İhsan TEVFİK KIRCA
Kökü Mazide Olan Ati: Yaşar Nabi Nayır, “Balkanlar ve Türklük” (1936) adlı eserinin önsözünde diyordu ki: “… Bütün göçmüş olanlar bilirler ki; uzakta bırakılmış olan eski vatan, günün türlü dertleri arasında hatıra gelmediği zamanlarda bile, içimizde, tamiri imkânsız izler bırakarak kapanmış bir yara gibi daima sızlayacak ve bunca hatırası kalbe dolmuş o yerlerin bugüne değil, ancak mazisine karşı bir hasret ve orada olup bitenlere karşı bir alaka ölünceye kadar eksilmeyecektir.”
İşte aslında muhaceretle ilgili tüm öykülerin ve araştırmaların kökeninde bence Yaşar Nabi’nin tespitini yaptığı bu duygu ve düşünceler var. Çünkü Yahya Kemal’in dediği gibi: “Kökü Mazide Olan Atiyiz.”
Hicretlerden Geri Kalan: Rumeli Kültürü Dergisi (Sonbahar-Kış 2006 Sayı 15-16) için hazırladığım gezi notlarımın bir yerinde şunları söylemiştim: “Ne zaman Rumeli, Makedonya, Evlad-ı Fatihan sözcüklerini duysam, oraların türkülerini dinlesem aklım ve kalbim kadim yurdumuz olan Balkanlara doğru yola çıkar. (…) Mübadil dedelerimizi, ninelerimizi çok dinledik. Çoğu anlatılanlar, bir kulağımızdan girdi, öbüründen çıktı; ama içimizde muhacir, mübadil, göç, kelimeleri öylece kaldı.
Sivas’ın Suşehri İlçesi Garipler Mezarlığı’na her baktığımda mezar taşları zamanla konuşur oldular.
Küçükken anlam veremediğim Selanik-Kayalar, Rumeli sözcükleri, büyüdükçe ve olan biteni anladıkça uzak ama gidilmesi, görülmesi farz, mahzun bir yurt parçasını anlatır oldu benim için. O zaman anladım Vardar Ovasını dinlerken, Dayler Dayler Viran Dayler, ve Kırmızı Gülün Alı Var derken dedemin gözlerinin neden yaşardığını (ne yazık ki hiçbiri, oraları bir daha göremedi), sadece kendilerinin anlayabileceği garip hüzünlerle sessiz sedasız göçüp gittiler. Yangınlardan geçip yepyeni yerleri yeniden kendilerine yurt yapanların hikâyesidir Mübadillerin Hikâyesi.”
Mübadillerin Suşehri’ne gelişleri: 30 Ocak 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşmasının bir eki olarak imzalanan 19 maddelik mübadele (değişim) antlaşması, Anadolu’dan yaklaşıl 1.200.000 Rum’un Yunanistan’a, oradan da yaklaşık 500.000 Türk’ün Trakya’ya ve Anadolu’ya gelmesi sonucunu doğurdu. Bu zorunlu bir göçtü ve dönüşü yoktu. Mübadele anlaşması Balkan Savaşının başladığı tarihten geçerli olduğu için 18 Ekim 1912’den itibaren göçmüş olanlar da antlaşma kapsamı içine alındı. Bu durum, yukarıda verilen sayıyı daha da arttırdı doğal olarak.
Suşehri’ni eskilerin söyleyişiyle Endires’i, Cumhuriyetin kuruluşundan önce ve sonra şekillendiren olaylardan biri, bu tarihsel hadise olmuştur. Suşehri, zaten tarihi ipek yolu üzerinde bulunması nedeniyle önem arz ediyordu. Gerek Artvin gerek Erzurum yöresinden Rus işgali sırasında gelenlerle ve daha sonra da mübadillerin gelişiyle Suşehri, sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan bir değişim gösterdi.
Evliya Çelebi meşhur Seyahatnamesi’nde Suşehri’ni, Endires köyü, Şebinkarahisar hududunda yine Akşar Ovası’nda 100 evli bakımlı Ermeni köyü ve zeametidir.” diye anlatır. Suşehri, Koyulhisar, Ezbider, Zağpa hakkında kısa bilgiler verip, Tapan Çiftliği diye bilinen Tapan Ahmet Ağa çiftliğini anlatır. Bu çiftlikte büyük konukseverlikle karşılaştığından söz eder.
“Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makus Talihi Göç” adlı Osmanlı arşiv belgelerine dayalı akademik bir kitap hazırlayan Arşiv görevlisi, Dr. Yıldırım Ağanoğlu’nun verdiği bilgiye göre, 1912-15 arası Sivas’a ve civarına 7.769 muhacir iskan edilmiştir. 1921-27 arasındaki dönemde ise Sivas’a gelen mübadil sayısı 4892, Şebinkarahisar’a gelen mübadil sayısı ise 5779 olarak verilmektedir.
Mübadele öncesi düşünülen iskan planında Amasya, Tokat ve Sivas’a 3 bini tütüncü, 25 bini çiftçi-bağcı, 15 bini zeytinci olmak üzere toplam 43 bin mübadilin yerleştirilmesi öngörülmekteydi. Bu plan daha sonra değişikliğe uğramıştır. Sivas, Tokat, Amasya havalisine Rumeli’den Kayalar, Karaferye, Vodina, Katerin, Alasonya, Langaza, Demirhisar, Gevgili, Yenice-i Vardar ve Karacaabat bölgelerinden mübadil getirilmesi planlanmıştır.
1924 yılının Ekim ayına kadar Türkiye’ye getirilen mübadil sayısı 370 bindi. Suşehri’ne gelen mübadiller deniz yoluyla önce İstanbul’a, aradan da başka gemilerle Giresun Limanına getirildiler. Giresun’da birkaç ay kalan mübadillerin bir kısmı burayı beğenmeyip başka yerlere gittiler. Çünkü tarımla uğraşıyorlardı ve Giresun, onların uğraştığı çiftçiliğe uygun bir yer değildi. Böylelikle mübadil ailelerden bazıları Dereli, Şebinkarahisar yolunu takip ederek Suşehri’ne kadar geldiler. Mübadillerin bir kısmı Şebinkarahisar ve köylerinde kaldı ama önemli bir kısmı daha sonra Suşehri’ne, Ezbider’e (Akıncılar), ve civarındaki köylere göçtüler. Çünkü Suşehri, Ezbider ovaları geniş ve verimli ovalardı ve çiftçilik yapmaya uygundu.
Suşehri tarihsel süreç içerisinde Ermenilerin yaşadığı bir yer olduğundan iskana geç açıldı. Çünkü mübadelede esas olan, mübadilleri, Rumların terk ettiği yerlere yerleştirmekti. Suşehri merkezde ve civar köylerdeki Rum nüfus, Ermeni nüfusuna göre çok daha azdı.
Suşehri’ne gelen mübadillerin hemen hemen tamamına yakını Kayalar ve köylerinden gelmiştir. Kayalar merkezden ve merkeze bağlı Haydarlı, Cuma, Katransa (Katreniçe), Topçular, Uçana, Koçana, Çakırlı, Rahmanlı, Çalıcılar (Çazlıdar), Karaağaç, Krimse, Cerelli, Erdoğmuş (Erdamuş), Bayraklı… gibi daha çoğaltabilecek (Baraklı olarak da telaffuz edilen bu köy Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın babalarının köyüdür.) köylerden bir çok muhacir deniz yoluyla anavatana ulaşmıştır. Yalnız önemle belirtilmesi gereken husus, bu bölgenin tam anlamıyla Makedonya olarak adlandırılan yer olduğudur. Balkan Savaşı’ndan önce de bu köyler Manastır Vilayeti’ne ve Serfice Sancağı’na bağlıydılar. Manastır’a uzaklığı en fazla 70-80 km. olan bu köylerin Selanik’e uzaklığı 150 km. dir. Mübadillerin çoğu Selanik’i ancak mübadele sırasında görmüşlerdi.
Ailedeki büyüklerin anlattıklarına ve yazdıkları anılara baktığımda 1924 yılı Mayıs ayında yolculuğun başladığı anlaşılıyor. At arabaları ve öküz arabalarıyla ana yola çıkan mübadiller ya böyle devam ediyorlar ya da durumu daha iyi olanlar kamyonla iki-üç saat ötedeki Kareferye’ye gidiyorlardı. Yolda ufak-tefek çatışmalar da yaşanıyordu. Evlatlarını Anadolu’da savaşta kaybeden oradan gelme bazı Rumlar, saldırılar düzenliyorlardı. Selanik ve civarı göçmen çadırlarıyla doluydu. Buralarda işlemler yapılıyor, kimileri bir ay, kimileri çok daha fazla süre bekledikten sonra iskân edilecekleri yerlere göre vapurlara sevk ediliyorlardı. Bizim büyüklerimiz, Sürat isimli yandan çarklı eski bir vapur ile İstanbul’a ancak bir haftada gelebilmişler. Vapur eski olduğu için arıza yapmış. İstanbul’da Anadolu Kavağı’na çıkarılan mübadiller, burada bir ay kaldıktan sonra başka vapurla Giresun, Samsun ve Trabzon gibi liman kentlerine yollanmış. Sonradan Suşehri’ne yerleşen mübadiller, önce vapur yoluyla Giresun’a getirilmişler.
