimatnamesi yayınlanmıştı. Ekmeğin sıcak yemek ve çayla birlikte verildiğinde büyükler için 500 g, 10 yaşından küçükler için ise 250 g olarak belirlenmişti. Sıcak yemek çıktığı takdirde etin miktarı 100 g fasulyenin miktarı 100 g sade yağın miktarı 5, tuzun 8, şekerin 10, çayınsa 1 g olarak belirlenmişti. Ancak belirlenen bu miktarların her zaman dağıtımı imkânsızlıklar yüzünden mümkün olamıyordu. 

c) İskân ve Karşılaşılan Sorunlar

Göçmenler misafirhanelerden sonra daimî iskân yerlerine sevk ediliyorlardı. Günümüzde genel itibarla gelen mübadillerin yerleştirildikleri şehirler bilinmektedir. Ancak mübadillerin, Yunanistan’ın hangi köy, kasaba ve şehirlerinden Türkiye’nin hangi köy, kasaba ve şehirlerine yerleştirildiklerine dair toplu bir istatistiki çalışma yoktur. Yapılan bazı değerli çalışmaları birleştirip sonuca ulaşmak gerekecektir. Hatta Yunanistan’ın yer isimlerini değiştirmesi sonu-cu, birçok mübadil torunu dedelerinden duydukları köy isimlerini haritalarda bulmak istediklerinde güçlüklerle karşılaşmaktaydı. 

Son yıllarda bu konularda yapılan bazı alan çalışmaları daha sonraki yıllarda genele ulaşmamızda kolaylıklar sağlayacaktır ümidindeyiz. Mesela bir tebliğde Tuzla’ya iskân edilen mübadiller konusunda şu bilgiler verilmektedir: Tuzla’ya ilk önce Kılkış’ın Sarıdoğanlı, Sevindikli, Kamberli, Virlan, Kürküt ve Gevgili’nin köylerinden gelenler iskân edilmiştir. Ertesi yılın Kavala’nın Örendere köyü, Drama’nın Kozlu ve Gökçeli köyleri ve daha sonra gelin veya damat olarak Tuzla’ya gelen Kastorya, Vodina ve Giritliler Tuzla’nın nüfus yapısını oluşturdu. 

Bir başka mübadil iskân şehri Çanakkale’ye başta Selanik ve kazaları olmak üzere Girit, Limni ve Midilli’den gelen mübadiller yerleştirildi. 1927 tarihli bir belgede Çanakkale’de mübadeleye tabi emval-i metrukede iskân olunabilecek göçmen hane sayısını 1.739 ve buna karşılık olan nüfusu da 4.856 olarak gösterilmekteydi. Bu konuda bize önemli bilgeler veren belgelerden Çanakkale Göçmen Esas Defteri’ndeki kayıtlarda Selanik bölgesinden Çanakkale’ye geliş tarihi 1924 Ocak diye kayıtlıdır. Bu kayıtlarda aile nüfusları, meslekleri, kendilerine verilen ev, arsa, bağ, bahçe ve tarlalarla geldikleri yerler öğrenebilmektedir. Buna göre en fazla mübadil Yenice-i Vardar, Florina ve Kılkış şehirlerinden gelmişti.  Şüphesiz diğer vilayetlerde ortaya çıkartılacak göçmen esas defterlerinin incelenmesi mübadele araştırmalarına yeni boyutlar katacaktır.

Bu iskân faaliyetleri esnasında bir kısım göçmen fuzuli işgal al-tındaki evlerin boşaltılmasıyla yerleştiriliyor, bazıları ise sıkışıklık nedeniyle başka taraflara gönderiliyordu. O zamanın ulaşım şart-larının zorluğunda bu olaylar göçmenleri perişan ediyordu. Çoğu zaman nakil vasıtaları bulunamamış ve göçmen kendi eşyasını kendi nakletmek zorunda kalmıştı. Bu arada, eşyasını çaldırma veya kaybetme gibi olaylar göçmenlerin başına sıkça gelmekteydi. Dönemin basınında bu konulardaki şikâyetleri içeren birçok haber yayınlanarak hükûmetin dikkati çekilmek istenmiştir.

Ortaya çıkan diğer bir sorun parçalanmış, bölünmüş köyler, akrabalıklar ve ailelerdi. Bunun en önemli sebebi daha göçmenler vapurlara bindirilirken oluşan düzensizliklerden kaynaklanıyordu. 400 nüfusluk bir köy, nakledilecekleri vapurda 200 kişilik yer olunca bölünüyor ve bu ahali neticede Türkiye’de farklı iskelelere indirilebiliyordu. Ayrıca bir iskân mahali dolunca kalan aynı kö-yün ahalisi çok uzak başka bir mahalle gönderilebiliyordu. 

Fuzuli işgale uğrayan evleri boşaltmakta da büyük sorunlar yaşanıyordu. İzmir’de çıkan Türk İli adlı gazetede yayınlanan bir habere göre İzmir’in seçkin semtlerinden birinde, Rumların terk ettiği evlerden 44’ünde memurların, 27’sinde harikzedelerin, 14’ünde kendisine harikzede süsü veren fırsatçıların, en güzellerinden 13’ünde ise mebusların ve ancak 52’sinde mübadillerin oturduğu haberini veriyordu. Bu durum yurtta ev kiralarının aşırı derecede yükselmesine sebep oluyordu. 1923’te 100 liraya yıllık kiraya verilen bir hanenin kirası 1924’te 1.000 liraya kadar yükselmişti. 

Bu fuzuli işgallerin en önemli sebebi, savaştan yeni çıkmış, yüz binlerce insanını savaşlarda yitirmiş, tüm ekonomisi çökmüş Tür-kiye’nin fakir halkının, kendilerine hep tepeden bakan ve işgal yıl-larında işgalci askerlerden farksız bir tavır sergileyen gayrimüslim-lerin terk ettikleri mal ve mülkü bir anlamda kendi hakları olarak görmeleriydi. Oysaki devletin bu malları kendilerine değil dışarıdan gelen mübadillere vermesiyle yerli halk mübadillere tepkili veya en azından soğuk davranıyordu. 

Mübadele göçmenlerine dağıtılan toplam ev sayısı 88.700 idi. Mübadele kapsamına girmeyen ve iskân yasasının kapsamındaki sığınmacı göçmenlere ise 20.797 ev dağıtıldı.  Mübadillerin iskânı için 4.567 evden oluşan 66 yeni köy kuruldu.  Mübadillerin yerleştirildikleri evler ve verilen dükkânlar, geldikleri yerlerin ev ve dükkânlarına benzemiyordu. Yunanistan ve Makedonya’nın birçok bölgesinde çarşılar, evlerden farklı bir alandaydı. Türkiye’nin küçük şehir ve kasabalarında ise evlerin altı mahzen veya dükkân olarak kullanılmaktaydı. Yine mübadillerin geldikleri yerlerdeki evleri mahremiyetin bir gereği olarak dış dünyaya nispeten kapalı, avlulu ve çok odalı; tuvaletin bahçenin köşesinde olduğu evlerdi. Oysaki İzmit, Samsun vb. yerlerde mübadillere verilen ve çoğunlukla Rumlara ait olan evler, haremlik selamlık anlayışına ters, küçük odalı ve tuvaletlerin evin içinde olduğu tamamen zıt bir kültürel anlayışın mimari özelliklerini taşıyordu. Buna alışma ve benimsemeleri kolay olmadı. 

Türkiye nüfusu 1913’te 15,8 milyondu. 1923’te yaklaşık olarak 12 milyona düşen nüfus 1927’ye kadar ancak 13,6 milyona çıkabildi. Nüfus, savaşta ölenler ve azınlıkların kitle hâlinde göçleriyle azaldı. İş gücündeki azalma, nüfustaki düşüş oranına göre çok daha fazlaydı.

1928 Yunanistan nüfus sayımına göre Türkiye’den göç eden ve ankete cevap veren 880 bin Rum’dan 250 bini tarım sektöründen gelmekteydi. 1926’da Yunanistan’daki tütünün üçte ikisini bu göçmenler üretmekteydi. Türkiye’de 1923-1929’a kadar kuru üzüm ve incir dış satımımızın %40’ını karşılamaktaydı. Bu ürünlerin üretiminde, uzmanlaşmış Rumların en büyük katkıyı yapması ve Rumların Yunanistan’a gitmeleri, orada bağcılığın gelişmesine yol açtı ve uluslararası piyasalarda Türkiye’nin rekabet gücü ise azaldı.

Giden Rumların 1 milyon 200 bin civarında, gelen Müslümanların ise 500 bin civarında olmasına karşılık, Rumların %30’u tarımla uğraşmasına rağmen, Müslümanların ise %90’ı tarım sektöründendi. Dolayısıyla giden nüfus fazla olmasına karşılık bıraktıkları toprak ise tam tersine azdı. Bu da gelenler açısından büyük bir sorun teşkil etmekteydi. 

Yine önemli bir başka sorun ise mübadillerin ellerindeki tasfiye talepnamelerindeki bilgilerin gerçekliğinin tartışılması ve karşılı-ğında aldıkları mal miktarıydı. Bu talepnamelerin gerçekliği basın ve bazı milletvekilleri tarafından eleştiriye uğruyordu. Mübadil aileler geldikleri zaman belgelerini Takdir Kıymet Komisyonu’na gösteriyor ardından Tefviz Komisyonu’na gönderiliyordu. Komisyon aileye geride bıraktıkları malların %17,5’ine (1924’te %20’ye çıkarılmıştır) karşılık gelecek şekilde terk edilmiş Rum mülkleri verilmekteydi.  Sırf bu örnekten yola çıkıldığında bile bu mübadilin daha baştan fakirleşmesi demekti.

Mübadillerin iskânı sürecinde birtakım yolsuzluk ve usulsüzlükler de ortaya çıkmaktaydı. En öncelikli sorun metruk gayrimenkullerin yerli ahali tarafından işgal edilmiş olmasıdır. Mübadillere verilmiş olan Rumlardan metruk bazı gayrimenkulleri daha önce Rumlardan adi senetlerle yerli halk tarafından alınmış olması da ikinci önemli meseledir. Hükûmetin mübadillere tahsis ettiği bu gayrimenkullere taşınmaya çalışan mübadilin karşısına buranın  sahibi benim, diyen yerli halk çıkmaktaydı. Bu olay yerli halk ile mübadiller arasında sürtüşmelere sebep olduğu gibi, taraflar mahkemelik hâle gelebiliyorlardı.

Yine gerek arazi dağıtımı gerekse hububat, zirai araç gereç ve diğer dağıtım malzemelerinin tevziinde birtakım usulsüzlükler görülmekteydi. Bir ihbar üzerine Niğde’ye gönderilen Mülkiye Müfettişi Ali Server Bey, 20 Şubat-8 Mart 1927 arasında yaptığı incelemeleri bir rapor hâline getirmiştir. Bu rapora göre: Muhacirlere dağıtıldığı söylenen 3.547 liralık hububat ve tohumluğun bir kaydına rastlanmamıştır. Niğde’ye getirilen 2.502 pulluktan 1.775 adedi Aksaray, Kayseri, Ulukışla, Bor ve Nevşehir’de dağıtılmış ancak 727 pulluğun dağıtılmadığı ve Niğde İskân Müdürlüğü depolarında durduğu belirtilmiştir. Göçmenler için ziraat hayvanlarıyla tohumluk alımı için 15.000 lira gönderilmesine ve aradan bir yıl geçmesine rağmen paranın harcanmadığı, Niğde’ye yerleştirilen birtakım mübadillerin vilayetten firar ettikleri vb. sorunlar ayrıntılı rapor edilmiştir.131 

Tablo 7

Mübadillerin Yerleştirildikleri İllere Göre Aile ve Nüfus Miktarıyla Bunlara Verilen Taşınmaz Mallar (1924-1933)132

Sıra No

İller

Aile ad.

Nüfus

Ev

Dükkân

Arsa

Toprak (Dönüm)

Bağ (Dönüm)

Bahçe (Dönüm)

1

Adana

1.640

5.862

1.640

344

41

45.187

2.870

84

2

Afyon K.H

109

358

74

-

-

3.472

-

58

3

Aksaray

1.076

3.186

747

22

-

13.561

2.178

2.273

4

Amasya

475

2.087

448

43

5

14.887

1.549

-

5

Ankara

185

925

135

159

56

16.426

286

290

6

Antalya

1.087

4.015

1.033

228

-

106.780

939

-

7

Aydın

2.264

8.312

1.893

201

144

97.256

-

12.466

8

Balıkesir

7.541

25.515

7.018

1.583

958

131.541

606

906

9

Bilecik

771

2.665

-

-

-

11.308

2.696

3.393

10

Bolu

14

122

5

9

-

3.131

-

-

11

Burdur

102

380

98

8

-

2.403

330

57

12

Bursa

7.082

31.558

5.317

719

1.844

150.221

4.445

33.885

13

Çanakkale

2.143

9.646

2.709

152

8

87.894

1.091

3.492

14

Çankırı

2

5

2

-

-

-

-

6

15

Çorum

428

1.680

181

83

42

18.697

297

150

16

Cebelibereket

502

2.396

486

48

16

13.482

-

960

132 Cevat Geray, Türkiye’den veTürkiye’ye Göçlerve Göçmenlerin İskânı (1923-1961), Ankara 1962, EkTablo: 5.


Sıra No

İller

Aile ad.

Nüfus

Ev

Dükkân

Arsa

Toprak (Dönüm)

Bağ (Dönüm)

Bahçe (Dönüm)

17

Denizli

490

1.740

193

141

-

14.511

-

-

18

Diyarbakır

3

8

2

4

-

296

-

-

19

Edirne

10.354

24.705

10.354

128

243

400.334

11.998

3.485

20

Elazığ

174

651

174

-

-

11.484

-

-

21

Erzincan

272

945

272

-

-

11.805

-

-

22

Eskişehir

855

1.214

186

29

214

4.633

1

-

23

Gaziantep

119

438

117

-

-

8.082

-

-

24

Giresun

216

832

214

39

-

938

-

6.118

25

Gümüşhane

17

130

839

-

-

11.191

-

-

26

İçel

143

543

143

16

-

5.674

-

32

27

İzmir

13.234

62.947

5.000

3.000

-

1.000.000

5.000

5.000

28

İsparta

264

984

254

39

-

6.281

830

193

29

İstanbul

8.610

33.328

2.553

2.000

-

937.441

12.158

-

30

Kastamonu

97

333

94

27

-

771

13

-

31

Kayseri

1.644

6.150

1.640

119

-

65.244

3.721

3.008

32

KIrklareli

4.729

19.739

4.437

192

-

151.069

3.005

-

33

Kocaeli

5.071

17.074

1.688

295

27

111.218

-

-

34

Konya

1.021

4.023

1.021

156

-

33.858

32

492

35

Kütahya

176

669

139

64

3

4.145

-

-

36

Malatya

1

4

1

-

-

-

-

-

 

Sıra No

İller

Aile ad.

Nüfus

Ev

Dükkân

Arsa

Toprak (Dönüm)

Bağ (Dönüm)

Bahçe (Dönüm)

37

Manisa

3.662

15.468

2.349

155

423

45.572

22.893

798

38

M araş

103

842

103

-

-

5.000

1.711

274

39

Mersin

803

3.091

680

115

11

23.264

1.075

942

40

Muğla

647

2.401

641

99

-

27.040

-

89

41

Niğde

3.969

15.750

-

120

-

134.709

-

-

42

Ordu

332

1.438

389

178

148

21.174

-

24

43

Samsun

6.288

23.454

4.209

511

544

112.997

-

-

44

Sinop

225

920

204

41

-

8.202

-

24

45

Sivas

486

1.918

288

15

-

25.636

-

-

46

Şebinkarahisar

1.425

5.617

1.515

-

-

58.450

-

-

47

Tekirdağ

6.430

23.221

3.179

361

266

290.571

18.878

1.722

48

Tokat

1.630

6.209

1.325

25

-

75.868

-

-

49

Trabzon

77

393

77

65

-

590

-

-

50

Urfa

1

3

1

-

-

-

-

-

51

Yozgat

1.113

3.911

698

67

3

56.731

4

80.100

52

Zonguldak

207

938

207

9

-

1.542

-

3

 

TOPLAM

99.709

380.243133

66.872

11.609

4.996

4.482.567

98.606

160.300


133 Türkiye’ye gelen toplam mübadil sayısı değişik kaynaklarda farklılıklar arz etmektedir. Mesela Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1929-1930 yıllığına göre bu sayı 456.720 iken İskân Tarihçesi adlı kitap toplam mübadil sayısını 499.239 olarak verir.


1922 Eylül ayında, İzmir’in alınışından sonra Batı Anadolulu Rumlar Yunanistan’a giderken. (Elveda Doğduğum Toprak, Fotoğraflarla Anadolu’nun 150 Yıllık Göç Tarihi)


d) Anadolu Rumlarının Türkiye’den Ayrılışı ve Yunanistan’da Yaşadıkları

1923 yazının ortalarına kadar Yunanistan’a ulaşan mültecilerin sayısı 1 milyon 150 bin kişi olmuştu. Bunlardan çoğunluğu Rum’du ancak 100 bin kadarı Ermeni, 1.000 kadarı Asuri ve 9 bin kadarı ise Çerkez idi.134 Anadolu’da bulunan Rumlar Türkiye’den ayrılmak istememiş ancak mecbur oldukları için göç etmek durumunda kalınca da bunu hiçbir zaman unutamamışlardı. Onlar örf, âdet ve geleneklerini yaşatmaya çalışmışlar ve daimî surette sıla hasreti yaşamışlardı. Yunanistan’a ilk gittiklerinde, Türk tohumu diyerek dışlanmışlardı. Anadolu Rumları: “Siz çingenesiniz. Ne para kazanmasını ne de yaşamasını bilirsiniz.” diye onları itham etmişlerdi. Rumlar, örf ve âdetleriyle farklılıklarını sürdürmüşlerdir. Mesela Türkiye’den giden Rumların çay içme alışkanlıkları Yunanlarda yoktur ve onların sadece hastalandıklarında çay içtikleri söylenmektedir.

Rumlar Yunanistan’a gittiklerinde çok eziyet çekmişler, en kötü ve pis işlerde çalıştırılmışlardı. 7-8 ay kadar çadırlarda, kötü hayat şartlarında yaşamışlardı. Zenginlerin çoğu dayanamayıp intihar etmişlerdi. Birçok çocuk, sağlıksız ortamlarda ölmüşlerdi. 

Rumların bir kısmı Yunanistan’a gittiklerinde Türkçeden başka bir dil konuşmuyordu. Bu durum onların Yunanistan’da çok büyük sıkıntı çekmelerine sebebiyet veriyordu. Yunanistan’da bulunan bir iskân memurunun söyledikleri çok ilginçtir:

Bu nasıl iştir! Rumca bilmeyen ve sadece Türkçe konuşan insanlar Yunanistan’a gelmiş. Türkçe bilmeyen insanlar da Türkiye’ye gidiyor! 

Bir Rum göçmen olan Nevşehirli Aleko:

“Biz Türkçe konuşurduk. Rum mektebinde biraz Rumca öğrenmiştim. Ama okul dışında hep Türkçe konuşurduk... Buradaki hükûmet bize zeybek türkülerini ve saz çalmayı yasak etti.”

diyerek Anadolu Rumlarına, Yunanistan’da uygulanan baskıları anlatmaktaydı. 

Anadolu Rumlarının, Yunanistan’a mübadele edilmesinden ne-redeyse bir asır sonra bile hiç Sivas’ı görmemiş ikinci kuşak Sivas mübadili Rumların üstelik Sivas ağzıyla Türkçe konuşmaları da Yunanistan’ı ziyaret eden Yazar İhsan Tevfik’i duygulandırmıştı:

Kozani Nasliç’in Rezne köyündeki 80 yaşına merdiven dayamış ikinci kuşak Sivaslı Mübadil Stati’nin ayrılırken söyledikleri “Gedin sağlığınan, galın sağlıcağnan, beni ağletman.” Hele bir köpek yavrusunun paçamı ısırmaya çalışıp birden boş bulunup sıçradığımda söylediği sözü hâlâ gülümseyerek anımsıyorum: Gorhma, bizim oğlanın itinün enüğü... 

Bu Rumca konuşamayan Rumlar Karamanlıca (Karamanlides) denen bir yazıyla okuyup yazmakta ve ibadet etmekteydi. Bu da Grek alfabesiyle Türkçe idi. Özellikle kadınları sadece Türkçe konuşurlardı. Bunların, Yunanistan’a giden tüm Rumlar içindeki sayısının 400 bin civarında olduğu belirtilmektedir. Yunan Devleti bunlara ulusal bilinci ve dili kazandırabilmek için epey uğraşmıştı.  İlk Lozan telgraflarına bakıldığında Türk hükûmetinin bu insanların Türk asıllı Hristiyanlar olduğunu düşündüğünü görmekteyiz.  Lozan tutanaklarında Türk diplomatlarının Karamanlılar olarak adlandırılan ve yaklaşık 200 bin kadar insanı mübadele anlaşmasının dışında tutma eğiliminde oldukları bilinmektedir. Ancak Karamanlılar, Venizelos’un müdahalesiyle önce taslak anlaşmaya ardından anlaşmanın son hâline eklenerek mübadele kapsamına alınmıştı. 

Mübadelenin yapılması üzerine Kosmas Çekmezoğlu adlı Rum şairin Karamanlıca yazdığı bir destandan  bazı dizeleri konuştukları Türkçeye dikkat çekmek üzere aynen ve yorumsuz olarak vermek istiyoruz.

Kapatttık mektebi, eklisiyaları (kiliseleri)

Çalmaya başladık kabanaları (çanları)

Mezarlara gömdük ikonaları

Orada bıraktık ana ve babaları

Okumaya başladık yol duaları

Teslim ettik muhacire evi, bağları

Erittik yürekte olan yağları

Çoğunun evinde kaldı malları

...

Çeşme gibi akar gözler yaşları

Tellerde kestiler sakal saçları

Denize attılar çok kardaşları

Durmasın ağlasın gözün yaşları

...

Gencimiz kalmadı ehtiyar olduk

Sıtmayınan dalaktan sarardık solduk

Gül gibi benzimiz ayvaya döndük

Nahak yere bizler hep kurban olduk

Anadolu Rumları Yunanistan’a göç ettiklerinde, bazen mübadele yapılacak Müslümanlar daha evlerinden ayrılmamış oluyordu. İşte bu durumda Müslümanlar ile Rumlar aynı köyü paylaşıyorlardı. Hatta bazılarının 9 ay birlikte yaşadıkları bile oldu. Birlikte yaşayan bu insanlar ifadelerinde çok iyi geçindiklerini belirtiyorlardı ancak bazıları hiç anlaşamıyorlardı! Çünkü Türkler Rumca, Rumlar Türkçe konuşuyorlardı. 

Yunanistan’ın yerli halkı Anadolu’dan gelen Rumlara, “Ülkemizden ne istiyorsunuz Türklerin oğulları, gidin ve arkadaşınız Venizelos’u bulun!” diyerek hakaretler ediyor, göçmenleri üstü açık ağıllara koyup bebeklerini örtmek için bir örtü bile vermiyorlardı.  1936 doğumlu ikinci kuşak bir Rum mübadil Nikos Kiriazidis ailesinin Yunanistan’a geldikten sonra 1960’a kadar birçok sıkıntı çektiğini, Yunanların onlara “Neden sizi buralara getirdiler. Keşke yolda gemileriniz batsaydı da buralara gelemeseydiniz. Türklerin yanına dönün.” dediğini anlatmıştır. 

Yunanistan’ın Kozani şehrinde 1953 doğumlu Dimitris Dayıoğlu, mübadil olduktan sonra Türkçe soyadlarını değiştirmediklerini ve Türkçeyi annesinden öğrendiği için ana dili gördüğünü belirtmiştir. Ailesi Yalova’nın Elmalık köyünden mübadil olarak Kozani’ye yerleştirilmiş ancak Yunanların hor görmeleriyle mücadele etmişler:

Bize Türk tohumu dediler. Yerliler bizi hiç kabul etmedi. Kozani’ye geldiğimizde en iyi yerleri aldığımızı zannederek bizi kıskandılar hep. Ama bilmiyorlar ki biz Yalova’da çok daha değerli yerler bıraktık. Sultana Ninem hayatı boyunca Elmalık’a dönecek umuduyla yaşadı. 90 yaşında ölürken “Beni memlekete götürün, burada ölüm olmaz.” dedi, son sözü bu oldu. 

Bu yıllarda mülteci gerçeği Yunan topraklarında daha önce eşi görülmemiş bir şekilde kendini göstermekteydi. Mülteciler gel-diklerinden beri okullar, tiyatro salonları, belediye binaları ve ser¬gi saraylarını doldurmuşlardı. Şehirlerde yer bulamayanlar çadır, tahta baraka, çerden çöpten yapılmış barınak ve hatta mağaralarda hayatlarını sürdürmeye çalışıyordu. 

Anadolu’dan gelen göçmen Rumlarla Yunanistan nüfusundan her 4 kişiye 1 fakir kişi daha eklenmişti. Bu durum Yunanistan’ı sürekli Batı yardımına bağlı kalmasına sebep olmuştur. Politik güç olmamaları için değişik kasaba ve köylere yerleştirilen Rumlar, ahlaki ve kültürel özelliklerini, gururlarını ve kendilerine olan güvenlerini korudular ve daimî surette kendilerini Yunanlardan üstün gördüler. Anadolu Rumları, kendilerini asimile etmek isteyen ve Helenizm propagandası yapan Yunanistan Devleti’ne karşı çıktı. Göçmenlere gereken yardımı yapmadığını düşünen devleti ihanetle suçladılar. Rumlar Yunanistan’da dürüstlükleri, saflıkları; endüstri, tarım ve iş adamlığındaki yetenekleriyle büyük başarılar kazandı. Kilim ve halıcılık sanatını, yeni zirai yöntemlerini, yeni balık avlama tekniklerini Yunanistan’a getirerek üretimde ilerleme sağladılar. 

Anadolu Rumlarının başına gelen en önemli sorunlardan bir tanesi parçalanmış aileler meselesiydi. Yunanistan’ın Anadolu’da yenilmesi ve Yunan ordusunun çekilmesiyle birlikte 18-45 yaş arası Rum erkekleri sürgüne gönderilmişti. Bu yüzden mübadeleye tabi olan bazı kasabalarda Rum kafileleri sadece ihtiyar, yaşlı, çocuk ve kadınlardan oluşmaktaydı. Ayvalık doğumlu ünlü edebiyatçı yazar İlias Venezis de bu sürgünlerden birisiydi. Başından geçen anılarını Numara 31328 adıyla romanlaştırdı. 

Yine diğer önemli bir dışlanma sorunu da Anadolu’dan gelen Rum- lardan kız alınıp verilmemesiydi. Yunanlar önceleri bunlar Türk di-yerek kız alıp vermekten kaçınıyorlardı. Bunu Kayserili bir Rum olan Karabaş’ın, Kemal Yalçın’a anlattıklarından bilmekteyiz. 

Anadolu Rumları Atina’nın Nea Smyrne (Yeni İzmir) semtinde kendi kültürel arşivlerini oluşturdu. Ocak adı verilen bu merkezde Anadolu’yla ilgili kitaplar, arşiv belgeleri, fotoğraflar bulun-maktadır. Sırf bu olay bile onların geçmişe ve geldikleri yere ne kadar bağlı olduklarını ispatlamaktadır. 

Azınlıkların mübadelesinden ve Anadolu göçmenlerinin yerleştirilmesinden sonra Yunan Makedonyası’ndaki Yunanların oranı %90’a çıkmıştı. Böylece Yunanistan, komşusu Sırbistan ve Bulgaristan’la anlaşmazlıklarını gidermiş oluyordu. Ayrıca bu nüfus oranıyla Sırbistan’ın artık Yunanistan’dan toprak talebi mümkün olamayacaktı. 

Her şeye rağmen bazı Rumların ya din değiştirerek ya da köylerinin dağlık arazide bulunmaları sebebiyle mübadele dışı kalmış oldukları ve Dönme olarak hayatlarını sürdürdükleri söylenmektedir. Bir Muğlalı:

Dedem imammış, Rumlar gittikten sonra bazı köyler dedemi çağırmışlar. Para karşılığı kendilerine dini ve ibadetlerini öğretmelerini istemişler. Mübadeleden sonra İslam dinine dönenler, İslam dinini ve ibadet şeklini bilmediği için para karşılığı imamlar getirmişler köylerine. Zaten o yıllarda jandarmanın bu dağ köylerine ulaşması ve onları Yunanistan’a göndermesi mümkün değildi.

demektedir. 