Şefik Kırca’nın Anılarında Mübadele, Suşehri ve Atatürk: 1912 doğumlu mübadil, amcamız Şefik Kırca, kayda geçirdiği anılarında ilginç olaylara yer veriyor: “…Gazeteler mübadeleyi yazıyordu. Anadolu’daki Rumlar Yunanistan’a bizler de Türkiye’ye gidecektik. Bütün muameleler yapıldı. 1924 yılının Mayıs ayında köyümüzü terk ediyorduk. Büyük bir kamyona bindik. O gün Kareferye’ye geldik. Bize çadır kurulmuştu. Birkaç gün bu çadırlarda kaldık, oradan Selanik’e geldik. Babam bir iş için Kayalar’a gitmişti. Dönüşünde evimize üç yüz yıllık aşiyanımıza bir daha uğramış. Eşikten içeri girerken bir kabus çökmüş, üzerine hücum etmişler. O civarda bir-iki yıl baktığımız Panayot gözüne ilişiyor ve seslendiğinde Panayot koşarak babamın yanına geliyor. Babamı büyük bir felaketten kurtarmış oluyor. Babam daha sonra bize Selanik’teki Kireç Köyü’ndeki çadırlarımızda yetişmişti. Burada 70 gün kaldık. Bir gün “Vapurumuz geldi” dediler. Sevincimize son yoktu. Selanik’in daha hemen önlerinde vapurdan bir yaylım ateşi boşandı. Gemi kaptanının ikazı boşuna idi. “biz bu günü gördük”, diyen bastı mermiyi. Nereden de çabucacık o kadar tabanca ve tüfeği çıkardılar.”
İşte 12 yaşında bir çocuğun gözlerinden canlı bir tarih sahnesi. Yolculuğu da uzun uzun anlatıyor rahmetli Şefik Kırca. Bir ömür boyu bunları ve yaşadıklarını unut(a)madılar. Daha sonra Giresun’a oradan Suşehri’ne gelişlerini canlı bir dille anlatıyor Şefik Kırca. Giresun’un iklimine ve Şebinkarahisar’a alışamayan, oralarda durmak istemeyen mübadiller, bir an önce Suşehri’ne ulaşmaya çabalıyorlar. Giresun’dan dört gün süren zorlu bir yolculuktan sonra Şebinkarahisar’a varıyorlar. Rahmetli amcamız Şefik Kırca diyor ki: “Buralarda en çok tuhafıma giden binaların üstünün toprak oluşuydu. Çünkü kümesleri bile kiremit kaplı olan bir yerden geliyorduk. (…) Şebinkarahisar’da ablamızı da toprağa verdik.
Adeta canlı bir tarih olan amcamız, Suşehri’ne geliş ile ilgili şunları aktarıyor: “Suşehri’ne doğru yolculuk başladı. Bu defa hep atlı idik. Düşe kalka Suşehri’ni bulduk. Daha önce babama Suşehri’ni övmüşler. Küçük bir kasaba… çiftçi bir yere benziyordu. Bostanlar bozulmuş, kavun karpuz çok bol. Suşehri oldukça güzel bir kasabaydı.”
Rahmetli Şefik Amcamızın anlattığı bir önemli olay daha var ki; o da Atatürk’ün Suşehri’ne gelişi ile ilgili: “… O sırada Atatürk, Anadolu Seyahatine çıkmıştı. Suşehri’nden geçti. Ben de kurtarıcıyı görmek için hasta yatağımdan kalktım. Başında samur bir papak, İskoç kumaşından spor bir ceket, haki külot pantolon giymişti. Bir de tüylü köpekleri vardı. Bıyıklıydı. Otomobile bindiler, Erzurum’a gitmek üzere ayrıldılar. O zaman orada demiş ki: “Reisicumhur olmasaydım ya Yalova ya da Suşehri’ne Belediye Reisi olmak isterdim.”