Yine Karadeniz bölgesinin Tonya civarında Pontus lehçesiyle Rumca konuşan Müslümanların varlığı bilinmektedir. Tonya ve köyleri XVII. yüzyılda İslamiyet’i seçmişlerdi. Hâlâ bölgeye gelen eski göçmen Rumlarla bu insanlar dil yönünden hiçbir sıkıntı çekmeden anlaşabilmektedir. 

İlya Akritidis, Kayalar’ın Türkler zamanında Krimse (Kırımşa) şimdiki adı Messovouno olan köyünde doğmuş ikinci kuşak bir Sivas mübadilidir. Ataları Suşehri’nin Şarköy’ünden Yunanistan’a gönderilmiş. 2008’de köyüne yaptığı bir ziyarette Şarköylü Ahmet Çağlayan’ın ona anlattıkları acı bir hasret içerir:

1960’lı yıllarda Şarköy’ün eski yerleşimcilerinden bir Rum köyünü ziyaret etmek ister. Şerefiye Nahiyesi üzerinden köyleri geze geze köyünün yukarısındaki Evlioğlu Yaylası’nda kadar gelir. Orada oturup uzun uzun köyünü seyreder. Bu arada bir çoban onu fark edince yanına gelip ne yaptığını sorunca buranın Rumlarından olduğu ve köyünü seyrettiğini söyler. Çoban da öyleyse gel köyünü yakında gör, köyünün suyunu iç, bir yemeğini ye deyince garipleşen ve mahzunlaşan mübadil Rum “İnemem aşağıya, eğer inersem artık orada kalırım, dönemem, köyümü bırakamam!” deyip ağlaya ağlaya geldiği yöne doğru geri döner. Aslında sözün bittiği yer, dedikleri bu nokta olsa gerek. Vatan gömlek değil ki hemencecik çıkarıp atasın. 

C) Mübadillerin İçtimai Durumları

Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti, mübadiller iskân edilip büyük çoğunluğu kendilerine yeter hâle geldikten sonra, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası muhalefetinin etkisiyle 11 Aralık 1924’te bir yasayla kaldırıldı. Yürütmesi gereken görevler ise Dâhiliye Vekâleti’ne bağlı İskân Müdüriyet-i Umumiyesi’ne devredildi. Türkiye ile Yunanistan arasındaki çeşitli sorunlar da 1926 Atina ve 1930 Ankara Anlaşmaları’yla neticelendirilip sorun tarihe tevdi edildi.

Gerek Türkiye’de gerek Yunanistan’da bu zorunlu göç hadisesinden sonra dünyada yükselen yeni değer olan ulusçuluk ideolojisi devletler nazarında gönüllü, halk nazarında zorunlu olarak uygulandı. Böylece fiilî olarak gerçekleşen etnik arındırma neticesi her iki ülke de durumundan memnun idi. Ancak pek çok kişi göç etmemek için çeşitli yollara başvurmuşlardı. Mesela Antakya Ortodoksları, Antakya Valiliği’ne göç etmek istemediklerine dair müracaat etmişti. Gönülsüz olarak memleketlerini terk eden Ortodokslar, uzun yıllar Türkiye’yi gerçek vatanları olarak görmeye devam etti. 

Türkiye’ye geldiklerinde mübadil göçmenler büyük bir ekonomik kayba uğrayarak psikolojik olarak da yıkıldı. Bu yüzden devletin sağladığı kolaylıklar onların sosyal hayata daha kolay uyum sağ-lamalarına yardımcı oluyordu. Bu durum yerli halk ile göçmenler arasında kıskançlık ve çekemezlik yüzünden ayrılıklar meydana getirmekteydi. Kavga, dışlama, toprak anlaşmazlığı, göçmenlerin ağaçlarını kesme vb. sosyal uyumsuzluk örnekleri görülebilmekteydi.

Türkiye’de göçmenlere toprak dağıtılırken Girit, Preveze ve bazı Pomak köylülerinden Türkçe bilmeyenlerin daha az toprak aldıkları görüldü. Çünkü bu göçmenler dil bilmediğinden kendi haklarını savunamayacak durumdaydı.  

 

Anadolu’ya muhacirlerin getirdiği seri hareket kabiliyetine sahip dört tekerlekli muhacir arabaları


Gerek Balkan Harbi’nden sonra gerekse daha sonraları Rumeli’den gelen göçmenler birtakım yeni değerleri Anadolu’ya kazandırdı. 1913’te Anadolu’ya bir seyahat düzenleyen Macar seyyahın notlarında göçmenlerin gelişinin yurda sağladığı yararlar şöyle sıralanmaktaydı:

Muhacirlerin gelmesi Anadolu için son derece yararlı bir gelişme. Bir yandan düşük olan nüfus yoğunluğu, öte yandan çalışkan ve kültürel olarak kalkınmış katmanlar ülkenin zenginleşmesini sağlıyor. Muhacirler geldikleri ülkelerden kendileriyle beraber Anadolu’dakinden kesinlikle daha gelişmiş iş araçları ve kaliteli tohumluk getiriyorlar. Ülkeye her gelen göçmen ailesine 25 dönüm ve her çocuk için 5 dönüm daha ilave olunuyor. Bu ekilen arazinin fazlalaşmasına da imkân veriyor ve ülke zenginleşiyor. 

Yine bu yenilikler arasında, iki tekerlekli kağnıyla mukayese edildiğinde daha seri hareket kabiliyetine sahip muhacir arabaları, evlerin damlarını düz dam yerine üçgen damlar hâline getirmek, evleri kireçle badana etmek, buğday ve tahıl üretimindeki yeni teknikler, patates ve tütün üretiminin artması vb. önde gelenler olarak sayılabilir.  Ayrıca Türkiye’de Rumeli göçmenlerinin kullandığı demir pulluğun Anadolu’daki sabanın yerini aldığı bilinmektedir. 

İzmit, Kütahya ve Balıkesir gibi kentlere iskân olunan mübadil ailelerin kadınları kendilerine verilen yeni evlerini ilk gördüklerinde ağlamaktan kendilerini alamadı. Çünkü Selanik başta olmak üzere tüm Makedonya’da ister ahşap ister kâgir, dış cepheleri belli bir es-tetik anlayışı yansıtacak şekilde beyaz yahut bej gibi renklerle badana yapılan evlere karşılık Anadolu’da karşılarına çıkan kapkara görünümlü bu eski ahşap evleri kabullenmek hiç kolay olmadı.  Ancak gerek mübadiller gerekse tüm muhacirler geldikleri yerlere evleri badana etme âdetini tüm fakirlik ve yoksunluklarına rağmen hemen uyguladılar.

Rumların Yunanistan’a gitmesiyle tenekecilik, peynircilik, manifatura ve tuhafiyecilik sektörü Yahudilerin eline geçti. Ancak kiremitçi, tuğlacı, camcı, çanak çömlekçiler ile un, zeytinyağı, kereste fabrikaları vb. alanlarda uzun süre giderilemeyen büyük boşluklar oluştu.  Giden Rumlar 1920’de Yunanistan’ın üzüm, incir üretimini %56’dan, 1929’da %71’e çıkardı. Yunanistan’da tütün rekoltesi %40’tan, Rumların gelişiyle %50’ye yükseldi. Yaklaşık 11 bin Rum göçmeni, Yunanistan’da halıcılığı başlattı ve üretilen halılar yanında Türkiye’nin uğradığı üretim kaybı yüzünden Yunanlar, dış pazarlarda Türkiye’yle güçlü bir rekabete girişti. Türk ipek sanayi, Rum atölye ve işçilerinin gidişiyle bir daha eski hâline gelemedi. Bunun aksine Yunanistan’daki ipek  

ve ipekli kumaş üretimi ise üç kat arttı. Türkiye’de ise mübadil Türk göçmenler sayesinde sadece tütün ve pamuk üretimi arttı ve ekonomiye önemli bir katkı sağlar hâle geldi.   

Bursa’daki tarım ürünlerinden bahseden bir tabloyu incelediğimizde savaş ve göçün ülke ekonomisine etkilerini daha iyi anlayabiliriz. Bu tabloya bakıldığında Bursa’da üzüm üretiminin 1927’ye gelindiğinde hâlâ 1920 rekoltesine ulaşamadığı görülür. Zeytin üretimi ise 1920’deki rakamın neredeyse dörtte biri düzeyindeydi. Bu ürünlerden sadece tütün ve pamukta artış sağlandı.

Tablo 8

Ürün

1920 yılı (kıyye)

1921 yılı (kıyye)

1922 yılı (kıyye)

1927 yılı (kıyye)

Üzüm

6.090.001

4.860.000

3.250.000

5.537.250

Zeytin

17.600.000

14.758.000

6.091.452

4.484.250

Tütün

1.235.038

3.525.885

5.037.334

6.411.300

Pamuk

5.320

6.850

-

7.760

Not: 1 Kıyye= 1.282 gr.

Mübadeleden önce Drama Sancağı’nda tütün tarımı Müslümanlarca yapılmaktaydı. Tütün çok aşırı emek isteyen bir üründü. Sabah gün ağarmadan hafif çiğli iken tarlada toplanması gereken tütün aynı zamanda Müslüman halkın yaşam şekliyle uyumluydu. Mübadeleden sonra Drama’ya yerleştirilen Rumların tütün tarımını bilmedikleri daha çok arpa, buğday ve çavdar üretimi yaptıkları görülmüştür. Mübadeleden sonra Drama’dan Samsun, Akhisar ve Aydın’a yerleştirilen Türkler ise tütün yetiştiriciliğine günümüzde devam etmektedir.  

a) Mübadil/Muhacir Psikolojisi

Mübadil veya muhacir olmak, kökünden toprağından, hatıralarından koparılmak demekti. Kimse bu insanlara gidip gitmek isteme-diklerini, düşüncelerini sormadı. Uluslararası güç dengelerinin sebep olduğu savaşlar ve değişen siyasi şartlar, kurulan ulus devletler neticesi zorunlu göç kaçınılmaz hâle geldi. Yaşanan acılar, çekilen sıkıntılar, kaybedilen hayatlar, fakirleşmek, dil ve kültür farklılıkları, uyum sorunları, işsizlik, açlık, evsizlik vb. meseleler psikolojik sorunları yahut travmaları beraberinde getiriyordu. Mübadillerin psikolojik veyahut psikiyatrik sorunları üzerinde pek çalışılmamış bir konudur. Şüphesiz bu konular öncelikle psikolog ve psikiyatr doktorların işidir. Bu alt başlığı yazarken şüphesiz böyle bir iddia içinde değiliz. Ancak belki bu küçük bilgiler ileride bir doktor veya psikologla bir tarihçinin ortak çalışmasıyla bir araştırma hâline gelebilir. Bize düşen bu konuya dair araştırmacılara küçük bir fikir vermektir. Aslında bunlar daha önce anıları kaydedilemeyen muhacirlerin yaşadığı sorunlarla neredeyse aynıdır. Bu yüzden bu başlık bir manada “Muhaceretin Travmatik Etkisi ve Mübadil/Mu hacir Psikolojisi” diye de okunabilir.

Muhacir, iskân olunduğu ülke halkıyla kültür, tarihî tecrübe gibi ortak unsurları paylaşsa da genelde birkaç kuşak sürebilen bir dönem için kendini farklı, psikolojik olarak kısmen dışlanmış marjinal biri gibi hisseder. Göçmen ve göçmen çocukları “dışlanmış” ve “muhacir” olmaktan kurtulmak için, toplum içinde yükselme, mal mülk, mevki sahibi olmaya ve böylece toplum içinde saygınlık kazanmaya çalışırlar. Aynı zamanda eğitim görmeye gayret ederek toplum içinde yükselen yeni ülkelerine genelde büyük bağlılık gösterirler ve bazen aşırı milliyetçi olabilirler.166

Prof. Dr. Halime Kozlubel Doğru, muhacirin yurt özlemini, doğup büyüdüğü toprakları terk etmek zorunda kalan her insanın yaşadığı psikolojik durumu çok güzel tanımlamıştır: 

Herhangi bir neden ve şekilde ana vatana gelen kişi, ana vatana kavuşmanın sevinci ile toprağı öper. Anadolu topraklarına secde eder ama o anda dinmeyen bir memleket hasreti başlar. Daha sonra anlatılan hikâyeler hep hasret kokar. Bu hasret gidip görmekle dinmez. Rumeli insanı bir süre sonra bu hasret duygusunu yaşamayı sever. Sıla hasretini anlatırken çoğu zaman hayal dünyasındakini de aktarır. Sıkıntılı yokluk dolu günler, eziyetler, işkenceler, arkada kalmıştır; avuç avuç altınlar, altın gibi buğday veren tarlalar, bağlar, bahçeler, havanın, suyun güzelliği anlatılır. Velhasıl bu daüssıladır (yurt özlemi). 

Göçlerin en büyük etkisi kişiseldir. Göç, kişinin her alanda bilinçlenmesine yol açar. Göçmenler yeni yerleştikleri kasaba, şehir ve ülkede yaşam kültürüne yabancı olmalarının yanı sıra çoğunlukla fakir olduklarından sosyal yapının en alt bölümlerinde yer alır. Göçmen bu yabancı ortamda her bakımdan marjinal durumda olduğunun farkına varır ve bu duruma nasıl ve neden düştüğünü aklını kullanarak anlamaya çalışır. İnsanlar doğup büyüdükleri bir ortamda öteden beri kurulmuş mevcut sosyoekonomik ve siyasi düzeni doğal kabul ettikleri için bu düzeni ayakta tutan elitlerin (köy ağası, hocası, vs.) otoritesini sorgusuz kabul ederler. Yeni ortamda ise göçmen az zamanda düşük sosyoekonomik durumunun bilincine varır ve bu durumdan kurtulma yollarını aramaya koyulur. Kendi hayatını ve ailesinin geleceğini güvenceye alarak ekonomik durumunu bir an evvel düzeltmesi, yani mal sahibi olması lüzumunu kavrar. Girişimcilik, eğitim görmek, meslek sahibi olmak ve bu yoldan kazanç sağlayarak sosyal yapı içinde yükselmek, göçmeni sosyoekonomik ve kültürel marjinal- likten kurtaracak yol olarak görülür. Göç böylece insanları gelenekleri, âdetleri, sosyal düzeni sorgulamaksızın pasif şekilde kabul etmekten kurtarır. Onlara yeni bir kişilik ve kimlik verir.  Bu bağlamda gazeteci İskender Özsoy’un yaşayan mübadillerle yaptığı röportajlar birinci derecede önemli kaynaktır. Bir mübadil damadı olan Özsoy’un aklına böyle bir konu geldiğinde hayatta kalan birinci kuşak mübadiller artık hayatlarının son günlerini yaşamaktaydı hatta kitaplar yayınlandığında birçoğu ölmüştü bile.

Bu röportajlardan birçok önemli kitap ortaya çıkmıştır. Gerek Özsoy’un gerekse diğer yazarlardan, mübadil hayatlardan sadece önemli gördüğümüz birkaç örneği paylaşmak ve yorumlamak istiyoruz. Öncelikle hepsi acı ve ibret dolu gerçek hayat hikâyelerinden birkaç örneği inceleyelim.

Mübadiller, Türkiye’ye geldikten sonra yerleştirildikleri kasaba ve köylerde yerli halk tarafından “Tango, Yaban, Bitli muhacir, Gâvur tohumu, Yarım gâvur” tabirleriyle adlandırılıp dışlanmışlardı.  Pendik’e yerleşen ve 1911 Yanya doğumlu Raziye Oğuş’la yapılan röportajda evlendikten sonra kayınvalidesinin kendisine gâvur gelin olarak hitap ettiğini anlatır.  Annesi Girit’in Resmo şehrinden Ayvalık Cunda’ya göç eden 1941 doğumlu Hasan Bölgel, ikinci kuşak olmasına rağmen Türkçeyi geç öğrenmesi ve kendisine yarım gâvur denerek dışlandığını şöyle anlatmaktadır:

Türkçeyi biraz askerlikte öğrendik, bir de roman okudum, çok kitaplardan düzlettik Türkçcyi... Bize işte yarım gâvur diyorlardı.

Ama tabi cahillik, şimdi öyle bir şey yok. 

1916 Drama doğumlu Abbas Parmaksızoğlu yaşadıklarını

Tekirdağ’ın yerli halkı başta bizi pek iyi karşılamadı. Bu yabanlar geldiler, en güzel evlere yerleştiler, diye bize ters ters baktıklarını hatırlıyorum

diye anlatır.  Bu tabirler mübadillerin öncelikle içine geldikleri toplumda nasıl dışlandıklarının ifadesidir.

Memleketindeyken babasını kimlerin öldürdüğünü bile bilemeden aradan sadece 50 gün geçtikten sonra gemiye bindirip gönderirler sizi doğduğunuz topraklardan. Travma üstüne bir başka travma. Bu kadar acıya nasıl dayanılır? Yetmezmiş gibi bazen geldiği yerde dışlanma görür mübadiller. Ama Atatürk’ün adına sığınıp cevap verir, kafa tutar. 1919 Kozana Kayalar’ın Çalçılar köyünde doğmuş Asiye Güner, bunlardan sadece biridir ve şöyle anlatır başından geçenleri:

Rumlarla iki sene beraber kalmışız köyümüzde... Bizim oralarda çeteler çıkmış. Beş on kişiyi fırınlara koymuş, yakmışlar derlerdi. İşte böyle sıkıntılar vardı o zamanlar. Babamın üç günde buldular ölüsünü. Götürmüşler bir yere taşlarla beraber örtmüşler. Üç gün arandı böyle gece gündüz. Pazara gitmiş, üç kişiymişler. Gelirken yalnız dönünce orada babamı öldürüyorlar. Gelip gelip annemin ağlamalarını milletin bağırmalarını duyardım. İşte ondan sonra elli gün sonra bıraktık onu, haydi bakalım kalkın diye emir çıktı (Giresun’a gönderilmelerini kastediyor). Nasıl karşıladılar yerel halk Giresunlular? Hor gördüler, yerliler çok hor gördü bizi. Mesela giyimler başkaymış. pis muhacir de dediler ama sonradan ağızlarını kapatıyorduk. Bak, Atatürk düz etti her tarafı. Dağ başından aşağı inemiyordunuz, Atatürk yerleştirdi sizi buralara diyorduk. Sonradan öyle kafa tutuyorduk onlara biz. 

Dil farklılığı, yeni geldikleri vatanlarında dışlanmalarının en önemli sebeplerinden sadece biridir. Milliyet değil, din esasına da-yalı yapılan mübadele sonucu Yunanca, Makedonca, Ulahça konuşan Müslüman mübadiller Türkiye’ye geldiklerinde devlet dairelerinde, belediyelerde, okullarda ve hatta sokakta büyük sorunlarla karşılaşıyordu. Yunan işgalinin üzerinden çok kısa bir vakit sonra yurda gelen mübadillerin devlet dairelerinde veya okullarda farklı bir dilde konuşmaları büyük tepkilere sebep oluyordu. Birçoğu İstiklal Harbi’ne katılmış, askeriyeden yeni terhis olmuş öğretmenler önünde kendini ispata çalışan mübadil çocukların işi daha zordu. Sorulan soruyu anlayamamak ve cevap verememenin cezası çoğu zaman Yunan tohumu ithamını içeren azarlamalar, bazen çekilen bir kulak veya suratların ortasına patlayan bir tokat olmaktaydı.  Öğrencilik zamanında yaşanan böyle bir psikolojik travmanın hayat boyu insanı olumsuz etkileyebileceği şüphesizdir.

Vatan hasreti öyle bir hasrettir ve bir gün geri döneceğiz, umudu öyle bir umuttur ki! Mecbur olup Türkiye’ye mübadeleyle gelince adama “Kalamaz” soyadını aldırır. Babaannesiyle babası ve tüm birinci kuşak Nasliçli Patriyotların memleket hasretiyle yaşadıklarını anlatan Mustafa Kalamaz, dedesi Karanfil’in bir umutla köyleri Çutil’e dönmeyi beklediğini, o sebeple “Nasıl olsa biz buralarda kalamayız. Elbet bir gün döneceğiz.” diyerek Kalamaz soyadını aldığını anlatır. Hep diri tutulan umuttur, hayatın can damarıdır bu dönüş umudu. Bir gün gelecek ve döneceklerdir doğdukları topraklara. Beklemek de yarının umuduydu. Ancak o bir gün hiç gelmedi. 

1923 Kandiye doğumlu İkbal Gülalp’ın babası Girit’te 200 bin altınlık bir mal varlığına sahipken Mersin’e geldiğinde sadece bir simitçi fırını ve bir başkasıyla ortak sekiz dönümlük bahçe verilmişti. Babası bizi sokakta bırakıyorsunuz diye üzüntü içinde oracıkta felç geçirerek bir daha ayağa kalkamamış ve konuşamamıştı. Yerli nüfusun kendilerine Rum bozması diye hakaret etmelerini ise hiç unutamamışlardı.  Giritliler Rumca konuşup ahali veya memurlar tarafından azarlandıkları veya dışlandıkları zaman mânilerine sarılarak ayakta kalıyor, Giritli kökleriyle gurur duyuyorlardı. 1951 İzmir doğumlu olmasına rağmen ilkokula gittiğinde bazı kelimelerin Türkçesini bilmeyen Hüsnü Balın, ailesinden duyduğu bir mâniyi şöyle aktarmaktadır:

Şerome pu ime Kritika, ç’opu statho to leo

me mandinada trağudo, me mandinada kleo

Giritli olduğumdan daima gurur duyarım, nerede imkân bulursam 

Durur durur, bunu yayarım, beyitlerle coşarken, beyitlerle ağlarım. 

İşte bu yüzden nerede bir Giritli görseler bir araya gelip birbirine dayanarak vatan hasretini dindirmeye çalışırlardı. Memleketlileriyle öğünme tüm toplumlarda olsa da bu durum Giritlilerin mânilerine yansımıştır. Ailesi Girit’in Kandiye şehrinden olan 1951 doğumlu Hüsnü Karaman’ın söylediği iki mâni bunu göstermektedir:

Antilalune ta vuna fonazi o Psilotiris

i levendia yenithike, sta sinora tis Kritis.

Dağlarda yankılanır, çığlık çığlığa İda

Mertlik doğmuştur derler Girit sınırlarında **

Olo to kosmo yirisa, anatoli çe dişi

M’anthropus san tus Kritikus, den eh’alu gnorisi Bütün dünyayı dolaştım, doğusunu, batısını Görmedim hiçbir yerde Giritli gibisini. 

Mal canın yongasıdır derler. İnsan, bir malına gelen zarardan, canına gelmişçesine acı duyar. 1919 Selanik doğumlu Mukaddes Bayrı:

Selanik’teki kazancımız gayet iyiydi. Babamın şekerci dükkânı vardı. Selimpaşa’ya gelirken yeni yaptırdığı evini ve dükkânını bırakmanın acısıyla aklını yitirdi. 

Hükûmetin bütün yoksunluğuna ve şartların zorluğuna rağmen sahip çıktığı mübadiller ise kendilerini hiçbir zaman muhacir olarak adlandırmadı. Çünkü muhacir kavramının manasında zorunlu veya istekli göç etmek vardı ve muhacirlerin hukuki hakları sınırlıydı. Oysa mübadil kelimesinin manasında karşılıklı değişim manası vardı. Yani mübadillerin mal varlıkları kendilerine verilen tasfiye talepnamesi belgeleriyle Türkiye ile Yunanistan hükûmetlerinin garantisi altındaydı. Teoride herkese bıraktıkları kadar mal gittikleri yeni ülkede verilecekti. Bu anlaşma şartlarındandı. Kendilerinin dışlanmasına mübadillerin verdiği ilk tepki isimlerine kavramsal olarak sahip çıkmak oldu. Bu durum ikinci ve üçüncü kuşak mübadillerde bile devam etti. Mübadiller, “Biz fakir fukara her şeyini kaybetmiş olarak gelmedik ki niye bize muhacir diyorlar.” şeklinde tepkilerini ifade ediyorlardı. Ancak teori ile pratik farklı oldu ve çok az bir kısmı hakları olan mal mülke sahip olabildi.

Mübadele kelimesi birçoğunun lügatine yeni giren bir sözcüktü. Hatta buna kimisi inanmıyordu. Bazen mübadeleyi düzmece göç olarak adlandıran da vardı. Bunlardan birisi Mayadağ’dan Ke-şan’a yerleştirilen Koto Mahmud isimli mübadildi. Anlattıkları kendi ağız özellikleriyle:

Mübadele lafı gecelerimizi gündüzlerimizi kapladı, aazlarımızdan düşürmez olduk... Atalarımızın yaptıkları o akıl almaz göçlerin bir düzmecesini, aldatmacasını yapacaaz ki buna da mübadele derler. Hiç savaşmadan, vuruşmadan, ölmeden, öldürmeden, atalarımızın, evliyalarımızın şehitler vererek kazandıkları bu toprakları Yunan’a ellerimizle teslim edeceez ve arkamıza bakmadan kaçarcasına buradan ayrılacaaz. 

şeklindeydi.

1919 Selanik doğumlu Mukaddes Bayrı 5 yaşında bir çocuk olarak “Gemide gelirken ölen iki kişiyi denize atmalarından çok korkmuştum.” diyordu.  Mübadillerin çoğu vapurlarla Türkiye’ye nakledildi. Yolculuk esnasında vefat edenler denize atıldığı için, bebeği ölen anneler onları denize atmaya kıyamadıklarından, sanki emzirirmiş gibi yolculuk boyunca göğüslerinde tuttu ve karaya ayak basınca ancak gömebildi.  Acaba bu 5 yaşındaki çocuğun şahit olduğu travma yahut evladını kaybeden bir annenin günlerce ölü bebeğini kucağında taşıması travması mı daha önemlidir yoksa günümüz insanının yaşadığı ve büyüttüğü psikolojik problemler mi?

Nasliç’in Piluri köyünde 1920’de doğan Muhittin Devrez’in hayatını okurken başına gelenleri düşündüğünüzde trajedi kelimesinin yeterli gelmediğini görüyorsunuz:

İki yaşımdayken babam ölmüş, annem başkasıyla evlendi. Dört yaşında mübadil olduğumda bana bakan dedem gemideyken ölmüştü. Battaniyeye sarıp denize attıklarını hatırlıyorum. Kamiloba’da iken anneannem öldü. Dayım ile yeğen baş başa kaldık. Dayım iş aramaya gideceğinden beni Silivri’de annemin yanına gönderdi. Anneme kavuştum diye sevinirken ikinci evliliğinden bir çocuğu olacaktı. Beş altı yaşlarındaydım. Doğum evde olduğundan ben de gizlice seyrediyordum. Annem bağırıyor, bebek bir türlü gelmiyordu. Annemin vücudunda kardeşimin yarısını gördüm. Apar topar hastaneye götürdüler ikisi de ölmüş, mezarının nerede olduğunu dahi bilmiyorum.183

Grebene’in Nasliç kazasından 1915 doğumlu Mürteza Yönet:

Rum komşularımız mübadeleyi duyunca gidin gidin Mustafa Kemal sizi öldürecek, dediler. Silivri’de yerli halk ana dilimiz Rumca olduğu için bize gâvur gözüyle bakardı... Köyümü rüyalarımda görüyorum. Köyümü, sokaklarını, oyun oynadığım yerleri düşlerimde geziyorum.

diyerek yaşadığı duyguları ifade ediyordu.  Mustafa Kemal’in tüm mübadillerin kalbinde ayrı bir yeri vardır. Onu bir kurtarıcı olarak görürler. Buna rağmen bu Rum komşuların söylediklerini nasıl yorumlamak gerekir bilinmez ancak psikolojik bir baskı veya dezenformasyon olarak nitelenebilir. Mürteza Bey’in şahsında tüm mübadillerin yaşadıkları memleket hasreti “köyümü rüyalarımda geziyorum” kelimelerinden daha güzel bir şekilde ifade edilebilir mi?

Yanya 1914 doğumlu Lütfü Karadağ:

Pendik’e iskân edildik. Geçim zordu, fırın var, ekmek alacak para yok. Babam İzmir’e amcasının oğlu Albay Nazif Bey’e gitti. Orada iş buldu ve dört yıl çalıştı. Gönderdiği 30 lirayla idare ettik. Felç olup yanımıza dönünce maaşı kesildi, çok zor günler yaşadık. Liseye giderken ablamın ceketini giyiyordum. 