Suşehri Merkezde Yaşayan En Yaşlı Mübadil Mehmet Kırca’nın Anlattıkları: Bugün Suşehri merkezde yaşayan mübadillerin en büyüğü, olan 1912 doğumlu diğer amcamız Mehmet Kırca, doğup büyüdüğü ve 12 yaşında ayrıldığı köyü ile ilgili çok şeyler anlatıyor. Elini masanın üstüne koyup oralardaki köyleri sıra atlamadan sayabiliyor. Çiftçiliğin yanı sıra ticaretle de uğraştıklarını anlatıyor. Harmanı, basit bir düzeneği olan buharlı patozla yaptıklarını anlatıyor ki; bu o dönemlerde bile patozun kullanılması açısından çok ilginç bir tespit. Mehmet Amca öyle ayrıntılar veriyor ki; sanki çocukluğu bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden eksiksiz geçiyor. Sözgelimi Karaağaç’ta meyve ağacının, Bayraklı’da badem ve ceviz ağacının çok olduğunu söylüyor. Osmanlının iyice zayıf düştüğü o yıllarda çeteciliğin alıp başını gittiğini ve çok Türk köyünün basıldığını anlatıyor. Dedesi Necip Ağa’nın düşmandan korunmak için üç katlı bir kule (kulle derlermiş) yaptırdığını anlatıyor. Bugün hayatta olan Mehmet Kırca’nın verdiği bilgiler, aynı yaşta oldukları rahmetli Şefik Kırca’nın anılarını doğruluyor.
Bir başka ilginç bilgiyi de tersten vermek gerekirse, 2006 Haziran’ında Kayalar’a ve civarına yaptığım ziyarette, büyüklerin Suşehri’nin Şar Yeri (Şarköy) diye bilinen köyünden gelmiş olan İliyas Akritidis adlı bir arkadaşla karşılaştım. Bildiği yarım yamalak Türkçeyle “Ooo hemşehrim nasılsın? Memleket nasıl?” diye sordu. Beni bırakmak istemedi. Uzun uzun sohbet ettik. “Bana oraları anlat”, diyordu durmadan. “Anam babam memleketi sayıklaya sayıklaya öldüler. Türkçeyi de evimizde öğrendim zaten. Çevremizde de hep Türkçe konuşuluyordu” dedi. Misafirperverlik gösterdi. Telefon numaralarını aldık karşılıklı. Daha sonra benden bir Suşehri haritası istedi, gönderdim. Acının ve özlemin dili ortaktı.
Şurası çok önemli ki; orada karşılaştığım ve konuştuğum buralardan giden bazı insanlar ilişkileri siyasetçilerin gerdiğini düşünüyorlar. Halkların karşılıklı kültürel ilişkileri güçlendirerek sorunları aşacağına inanıyorlar. Suşehri Şaryerli İlias Akreditis’e, “Peki bizim diğer Suşehri’liler nerede?” diye sorunca, az bir kısmının Kayalar merkezde ama diğerlerinin şimdiki adı Messovuno olan -bizim büyüklerimizin Krimse hatta Kırımsa dediği, yarımdağ anlamına gelen- köyde yaşadıklarını söyledi. Orada çiftlikle, özellikle meyvecilikle uğraşıyorlarmış. Bakımlı meyve ağaçları varmış. Ve Kayalar’da oranın meyvesi çok meşhurmuş.
Dr. Yıldırım Ağanoğlu, kitabının önsözünde: “Şüphesiz göç hadisesi hangi millet ve din mensubunun başına gelirse gelsin bir insanlık dramıdır.” diyordu. Suşehrili İliyas’ın “Ey gidi memleket!” sözü de bunu doğruluyor. Bugün göç üzerinden 84 yıl geçti. Orada doğanların çoğu öldü. Suşehri ve köylerinde çok azı hayatta kaldı. Bu sadece onların değil, kendileri gibi mübadil olan yüzbinlerin hikâyesidir.
Anavatanda hayatlar hep birlikte kuruldu. İnsanlar yeni bir geleceğe doğru Cumhuriyet kurulduğundan bu yana birlikte yürüyorlar. Ama geçmişi de hep hatırlayarak. Özlemle anarak… “Ey gidi Memleket!” diyerek…
İhsan Tevfik Kırca’nın bu yazısı Atv Televizyonunda yayınlanan “Elveda Rumeli” dizisiyle ne kadar da örtüşüyor değil mi?
Bizim Vadi'de Ocak 2008'de yayımlandı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAK: http://www.elektronca.net/susehriport/detay.asp?hid=132