Lütfü Bey’in misalinde ifade etmeye çalıştığımız yoksulluk döneminin birçok insanının ana problemiydi. Ama okuduğumuz ve duyduğumuz yüzlerce binlerce örnek, bu problemi mübadillerin biraz daha fazla yaşadığını göstermektedir. Yaşanılan yoksulluğa kimlik bunalımları, yabancılık hisleri ilave edilince travma daha katmerli olmuştu. Keza bir erkek çocuğun kız ceketi giymek zorunda kalması ve muhtemelen yaşadığı utanç, kalbinde ayrı bir acı bırakmıştır.

Günümüz göç hareketlerinde önemli bir sorun teşkil eden parçalanmış aileler meselesi, muhacirlerin psikolojik durumlarında tam bir çöküntü meydana getirmektedir. Balkan Harbi’nde muhacirlerin savaş çıkmasıyla birlikte alelacele nakledilmeleri ve bazılarının farklı şehirlere düşmesi sebebiyle ortaya bir de parçalanmış aileler sorunu çıkmıştır. Bu durum psikolojik bir bunalım neticesi intiharlara kadar gitmekteydi. Buna Halep’te Mukaddemiye Camisi’nde ikamet ettirilen Selanik muhacirlerinden Ahmed oğlu Mümin’in 22 yaşındaki karısının, anne ve babasının Selanik’te kalması ve Halep’e gelememeleri üzerine, üzüntüsünden cami avlusunda boğazını usturayla keserek intihar etmesi örneğini verebiliriz. 

Mübadil hayatlar gözyaşlarında gizlidir. O iki damla dökülünce yaşanan dram ve travmalar daha iyi anlaşılır. Bu hayatlardan bir tanesi bir tanesi 1916 Kılkış’ın Rahmanlı köyü doğumlu Şerife Yüksel’e aittir. Anne baba ve üç kardeşten oluşan aile Tuzla’ya yerleşir. Anne öldükten kısa bir süre sonra ayağı kangren olan babası da ölür. Babasının ölümünü anlayan ablası kahveye gidip birini çağırır. Ama gelen kişi yanlarında kalmaz. Ablası sabaha kadar tek başına ölü babasıyla birlikte kalmıştır. Sonra gelen komşular cenazeyi kaldırır ama çocuklar evde yine yalnız başlarına kalır. O günden sonra kimse çocuklarla ilgilenmez. Bir müddet sonra abla Meryem işe girer ve çocukları o büyütür. Şerife evlatlık verilir ancak bir müddet sonra ablası tekrar onu yanına alır. 

Langaza’nın İstifanya köyünde 1904 doğumlu Zeynep Pirkin:

Tekirdağ’a gelirken annem Zeliha hastalandı. Hastaneye kaldırdıktan sonra bir daha göremedim. Üç kardeştik biz. Beş yaşındaki kardeşim Ali’yi fakirlik yüzünden Tekirdağ Nüfus müdürüne evlatlık verdik. Onu da bir daha göremedim. Anne ve kardeş acısını, hasretini anlatamam. İkisi de burnumda tütüyor. Aklıma geldikçe içim kopar. Ailemiz darmadağın oldu mübadele yüzünden. 

Bu misaller parçalanmış ailelerin yaşadığı dramın öykülerinden sadece ikisidir.

78 yıl yani 28.500 gün sonra Yunanistan’daki köyüne gidip kendi diktiği armut ağacını yerinde bulan, ağacıyla konuşan ve ağacın büyüklüğünden dolayı ona sarılamadığını anlatan Nasliç’in Rezne köyü doğumlu Hudbi Aydoğan, memleketine gidince yeniden dünyaya geldiğini belirtiyordu.  Bir ağaçla nasıl konuşulur? Ağaç da çiçek de canlıdır. Bunu materyalist dünyanın esiri olan günümüz insanlarının, özellikle şehirli nüfusun anlaması pek mümkün değildir. Yeri geldiği zaman bir kedi, bir köpek, bir ağaç, yöreye ait bir çiçek bile doğduğunuz toprağa bağlılığınızı gösterir. Sahip olduğunuz maddi değerlerin yanında manevi değer ifade eden tabiat, hayvan, çiçek motiflerinin bile kaybedilmesi yaşanılan psikolojik baskıyı arttıran faktörlerdir.

Girit’ten Marmara Adası’na mübadil olan Hüseyin Kesikçınar:

Oturduğum eve Rumlar geldi. Çok hislendim, evlerin asıl sahipleri geldi. O evi gelenlerin dedeleri, babaları yaptırmıştı. Ev benim değildi ki onlarındı

demişti.  Hüseyin Bey şahsında verdiğimiz bu örnek aslında birçok mübadilin yaşadığı aidiyet yahut kimlik bunalımının göstergelerinden sadece bir tanesidir. Size verilen toprak veya size verilen ev, acaba gerçekten sizin midir? Bir yere ait olamama ya da kök salamama yahut hep geri dönüş umudunu taşıma, psikolojik problemlerin en büyüklerinden değil midir?

Bütün bu sıkıntı, acı ve yokluklara rağmen Türk bayrağı altında yaşama hasreti bütün sorunların üstüne çıkabiliyordu. 17 Şubat 1924 tarihli Tanin gazetesindeki habere göre Mersin’e gelen mu-hacirlerin karşılanmasında konuşan iskân müdürünün karşılama töreni münasebetiyle yaptığı nutka cevaben söz alan mübadil bir hoca efendinin konuşması yaşanan duygusal ortamı ve gelenlerin psikolojik durumlarını göstermesi bakımından ilginçtir:

... Bize her şeyimiz temin edilmiştir diyorsunuz. Bizi cehennemden getiren Allah’ın en büyük kullarından başka bir şey istemek hakkımız değildir. Siz isterseniz bizi sokaklara atınız. Yeter ki başımızın üzerinde yıllardan beri hasretini çektiğimiz bayrağımız olsun. Siz- ler kan döktünüz, can verdiniz, bize hürriyet verdiniz. Bize yardım eden bu fedakâr kardeşlerden rahatlık istemek hakkımız değildir. Biz çalışacağız, vatanımıza yük olmamaya gayret edeceğiz. Dünyada hürriyete kavuşmaktan ve düşman zulmünden kurtulmaktan daha büyük bir rahatlık olamaz. 

Vatanlarından ayrılmalarında en büyük sorumlu olarak gördükleri Yunanlardan nefret eden mübadillerin, yerleştikleri yerde Rum azınlık varsa bir müddet sonra onlarla samimiyet kurmaları ve hatta memleketlerine gelen Yunanlarla konuşmak, vakit geçirmek ve üstelik bulundukları şehirleri gezdirip evlerinde misafir etmeleri ise yaşanan garip bir çelişkidir. Belki ne duyulan nefret gerçektir ne de gösterilen samimiyet yüzde yüz samimiyettir.

Mübadiller sadece tekrar kavuşamayacakları veya bir şey yapıp geri alamayacakları şehirlerindeki ev, bahçe, tarla, ağaç gibi mal mülkleri yanında hatıralarını, sevdalarını, hüzünlerini hatta mezarlarını bıraktıkları toprakları, Türkiye’de yaşadıkları hayat gailesi içinde unutarak kendilerini tedavi etmeye çalışıyorlardı. Unutmak acıya karşı geliştirilen bir tepkidir, bir savunma mekanizmasıdır aslında. Ama tam manasıyla bir unutma olmuyordu, sadece unutmuş gibi yapıyorlardı. Ancak Rumca vb. konuşacakları bir vesile olduğunda Selanik’i, Grebene’yi Vodina’yı ve Yanya’yı asla unutmadıklarını hatırlıyorlardı. Çocuklar gibi mutlu olmalarının, gösterdikleri samimiyetin gerçek sebebi buydu. Topraklarından, coğrafyalarından gelen birisini görüp konuştuklarında, mübadiller aslında geçmişlerine sığınıyorlar, belki de kaçıyorlardı.

Peki ardı ardına gelen bu kadar travmadan bir insan nasıl kurtulabilirdi? Doktorun bile bulunmadığı koca şehirlerde bu insanların psikiyatr yahut psikolog bulmaları çağın şartlarında zaten imkânsızdı. İşte günümüzde terapi metotlarına benzer, bulunan çözümlerle bu ağır yük hafifletilmeye çalışılıyordu. İstanbul, İzmir, Samsun gibi büyük şehirlerde esnaflık yapanlar bu noktada bir terapiste dönüşüyorlardı. Daha önce aynı şehir ve kasabalarda yaşamış insanların bir tanıdık yüzü görmek istemesi ve sanki o yüzü gördüğünde geride kalan memleket hasretini veyahut yaşanılan sorunları giderecekmiş gibi aynı dükkânları sık sık ziyaret etmesi o günlerde mübadillerin rutin günlük işlerinden olmuştu. Bu yarenliklerde söz, öncelikle kurulan yeni hayat düzenlerinin nasıl gittiği, yeni beldelere alışılamadığı ve sıkıntıların nasıl cözümleneceğiyle başlıyordu. Ancak konuşulan konu her ne olursa olsun iş sonunda terk edilmek zorunda kalınan memleketlere dayanıveriyordu. Kimi zaman biraz da abartılarak orada yenip içilen etlerin, sütlerin, zeytinyağının ne kadar lezzetli olduğu; bu yağmurlu iklimde romatizmaların arttığı oysaki Balkanlar’da Akdeniz ikliminin hâkim olduğu bölgelerde baharın ne kadar erken geldiği, meyve ağaçlarının daha mart gelmeden tomurcuk patlattığı gibi konularla neticeleniyordu.192 Yaşanan stres ve travma dolu günleri insanlar, böyle bir nevi konuşma terapisiyle atlatmaya çalışıyorlardı.

Ayrılmak zorunda kalınan vatan ikinci kuşak mübadillerde bile unutulmayan bir hasretliğe dönüşmektedir. Hatta aradan yıllar geçse bile söylenen mânilerde devamlı iç geçirerek tekrarlanmaktadır. Bilindiği üzere Giritli Müslümanların çoğu yüzyıllardır Anadolu’dan ayrı kalmanın da getirdiği bir mecburiyetle (içinde çok az Türkçe ve İslam dininden kaynaklanan kelimeler olan) Rumca konuşurlardı. Girit’in Resmo şehrinden Ayvalık Cunda’ya yerleşen annesinden duyduğu mânileri, 1932 Cunda doğumlu Erdoğan Ezer’den dinleyelim: Annemle Rumca konuşurduk, bütün mânileri ondan öğrendim.

İthela du hrono mia fora, çit halasa na miazo na peso me ta kimata, tin Kriti n’agaliazo

Yılda bir kere olsun, olsaydım deniz gibi Dalgalara kapılsam, kucaklasam Girit’i.

Epiğame stin Kriti, çe vyikame sto Psilonti apo çi tin idame, tin omorfi tin Kriti

Girit’e vasıl olduk, İda Dağı’na çıktık

O güzel Girit’e biz, çıkıp oradan baktık

Sti meşimesi tu yalu, tha ktiso ena krevati ute steno ute plati, na vani dio nomati 

Denizin tam ortasına, sereyim döşeğimi

Ne dar olsun ne geniş, yeter sığsın iki kişi

Ston urano estrafika, ç’ida nefi mavrismena afta tane ta dertya mu, çe ta ha skorpismena

Gökyüzüne bir göz attım, kara bulutlarla kaplı

Dertlerimdir o bulutlar, dağıtmışım onları 

Memleketleri Girit’e duydukları özlem ve hayranlıkla Mustafa Kemal’in kazandığı zaferlerden duyulan kıvanç, mânilere yansımaktadır. Ailesi Kandiye göçmeni 1926 İzmir doğumlu Hakkı Bilgehan da hatıralarında bu durumu ve mânileri şöyle aktarmaktadır:

Rum olsun, Müslüman olsun oradaki her türlü Giritlinin daima önde gelen bir alışkanlığı, bir geleneği ve annem onu söylerdi işte. Özellikle kadınlar söylediğim gibi toplanıp da hem işler yaparken bir yandan da bu anileri birisi aklına geleni söyler, o söyler, o söyler bu şekilde gidermiş ve hatta orada doğaçlama bazı mâniler de söylenirmiş. Anadolu’da İstiklal Harbi olurken bu mâniler hep Atatürk üzerine imiş.

Gazi Mustafa Çemal Paşa, dafno stefanomenos nase panda me tin dinami tu theu, voithya tu profiti naşis panta

Gazi Mustafa Kemal Paşa, defne taçlı ol daima

Allah’ın büyük gücüyle Peygamberin yardımı seninle olsun daima

Çemal Paşa, Çemal Paşa sireto to spathi su

Na kseberdeksis ti Turça, apo to Romyu ta şerya

Kemal Paşa Kemal Paşa

Türkleri Kurtar, Rumların elinden

San eksehoristikane sta dyo, sta ksena ta onira mu pare esi to kormaçimu, çi Kriti ti kardiya mu

Madem ki ikiye bölündü, gurbette rüyalarım

Sen al git bedenimi, Girit alsın kalbimi 

Acıları unutmanın diğer bir yolu da çok çalışmaktan geçiyordu. Çalışmak da bir anlamda bir terapi metodudur. İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde mübadil esnafların tutunması nispeten kolay olmuştu. Ancak İzmit, Mersin, Niğde vb. taşra şehirlerinde mübadillerin karşılaştığı en büyük dezavantaj, kasabanın nüfus yapısında yerlilerin yanında mübadil esnafın azınlıkta kalmasıydı. Özellikle dış dünyaya fazla açık olmayan kapalı ekonominin geçerli olduğu bu şehirlerde bir de mübadillere karşı olumsuz bir bakış açısı mevcutsa bir iş ve müşteri tutabilmek, geçinebilmek hiç kolay değildi. Başarılı olabilmek için her yerdekinden daha fazla mücadele ve çalışmak gerekiyordu. 

Bu kadar sıkıntı çektikten ve yolda türlü zorluklarla karşılaştıktan ve de en önemlisi mal, mülk, hatıra, mezarlık, havyan vb. birçok şeylerini kaybettikten sonra Türkiye’ye geldiklerinde bazı yerliler tarafından istenmemenin mübadilleri ne kadar üzdüğünü anlamak zor olmasa gerek. Drama’nın Pazarlar köyünde 1922’de doğan ve Yalova’nın Koruköyü’ne yerleştirilen Fatma Kanat, geldiklerinde köyde Karadenizliler tarafından istenmediklerini şöyle anlatmaktadır:

Koruköy bir Rum köyüymüş zamanında. Biz oraya gittiğimizde Karadenizli dört aile varmış. O aileler Rumlar gidince bir daha dönmesinler diye evleriyle kiliselerini yakmış. Küllerin içinden geçerek okula gittiğimizi hatırlıyorum. Karadenizli aileler bizi de istememiş aslında. Eşyalar yeniden toparlanmış köyden ayrılıp başka bir yere gitmek için. Bunun üzerine köyün imamı Yunus Hoca ne yapıp edip Atatürk’e haber ulaştırmış. “Buralarda bizi istemiyorlar.”diye. Atatürk’ten telgraf gelmiş, “Oturun oturduğunuz yerde nereyi istiyorsanız orada kalın.” diye. Onun için kalmışız Koruköy’de. 

Mübadillerin düğün, bayram gibi ortamlarda Balkanlılara özgü bir coşku içinde eğlenmeleri, acıları unutmanın farklı bir çözümüydü. Mesela Makedonya göçmenlerinin en hüzünlü bir türküde bile halay çekmeleri bu yüzdendir. Acıları yaşamayanların bunu karşıdan bakıp anlayabilmesi çok zordur. Balkan insanı günlük hayatın neredeyse her alanında hayatla dalga geçmeyi yaşamlarının değişmez bir öğesi hâline getiriyorlardı. Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyılın ortalarında ziyaret ettiği Selanik ahalisi için “Hepsi ehlikeyif ve nüktedan insanlardır.” dediği göz önüne alındığında, bu davranış biçimi veya hayata bakış açısının köklerinin çok derinlere uzandığı ve birçok faktörden etkilendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Rumeli kökenli insanların, yüzyıllardır yaşadıkları pek çok dramatik olayı bir şekilde içselleştirmiş olmanın verdiği bir rahatlıkla, olumsuz gelişmeleri bile büyük olgunlukla karşılamışlardır. İlk anda sinirlenilen bir hadiseye tansiyon düşünce gülüp geçmek, birbirlerine takma isimlerle hitap etmek klasik Rumeli tavırlarındandır.

Dışlanmışlığı aşmak ve içinde bulundukları sosyal topluma kendini kabul ettirebilmek dolaylı bir tedavi şekliydi. Bu noktada mübadillerin sosyal etkinliklerin içinde bir şekilde yer almaktan hoşlanmaları hatta buna öncülük etmeyi sevmeleri, genç delikanlıların dönemin moda sporlarına öncülük ettikleri görülmüştü. Mübadil kadınların öncülüğünde kurulan çeşitli kurslara katılan genç kızlar ise bu kurslarda biçki dikiş, ev idaresi gibi konularda eğitim alıyor ve bunu, içinde bulundukları sosyal çevreye kendilerini kabul ettirmek için bir fırsat görüyorlardı. Bu sayede yaşadıkları şehirlerdeki diğer kesimlerle temas imkânı bulabilen mübadiller bu tarz kulüpler ve kurslar aracılığıyla yerli halkla aralarındaki duvarları kaldırma yolunda da ilk adımları atmış oluyorlardı..197

Gelen mübadillerin çoğu bir daha vatanlarını göremedi. Lozan Mübadilleri Vakfı’nın kurulması ve Yunanistan’ın mübadeleye tabi şehirlerinde düzenledikleri buluşma turlarına ise çok azı katılabildi. Hatta vakıf genel sekreteri Sefer Güvenç’in anlattığı bir örnek, günümüzdeki Yunan zulmünün en açık delillerindendir. Bir mübadilin T.C. nüfus kâğıdında doğum yeri Türkçe olarak “Selanik” yazdığı için Yunanistan bu yaşlı mübadile vize vermemişti. Gitsin nüfustan doğum yerini “Thessaloniki” yazdırsın demişlerdi. Yani kimseye zararı olmayan bu yaşlı mübadilin doğduğu şehrin o zamanki adını kullanmasına bile tahammül edemeyen bir Yunanistan var karşı kıyımızda.

Mübadiller için vatanlarını görmek âdeta bir hayaldi. Kayalar’ın Koçana köyünde 1922’de doğmuş Kasım Perçin ile İhsan Tevfik’in yaptığı röportajda bunun izleri görülüyor. Üçüncü kuşak bir mübadil olan İhsan Tevfik dedelerinin memleketlerini ve çevre-sindeki 36 köyü gezip kaydettiği için şanslıdır. Bunları görüştüğü birinci kuşak mübadillere anlatırken şöyle der:

.. .oralara gittiğimi söyleyince birinci kuşak insanları çok daha fazla ilgiyle anlatmaya başlıyor oraları. Bildikleri ve kendilerine anlatılanlarla benim anlattıklarım arasında paralellik olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar. Oralara gittim geldim, deyince Süleyman Zeren’in yaşadığı şaşkınlığı Kasım amca da yaşıyor. Onlara göre oralara gidip gelmek bir hayal çünkü. Birçok birinci kuşak mübadil gibi onlar da gidemediler ancak hayallerinde yaşattılar oraları. Giden birini duyunca ve karşılarında görünce kendileri gitmiş gibi sevinmeleri, heyecanlanmaları bu yüzden.198

Dışlanmak, ötekileştirilmek, en sevdiklerini kaybetmek, dil bilmemek, açlık, fakirlik, ölüm, parçalanmış aileler, çıldırmak, intihar, yalnız hissetmek, vatan hasreti, köklerinden koparılmak, doğduğu topraklara ulaşmayı bir hayal saymak vb. psikolojik sıkıntı ve hatta ruhi hastalıklar geçirip hâlâ ayakta kalabilmek, hayata tutunabilmek ve başarılı olabilmek mümkün olabilir mi? Evet mümkün oldu. Mübadiller ve muhacirlerin birçoğu bütün bu sıkıntılara rağmen başarılı oldular. Tutundular ve yeni vatanlarına kök saldılar. 

b) Mübadele Cemiyeti

Mübadelenin gerçekleştiği zor günlerde, bu zorunlu göç konusunda onlara destek veren en önemli sivil toplum kuruluşu Mübadele Cemiyeti idi. Dönemin İstanbul gazetelerinde çıkan bir habere göre karma mübadele komisyonunun Türk üyesi Tevfik Rüştü (Aras), Yunanlı üyesi Mösyö Papas arasında bir anlaşma yapılmıştı. Bu anlaşma hükümlerine göre firar eden Rumlar geri dönecek, Türk hükûmeti etabli (yerleşik) kelimesinin yorumlanmasında Yunan hükûmetinin bakış açısından hareket ederek Rumların mübadelesini gerçekleştirecekti. Rumlarla ilgili her meselede Yunan hükûmetine danışılacak ve Türk hükûmeti Rumlara ait olup el koyduğu malları iade edecek, buna karşılık Yunan hükûmeti, el koyduğu Türk mallarının satışını yaptıktan sonra Türk hükûmetine elde ettiği geliri ödeyecekti.

Gazetelerde yayınlanan bu haberin ilk günlerde tekzip edilmemesi, mübadiller arasında büyük tepkilere yol açtı. Çünkü iddia doğruysa, İstanbul’da yerleşmek için ev bekleyen mübadillerin bu beklentileri gerçekleşmeyecekti. Ayrıca böylesine tavizkar bir yaklaşım, Yunanistan’ı Batı Trakya’daki uygulamaları konusunda cesaretlendirecek ve bu durum Türklerin aleyhine olacaktı. İşte bu ortamda Mübadele Cemiyeti harekete geçip durumu meydanlarda protesto ederek hükûmetin dikkatini çekmeye çalıştı. İstanbul’daki mübadiller ve Batı Trakyalılar harekete geçirilerek 17 Ağustos 1924’te Sultanahmet’te kalabalık bir miting düzenlendi. Aslında bu miting mübadil kimliğiyle bizzat düzenledikleri ilk ve tek toplumsal eylemdi. Bu miting, Davutpaşa Lisesi Fransızca Muallimi İbrahim Memduh, Mübadele Cemiyeti Kâtib-i Umumisi Zahit, İskender Paşazâde Abdurrahman, Komisyoncu Ekrem, Mübadele Cemiyeti azalarından Lütfü Arif, Edhem Ruhi ve İskeçeli Arif beylerin öncülüğünde düzenlenmişti.

Yoğun bir katılımın olduğu bu mitingde tertip komitesinde yer alanlar birer konuşma yapmış ve mübadillerin Yunanistan’da çektikleri sıkıntılar ve Türkiye’ye geldikten sonraki başlarına gelen zorlukları dile getirmişlerdi. Batı Trakya Türklerine reva görülen muamele dolayısıyla İstanbul Rumlarına karşı misillemede bulunulmasını talep etmişlerdi. Mitingin tek kadın konuşmacısı Azize Hanım o ana kadar pek değinilmeyen bir konu olan mübadiller ile yerli halk arasındaki soğukluğa hatta ondan öte bir ayrışmaya işaret etmekteydi:

“...Anadolu insanının kanı akarken Rumeli’de de Türk’ün kanı akmıştır. Elde edilen zafer şu veya bu halka değil, tüm Türk milletine aittir.”

Miting sonunda alınan kararlar bir telgrafla Ankara’da Başvekil İsmet İnönü’ye iletilmişti. Böylece mübadillerin protesto mitingi pek çok konunun dile getirilmesini sağlamış, en önemlisi hükû- meti mübadillerin aleyhine bir anlaşmaya imza atmaktan vazge- çirerek işlevini yerine getirmişti. 

Bir başka kaynakta Bursa’daki Mübadele Cemiyeti’nin adı geçmektedir. Ancak bu cemiyetin yukarıda zikrettiğimiz aynı cemiyetin bir şubesi mi, yoksa münferit mi olduğunu bilemiyoruz. Bursa’da mübadillere yapılan yardımların birçoğunu bu derneğin organize ettiği düşünülmektedir. Mübadele Cemiyeti şu üyeler tarafından kurulmuştu. Vodinalı Durizâde Ahmet, Serezli Muhami Cezbi, Karaferyeli Ahmet Şakip, Vodinalı Derviş, Demirhisar’dan Galip, Yenice-i vardar’dan Fevzi, Mayadağ’dan Öğretmen Osman, Kavalalı Aziz. Yeniyol başında bulunan bu derneğin resmî açılışına vali ile Bursa Milletvekili Osman Nuri Bey de katılmıştı. 

Yıllar sonra birinci kuşakların parmakla sayılacak kadar azaldığı 2000’li yılların başında, ikinci ve üçüncü kuşak mübadiller tekrar bir araya gelerek dernek ve vakıflar kurmuşlar ve hatta mübadelenin 87. yıldönümü olan 2009’da Mübadele Platformu’nu oluşturup etkinlikler düzenlemişlerdi. Bu platform Lozan Mübadilleri Vakfı, Amasya Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları Derneği,

Ankara Lozan Mübadilleri Derneği, Büyük Mübadele Derneği, Edirne Lozan Mübadilleri Derneği, Gelibolu Lozan Mübadilleri Derneği, Isparta Lozan Mübadilleri Derneği, Kuşadası Selanik Mübadilleri ve Rumeli Göçmenleri kültür ve Dayanışma Derneği, Lozan Mübadilleri Derneği (İstanbul), Mudanya Lozan Mübadilleri Derneği, Mübadele Göçmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği (Bursa Görükle), Samsun Mübadele ve Balkan Türk Kültürü Araştırmaları Derneği, Sarıyer Lozan Mübadilleri Derneği, Selanikliler Yaşatma Derneği (Fethiye), Tuzla Sosyal Dayanışma ve Yardım Derneği’nden oluşuyordu . 

D) 1923 Mübadelesinin Değerlendirmesi

Sonuç itibarıyla 1926 Yunanistan nüfus sayımına göre, Anadolu’dan 626.954, Doğu Karadeniz’den 182.169, İstanbul’dan 38.458 ve Doğu Trakya’dan 256.635 kişi olmak üzere toplam 1.104.216 kişi Yunanistan’a göç etmiştir. Ancak bunların ne kadarının I. Dünya Savaşı sırasında ne kadarının ise daha sonra göç ettiğini tam manasıyla bilememekteyiz.  Stephen Ladas’da yukarıdaki rakamları doğrulamaktadır. 

Lozan esnasında 30 Ocak 1923’te imzalanan Rum ve Türk Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol neticesinde 186.189 Rum’un Yunanistan’a göç ettiği bilinmektedir.  Anlaşma öncesindekiler de dâhil edildiğinde yukarıda toplam sayısı verilen Rumların göç ettirilmeleri neticesinde Yunanistan, 1 milyon 200 bin i aşan Anadolu Rumlarını yerleştirmek meselesiyle uğraşmıştır.

1912 ile 1922 yılları arasında çoğu Karadeniz Bölgesi’nden yahut Batı Anadolu’dan olmak üzere 300 bin kadar Rum açlık, hastalık ve cinayetler sonunda vefat etti. Ancak ölüm istatistikleri konusunda ayrıntılı bilgi olmadığından hangi yıllarda ne kadar ölüm olduğu belli değildir. Bunların bir kısmı Anadolu’daki Yunan istilası sonrasında öldülerse de I. Dünya Savaşı yıllarındaki sefalet sebebiyle ölmüş olanların oranının da epey fazla olması gerekir. Yunanların Anadolu’yu işgali Türklere olduğundan çok, Anadolu Rumlarına zarar vermiştir. 

Türkiye’ye gelen mübadil sayısı konusu kaynaklarda farklılıklar göstermektedir. Dönemin yayın organlarında 1924 Ekim ayına kadar mübadele edilen Müslüman nüfus 370 bin olarak gösterilmektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü yayınlarında göçmen sayısı 456.729’a ulaşmıştı. Bu konuda çalışan araştırmacılar mübadele kapsamına giren ancak mübadele edilmeyi beklemeden Yunanistan’dan sığınmacı olarak gelen Müslüman göçmenlerin sayısını 50 bin olarak tahmin etmektedir. Bu durumda 500 bin nüfusu aşan bir Müslüman mübadil rakamı ortaya çıkmaktadır. 

Konuyu daha iyi mukayese edebilmek için Müslümanların Ru-meli’deki kayıplarına da bakmak lazımdır. 1911’de Osmanlı’nın elinde bulunan Rumeli’nin Müslüman nüfusu 2.315.293 kişiydi. Oysaki Balkan Harbi sonrası farklı yıllarda yapılmış Yunan, Bulgar ve Yugoslavya kaynaklarında, bu ülkelerce Balkan Har- bi’nde alınan topraklarda kalan Müslüman nüfusa bakıldığında bu nüfusun 870.114 kişi olduğu görülmektedir. Fark 1.445.179 kişidir ki böylece toplam nüfusun %62’si eksilmiş olmaktadır. Bu metoda göre 1.445.179 kişiden Türkiye’ye göç edenlerin sayısı olan 812.771 kişi çıkarılınca Balkan Harbi ve sonrasında katliam sonucu ve diğer sebeplerden vefat eden Müslümanların sayısı 632.408 kişi olarak çıkmaktadır. 

Mübadele sebebiyle her iki devletin avantaj ve dezavantajları olmuştur. Göçmenler yüzünden kısa vadede iskân, iaşe, işsizlik, hayat pahalılığı vb. büyük zorluklar yaşayan Yunanistan, uzun vadede büyük kalkınma hamlesi başlatmış ve ekonomik açıdan günümüzde Türkiye’den daha iyi bir yere ulaşmıştır. Bundaki en büyük amillerden biri, Anadolu Rumlarının müteşebbisliği, sanatkârlığı ve nitelikli vasıflara sahip bulunmalarıydı. Türkiye ise Anadolu Rumlarının gitmesiyle birlikte bazı sektörlerde uzun süre toparlanamamıştır.

R. Blanchard, daha mübadele devam ederken 1925’te yazdığı makalesinde, Türkiye’nin mübadeleyle büyük kayba uğradığını, gelenlerin yerli Türklere oranla daha çalışkan ve girişimci olduğunu; ipek böcekçiliği, halıcılık, zeytincilik ve bağcılığın çöktüğünü yazarken ekonomik neticeleri açısından da uyarıyordu:

Türkiye hiç şüphesiz ki ulusal birliğini hedefliyor, bu elbette ilerisi için değerli bir şey ama bu ona pahalıya patlayacak.

Amerikan Protestan yardım kuruluşlarının bir çatı örgütü olan Near East Relief (NER) Türkiye Sorumlusu Jaquith ise kapkara bir tablo çiziyordu:

Yarım milyona yakın Türk evsiz. Türkiye bir milyon Rum ve Ermeni iyi çiftçisini ve işçisini kaybetti. Bugün ... ülke çöl hâlinde ve toplam refah düzeyi muhtemelen 100 binlik bir Amerikan şehrinin ortalamasından düşük. 

Rum nüfusun Türkiye’yi terk etmesiyle sanayi ve ticaret alanında bir bocalama devri yaşandığı şüphesizdir. Yerli halkta, Mübadil Rumların boşalttıkları sahayı dolduracak birikim yoktu. İşte bu sahayı Makedonya’da Rum, Yahudi, Bulgar gibi unsurlarla bir arada yaşayıp çeşitli tecrübelere sahip olan Mübadil Türkler doldurdu. Dolayısıyla mübadele ekonominin millileştirilmesinde, millî sanayi ve millî sermayedarların ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Mübadiller bunun yanında sadece Rumlardan doğan eksikliği doldurmakla kalmamış, bunun yanında yerli ahaliye rehberlik etmişlerdir. Yapılan ziraatın daha bilinçli ve endüstriyel ürünlere yönelik olmasında, tarımsal faaliyetlerde daha iyi ve daha çok üretim politikasının yerleşmesinde katkıları olmuştur. Sulu tarım, tarımsal faaliyetlerde daha gelişmiş alet edevat kullanımı, mübadillerin gelişinden sonra ortaya çıkmıştır. 

Türkiye’ye gelen mübadillerin %90’ının tarım sektöründen olması ise Türkiye’ye sadece tarım sektöründe avantaj sağlamıştır. Ayrıca nüfus yoğunluğu açısından daha homojen bir yapıya kavuşan Türkiye, Osmanlı Devleti’nden beri süregelen azınlık meselesini de böylece halletmiştir. Ayrıca göçmenler, devletin daha sonraki yıllarda ihtiyaç duyacağı asker potansiyelinin en önemli kaynaklarından olmuşlardır.

Zorunlu göç insanların hatıralarında derin yaralar açmış, unutulmaz izler bırakmış ve bu meseleler uzun yıllar tartışılmıştır. Ancak yıllar sonra bir mübadil Rum’un söylediği bir ifade dikkat çekicidir:

Atatürk ve Venizelos iyi yaptı. Yoksa şimdi Bosna gibi olabilirdik. Bir yerden patlak verirdi. 

Sekiz yaşındayken mübadeleyi yaşayan 1916 Drama doğumlu emekli Kurmay Albay Sami Küçük mübadelenin üzerinden 85 yıl geçtiğinde, meseleyi askerî açıdan bir mecburiyet olarak görüp şöyle değerlendirmektedir:

Mübadele bilimsel yolla yapılmadı. Ama askerî açıdan gerekliydi. Drama’da kalsaydık bugünkü imkânların hiçbirine sahip olamayacaktım. Orada Rumlar ite kaka çalıştıracaklardı bizi. Bu açıdan bakarsak mübadele iyi olmuştur. Ancak mübadiller Türkiye’de uğraşı alanlarıyla ilgili bölgelere yerleştirilmedi. Rastgele iskân edildi. Mübadele askerî açıdan da gerekliydi. Mübadele olmasaydı Anadolu’yu Türkleştirmek çok zor olacaktı. Hele bugünkü ortamda Pon- tus başımıza dert olacaktı. O bakımdan mübadele gerekliydi. Rum- lar kalsaydı iç kavgalar çıkacaktı. Mübadelenin temeli Anadolu’yu yabancı istilasından kurtarma sonucu Anadolu’yu Türkleştirmedir. Yani askerî açıdan bakılınca mübadele önce Anadolu’yu kurtardı, sonra Türkleştirdi. Mübadele ulus devlete doğru atılan bir adımdır. Bir de kanaatime göre Mustafa Kemal mübadeleyi zorunlu görü- yordu. 

Akademisyen Elçin Macar, nüfus mübadelesini incelediği makalesinin son kısmında şu neticelere varmaktadır:

Mübadele meselesinde, askerî/diplomatik bir gözle yazılmış ya da çözümün bizzat parçası olmuş Milletler Cemiyeti görevlilerince kaleme alınmış çalışmalar, uzun bir dönem başlıca kaynakları oluşturmuşlardır. Ulus-devlet ya da Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin yani Milletler Cemiyeti’nin bakış açısını yansıtan bu kaynaklar, mübadeleyi bir “başarı” öyküsü, sonrasında kan dökülmesini engellemiş bir olay olarak tasvir etmişlerdir. Bu açıkça bireyi yok sayan toptancı bir çözüm iddiasıdır. Oysa meselenin çözüldüğü inancı, haklar ya da mülkiyet açısından bakıldığında bile başlı başına tartışılması gereken bir konudur. Ayrıca bu bakış açısı, iki grubu tarihte sürekli bir çatışma içindeymiş gibi resmetmektedir.

Türk tarafında uzun yıllar bu konuya belirgin bir ilgisizlik hâkim olmuştu. Nüfus mübadelesi, Kemalist tarih yazımı açısından Osmanlı mirasının tasfiyesinin bir parçasıydı ve kendisinden önceki döneme ait bir meseleydi. Farklılıklara değil ulusal birliğe ve kenetlenmeye odaklanmak gerekliydi. Bu nedenle mübadele, Türkiye’de ders kitaplarına bile girememiş bir konuydu. Muhtemelen bu durum, Cum- huriyet’in ilk yıllarında sertçe izlenen Türkleştirme politikaları ile 

açıklanabilir. Böyle bir dönemde farklılıkların vurgulanması herhâlde hoş karşılanmazdı.

Yunan tarih yazımı mübadele ile olan ilişkisini ne kadar “hatırlama” üzerine kurmuşsa, Türk tarih yazımı da bunu “unutma” üzerine kurgulamıştı. Mübadillik, “Küçük Asya Felaketi” ve ’Anadolu Rumluğunun sonu’nun ayrılmaz bir parçası olarak Yunan ulusal kimliğinin bir unsuruna dönüşürken bu Türk tarafında zaferin ve yeni devletin kuruluşunun gölgesinde kalmıştır.212

Mübadeleye insani ve hissî açıdan yaklaşıldığında sonuç bir trajedidir. Bireyi yok saydığı, haklar ve mülkiyetler açısından her iki tarafta da büyük haksızlık yapıldığı vb. birçok yorumlara katılıyoruz. Ancak tarih ve reel politik bize başka bir şeyler daha söylüyor. Türk ve Yunan ortak tarihi 1829’dan itibaren birbiriyle birçok acı savaşa girdiğini anlatıyor. Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin âdeta şımarık çocuğu rolündeki Yunanistan’ın bağımsızlığından itibaren sınırlarını aleyhimize 7 kat büyüttüğü düşünüldüğünde hâlâ Türk yayılmacılığından bahsetmesi ne kadar inandırıcıdır? Günümüzde hem de Avrupa’da olmasına rağmen Batı Trakya Türk kimliğini reddetme, yok sayma ve diğer haksızlıklar karşısında hiçbir şey yapmayanlar; acaba Yunanistan’la mübadele yapılmadığı takdirde orada kalan Türklere ve Anadolu’da kalan Rumlara nasıl davranacaktı? Bunların da tartışılması lazım gelmez mi?

Bu kısa izah içeren gerekçelere bakıldığında bile, mübadelenin re- el-politik olarak Türkiye ve Yunanistan’ın siyasi gelecekleri açısından her iki devlete büyük yarar sağladığı kanaatindeyiz. Ulusçuluk ideolojisinin geliştiği bir ortamda ülkelerini yöneten elitler bakımından bu kadar büyük Türk ve Rum azınlık nüfusunun her iki ülkeye de barış getirmeyeceği kuvvetle muhtemeldi. Bu meseleye, suçlu tarafın kim olduğundan ziyade, suça yol açacak gelişmelerin engellenmesi açısından bakmanın gerçekçi ve daha sağlıklı yorum yapmamızı sağlayacağı düşüncesindeyiz. Bunu, maalesef günümüzde birkaç bin kişi kalmış İstanbul, Gökçeada ve Bozcada Rumlarının insani hak ve hürriyetlerini savunduğunu iddia eden Batı dünyasının tavrının ne kadar taraflı olduğunu görerek söylüyoruz. Mübadele dışı bırakılan Batı Trakya Türklerinin özgürlük ve insan hakları ihlalleri ise tam tersine “Batılı” bakış açısında neredeyse hiçbir değer ifade etmediğini bilerek söylüyoruz.

Avrupa’da, Batı Trakya Türklerini savunan nadir kararlar çıktığı da vakidir. Bu ise Yunanistan devleti için bir şey ifade etmemektedir. Buna dair hemen somut bir örnek verelim. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türk kimliğinin tanınmasına dair yasanın ihlali tespitine rağmen; Yunanistan Trakya Asliye Hukuk Mahkemeleri, isimlerinde Türk kimliğine atıfta bulunulduğu gerekçesiyle üç azınlık derneğine ait tüzüğün kabul edilmesi talebini reddetmeye devam etmektedir.  Türk azınlığın haklarının ve bunların ihlalleri son yıllardaki araştırma sahalarından biridir. Kendi kaderini tayin etme, ifade özgürlüğü, kamu hizmetleriyle ilişkiler, meslek izinleri, hareket özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, alım satımda engeller, arazi kamulaştırmaları vb. Türklerin hayatının her alanında ayrımcılığı tanımlayan Helsinki Watch Örgütü’nün 1990 tarihli raporu bu konudaki ilklerdendir. Örgüt, Yunan devletinin azınlık politikasının uzun vadede asimilasyonu amaçlayan kasıtlı bir ayrımcılık politikası uyguladığını raporunda belirtmiştir.  Bu ve bunun gibi bütün raporlara ve mahkeme kararlarına rağmen Yunanistan hâlâ Batı’nın göz bebeği ve Türkiye hâlâ kötü bir ülke olarak görülmeye devam ediyor.

Yunanistan’a mübadele sonucu gönderilen Anadolu Rumları daha ilk günlerden itibaren teşkilatlanıp kurdukları dernek, vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarıyla çeşitli faaliyetler yürütmeye başladı. Özellikle Küçük Asya Araştırmaları Merkezi gibi örgütler mübadil Rumların anılarını, hatıralarını örf ve âdetlerini zamanın imkânlarına göre sesli kayıt altına aldı ve daha sonra bunları yazılı hâle dönüştürdü. Sırf bu kayıtların 300 bin sayfa civarında olduğu belirtilmektedir.

Bizde ise Yunanistan’dan gelen mübadillerin vakıflaşmaya gittikleri ilk büyük toplantı, mübadelenin ancak 77. yıldönümünde 30 Ocak 2000’de gerçekleşebildi. Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak mübadillerin bu toplantısından sonra vakıf kurulması kararına varıldı ve 25 Nisan 2001’de Lozan Mübadilleri Vakfı kuruldu. Türkiye ve Yunanistan arasında düzenlenen karşılıklı ziyaretler ve iş birliği çalışmaları bu vakfın ana gayelerinden oldu.215

E) Yunanistan’dan Türkiye’ye Gerçekleşen Diğer Göçler

Yaşanan baskı ve zulüm politikaları neticesi, mübadele dışı bıra-kılan Batı Trakya’dan göçler günümüze kadar sürmüştür. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında yaptığı politikayı sürdürerek Batı Trakya’dan göçmen kabul etmemeye özen göstermiştir. TBMM hükûmetinin o zamanki bakanlar kurulu sayabileceğimiz Heyet-i Vekilesi’nde Başvekil İsmet, Mübadele ve İmar İskân Vekili Mustafa Necati ve diğer vekillerle birlikte Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal’in imzaladığı 4 Kasım 1923 tarihli bir kararnamesinde bu durum ayrıntıları ve gerekçeleriyle sadeleştirdiğimiz şekliyle şöyle izah edilmektedir:

Ahali Mübadelesi Mukavelenamesi hükümlerinin tatbikine başlandığından Yunanistan’dan mübadil kafilelerinin çoğunluğu sefil ve perişan bir vaziyette gelmeğe başladığı ve hâlen hükûmetimiz bütün vasıtalarıyla yalnız Yunanistan’dan gelecek 500 bine yakın mübadilin memlekete yararlı olacak bir şekilde iskân mıntıkalarına sevk, iaşe ve iskânları vazifeleriyle uğraşmaktadır. Bir müddetten beri Romanya, Bulgaristan, Sırbistan ve Rusya tebaasından olan Müslüman ahali toplu veya dağınık bir şekilde Türkiye’deki emval-i metrukeden istifade etmek maksadıyla hicret etmeğe başladığı ve bunların yanına Yunanistan’ın mübadeleye tabi olmayan Garbi Trakya Müslüman ahalisinin de bunlara katıldığı görülmektedir. 

 


Mübadele devam ettiği müddetçe, Yunanistan ve Bulgaristan hudutları içindeki Garbi Trakya Müslümanlarının göçünün kabul edilemeyeceğine dair Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal imzasıyla onaylanan 4 Kasım 1923 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı. (BCA, 30-18-1-1-8-39-9) 

Hâlbuki Rumlardan kalan bu mallar, sadece mübadillere ayrıldığı ve diğer muhacirlerin buralarda kati iskân muamelelerin icrasına imkân olmadığı gibi; Mübadele İmar ve İskân Vekâleti bütçesindeki tahsisat, mübadillerle Türkiye’deki mülteci ve diğerlerinin ihtiyacını karşılamaya bile kâfi gelmediğinden, yukarıda sayılan yerlerden gelecek olanların sefil ve perişan duruma düşmelerine sebebiyet verecektir. Ayrıca Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâlet’inden de bildirildiği gibi Yunanistan ve Bulgaristan hudutları içine dâhil Garbi Trakya Müslümanlarının yerlerinde kalmaları kesinlikle gereklidir. Hatta bunun temini için mezalimden kaçıp gelenlerin bile memleketimize kabul edilmemesi, gelmiş olanların yerlerine iadesinin sağlanması ehemmiyetle dikkate alınmalıdır. Mübadele hükümlerine göre kabule mecbur bulunduğumuz mübadil nüfusun iskânları tamamen bitene kadar, diğer yabancı memleketler ile Yunanistan’ın mübadele dışı bırakılan Garbi Trakya bölgesi ve Bulgaristan’ın Garbi Trakya kısmından muhacir kabul edilmemesi, gelme düşüncesinde olanlara hükûmetçe herhangi bir yardım yapılmayacağından, hicretlerinin tehir edilmesi lüzumunun dış temsilciliklerimiz aracılığıyla hicreti bekleyen ahaliye münasip bir şekilde bildirilmesine karar verilmiştir. 

Yunanistan devlet görevlilerinin zaman zaman artan baskı, kötü muamele ve zulümleri karşısında Batı Trakya Türklerinin gözü hep Türkiye’ye göç etmek arzusunda olmuştur. Türkiye’nin Atina büyükelçiliği ve Gümülcine konsolosluğu görevlileri bunu yatıştırmak ve göçten vazgeçirmek noktasında birçok faaliyetlerde bulunmuştur. Gümülcine Konsolosu Selim Rauf’la birlikte Batı Trakya Türk köylerinde göç fikrini durdurmak maksadıyla nasihat vermek üzere görevlendirilen T.C. Atina Elçiliği Üçüncü Kâtibi M. Recep imzasıyla 11 Aralık 1934’te gönderilen rapordan aşağıya özet olarak şu hususları kaydettik:

20 gün kadar süren bu seyahatimiz esnasında dolaştığımız köylerdeki Türkler şu üç ay zarfında Türkiye’ye kaçanların isim isim tespit edilen adedi 700’ü bulmaktadır. Çamur dolayısıyla gidilemeyen köyler dâhil edildiğinde kaçanların adedi 1.000 kişiyi bulmaktadır. Türk azınlığa nasihatte bulunmaktan ibaret vazifemiz esnasında hicretin sebeplerini gördüğüm ve dinlediğim kadarıyla arz ediyorum. İlk sebep arazi darlığı yani yetersizliğidir. Bundan ilk etkilenen İskeçe’nin Soğanyakası cihetleridir. Burada aile başına bir buçuk dönüm tarla düşüyor ve bununla geçimi sağlamak mümkün olmuyor. Köylü bu tarlada sadece tütün yetiştirebildiğinden yiyeceğini ve hatta ekmeğini bile çarşıdan almak durumunda kalıyor. Arazi darlığının en büyük sebebi buralara haddinden fazla yerleştirilen Rum muhacirlere Müslümanlardan alınan çiftlik topraklarının dağıtılarak paylaştırılmasıdır. Bu Rumlarla Batı Trakya ahalisi geçinememektedir. Bütün mal ve mülkünü bırakarak Yunanistan’a gelen Rumlar, burada buldukları Türk azınlığa pek dostane his beslememektedir. Harman yeri işgali, ekinleri ateşe veren, arazi işgali, tehdit, sövüp sayma, bıçaklama gibi arada sırada vukua gelen hadiseler pek yakın bir mazide geçirilen kara günlerin verdiği ötekilik yüzünden pek hassas olan Türk köylüsü üzerinde derin tesirler uyandırmaktadır.

Türk azınlığını üzen diğer bir mesele de köylünün şikâyetlerini dinlettirecek bir makam bulamamasıdır. Ana vatana kaçmaya mecbur eden diğer bir sebep hocasızlık ve mektepsizliktir. Cenazelerini defnetmek için köy köy hoca arayan ve mektep yokluğundan çocuklarının eğitimini sağlayamayan ahali ıstırap duymaktadır. Buradaki Türk azınlığın bozuk düzen giden işlerini Yunan hükûmeti tarafından tayin edilen müftüler daha da berbatlaştırmaktadır. Türkiye’den gelen firarilerin Yunan hükûmetince kollanması hatta muallim yapılması Batı Trakya Türklerini rahatsız etmektedir. Türkiye’den gelerek kendi menfaatleri için göçü teşvik ederek halkı yalan bilgilerle kandıranlar olduğu gibi, bazı Türk ve Yunanlar da arazi spekülasyonuyla Türkiye’ye göçü teşvik etmektedir. Bunun yanında Türkiye’de akrabası olanların davetleri de diğer bir göç sebebidir. Bazı şahıslar ise yakında Bulgaristan ile savaş olacağı ve Batı Trakya’yı işgal edeceği şayiası çıkararak göçe sebep olmaktadır. Ayrıca Yunan ordusunda askerlik yapmama düşüncesi de diğer bir sebeptir.

Bu göç meselesi yeni değildir ve on senedir devam etmekte, her sene harman toplandıktan sonra 300 kadar Batı Trakyalı pasaportlu veya Meriç veya Dimetoka’dan kayıkla Enez’e kaçak yollarla Türkiye’ye göç etmektedir. Bu göçmenlerin Batı Trakya’ya iade edilmesi oradakilerin fikrini değiştirecek ve göçü durduracak en etkili tedbir olacaktır. Hülasa 20 gün süren seyahatim neticesinde çeşitli ıslah çalışmaları gerekse de İskeçe’nin Soğanyakası hariç Garbi Trakya’da muhacereti icap ettirecek bir durumun olmadığını arz ederim. 

Bu konudan bahseden bir başka eserde; Batı Trakya’dan 28 Ekim 1925’te Adapazarı’na akrabalarını getirmek isteyen bir vatandaşın, Garbi Trakya’dan Müslüman göçünün kabul edilmemesi sebebiyle başvurusu reddedildiği görülebilmektedir.  Uygulanan bu politika sayesinde Batı Trakya Türkleri günümüze değin varlıklarını sürdürebildi.

Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleşen büyük çaplı bir nüfus değişimi olan mübadele sonucunda, giden Rumların gözünde yaşanılan savaş ve olumsuzlukların sorumlusu Türk halkı değildi. Yunanistan’daki Türk düşmanlığı ulus-devlet yaşamının bir ürü-nüdür. Medya ise bu düşmanlığı retorik ve politik açıdan des-teklemiştir. Bu durum eğitim sistemleriyle desteklenmektedir. 

Böylece göç eden ve acı çeken esas kişiler olan Rumlar, Türkiye’yi özlemle ararken onlardan sonra gelen ve barış döneminde rahat içinde yaşayan iki üç nesil arasında Türk düşmanlığı had safhaya çıkmaktadır. Bu da Batı Trakya’da yaşayan Türklere baskı ve insanlık dışı muamelenin artması ve son yıllara kadar devam edegelen göç sürecini meydana getirdi.

Yunan Millî Emniyeti, Merkezî Haberalma Teşkilatı, Yabancılar Şubesi, Askerî İstihbarat gibi resmî teşkilatlar çok sistemli çalışarak Türkleri göçe zorlamışlardır. Bu teşkilatlar Batı Trakya Türklerini tasfiye planını uygulamış ve 1923-1949 yılları arasında 12.369 Türk’ü öldürmüşlerdir. 

1934-1960 yılları arasında Yunanistan’dan gelen göçmenlerin sayısı 23.788’dir. Çeşitli baskılar neticesi bu tarihten sonra gelenler ise daha çok iltica etmek suretiyle Türkiye’ye gelmek veya Türkiye’de ikamet etmekte iken Yunan yönetiminden Türk oldukları için vatandaşlıktan çıkarmaları suretiyle Türkiye’de haymatlos  olarak bulunmak zorunda kalmışlardı.

Yunan Devleti’nin Batı Trakya Türklerini kontrol etme, manipülasyon, sindirme vb. amaçla kurduğu “Trakya Koordinasyon Konseyi” arşivleri 1923’den sonra Trakya’daki nüfus verilerini değiştirmek için ilk organize plan hakkında değerli bilgiler içeriyor. Bu plana göre Türk azınlık üyelerini zorla yerinden etmek yerine, göçe yönlendirme yöntemlerinin bulunmasını esas alıyordu. 1965 yazında konseyin gizli oturumlarında tartışılmaya başlanan planın ayrıntıları ertesi yıl uygulamaya geçirildi. Ana hedef Trakya’daki Yunan unsurun nüfus ve ekonomi bakımından güçlendirilip azınlık üyelerine ait arazi ve binaların satın alınmasıydı. Bunun için Türkleri, mallarını satmaya mecbur bırakma girişimleri uygulanıyordu. Buraya yerleştirilen Yunan çiftçilerin bu planı uygulaması için (10 milyon drahmi, bugünkü kurla 1,3 milyon avro) kredi ayrılmıştı. Yunanlara bu kredi ayrılırken Trakya Koordinasyon Konseyi üyeleri yerel banka yöneticilerini; Türklerin ferdî, mesleki kredi almalarına bilumum zorluklar çıkarması için ikna etti. Bu da yetmezmiş gibi Konsey, azınlığın taksicilik, eczacılık, avcılık, bina tamiratı, telefon bağlantısı vb. için izin almaya çalıştıklarında da aynı engellerle karşılaşmasını sağladı. Zulüm dolu bu idari tedbirlerin uzun süreli uygulanması on yıllarca Trakya’yı Yunanistan’ın en az gelişmiş bölgesi hâline getirdiği gibi, Türkleri de yerel, sosyal, siyasi ve ekonomik hayat-tan dışladı. 

1960-1980 yılları arasında iltica veya vatandaşlıktan çıkarılmak suretiyle Türkiye’ye gelen Batı Trakya Türkü’nün 20 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. 12 Eylül 1980 Askerî Yönetimi haymatlos olarak Türkiye’de yaşayan 8 bin civarındaki Batı Trakya Türkü’nün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına alınmasını kararlaştırmış ve peyderpey bu kişiler vatandaşlığa alınmıştır.

1980’den sonra da bir iki yüz civarında iltica olmuş, birkaç bin de pasaportla ikamet ederken Yunan vatandaşlığından silinmiştir. Bu olay, Yunan Anayasası Vatandaşlık Kanunu’nun meşhur 19. maddesi gereğince gerçekleştirilmektedir. Bu maddeye göre Yunan sınırlarını terk eden ve Yunanistan devleti aleyhinde çalışacağı tahmin edilen kişilerin herhangi bir delil olmaksızın vatandaşlıktan çıkarılacağı bildirilmekteydi. Baskılar sonucunda Batı Trakya Türkü’nün ilticalarının önüne geçmek maksadıyla Türkiye mecburi iskân politikası uygulamaya başlamış ve göç edenleri iç ve Doğu Anadolu’da mecburi iskâna tabi tutmaya başlamıştır. 

Yunan Devleti Türk azınlığın ulusal hukuka uygun olarak kurulan ve faaliyet gösteren başlıca bilim, kültür, dayanışma ve meslek kuruluşları İskeçe Türk Birliği, Gümülcine Türk Öğretmenler Birliği ve Batı Trakya Türk Öğretmenler Birliği’ni kapatmıştır. Yunanistan 1983 sonlarında başlattığı ve 1987 ile 2005 yılında tamamladığı davalar sürecinde azınlığın etnik kökeninin ve kimliğinin sözde “Türk olmadığı” gerekçesine dayandırmıştır. 1955-1998 arasında Türk azınlığın 60 binin üzerinde üyesini 1955 tarihli Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun 19. Maddesi hükmüyle “Yunan etnik kökeninden olmadıkları” için Yunan vatandaşlığından yoksun bırakmıştır. 19. Madde:

Geri dönme niyeti olmaksızın Yunan toprağını terk eden başka soydan Yunan Vatandaşı, Yunan vatandaşlığını kaybetti ilan edilebilir.

şeklindedir. 1981’den beri AB üyesi olan bir ülkede, böylece hukuka karşı bir hukuk oluşturulmuştur. 

Son yıllarda özellikle Batı Trakya Türkünün yıllarca liderliğini yapmış Dr. Sadık Ahmet’in ve parlamentoya girmeyi başarmış diğer Türk asıllı milletvekillerinin, çalışmaları ve Türk unsura yapılan baskıları dünya kamuoyuna aktarmaları sayesinde göç ve ilticalar azalmıştır. Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ne girmesiyle birlikte Batı Trakya Türkü’nün birtakım hukuki hakları iade edilmiş ve baskılar azalmıştır. Ayrıca Yunanistan Türklerinin Avrupa Birliği vatandaşı olmaları ve Avrupa’da bütün ülkeleri vizesiz gezebilmeleri vb. haklar sayesinde Batı Trakya Türklerinin göç ve ilticaları artık durma mesabesine gelmiştir.