MÜBADELEYE BUGÜNDEN BAKMAK


MÜBADELEYE BUGÜNDEN BAKMAK

                                                                                  Engin Berber*
Türk Tarih Kurumu’nun sayın başkanı: Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun, “2003 Penceresinden Lozan” konulu bu sempozyuma, “Mübadele[1] başlıklı bir bildiri ile katılmamın arzulandığını belirten nazik davetini alınca, “ne yazarsam katkıda bulunabilirim?” diye düşündüm. İstanbul Rumları ile Batı Trakya Müslümanları hariç, Türkiye’de oturan Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Yunanistan’da oturan Müslüman dininden Yunan uyruklarının değiş tokuş edilmesi, Lozan’da imzalanan bir sözleşme ve protokolle karara bağlanmıştı. “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” başlığını taşıyan, 30 Ocak 1923 tarihli bu belge[2], Lozan Konferansı’nda, tarafların üzerinde mutabık kaldıkları ilk iki metinden biridir[3].
Resmi adı: “Yakın Doğu İşlerine İlişkin Lozan Konferansı” olan, bu çok-uluslu toplantı[4] sırasında ve bitiminde imzalanan tüm sözleşme ve protokollerle (17 adet) barış antlaşması (143 madde), vaktiyle Türkçe’ye çevrilmiş ve Fransızca aslıyla birlikte yayımlanmıştı[5]. Cumhuriyetin ilanı ve Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanışının 50. yıl dönümü olan 1973’e yaklaşılırken, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyelerinden: Prof. Dr. Seha L. Meray, konferans tutanakları ve belgelerini Türkçe’ye çevirmişti[6]. Çoğu, yazıldıkları resmi dil olan Fransızca’dan çevrilmiş tutanak ve belgeler[7] okunduğunda, 24 Temmuz 1923 tarihinde ulaşılan barış için sarf edilen emek, açıkça görülmektedir. Emekli diplomatlarımızdan, araştırmacı yazar: Bilal Şimşir’in yayımladığı, Lozan’daki Türk delegasyonu ile, Türkiye’deki resmi makamlar arasındaki telgraf yazışmaları[8], Yakın Doğu İşlerine İlişkin Lozan Konferansı üzerine, Türkçe’de yapılmış yayınları tamamlar niteliktedir. Türk Dışişleri Bakanlığı Arşivi’yle[9], Türkiye’nin Paris Büyükelçiliği arşivinden derlenen bu yazışmalardan, Ankara’da iktidarı elinde bulunduran kadronun, konferans sırasında izlemek istediği politikalar, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.
Kolaylıkla ulaşılabilecek birinci elden kaynak niteliğindeki bu çalışmalar, anılar[10] ve sadece Konferans sırasında değil, mübadillerin iskân edildiği sonraki süreçte yaşananları idari, sosyal, ekonomik ve hatta psikolojik açıdan mercek altına alan, basılmış inceleme eserler[11] üzerinden giderek, mübadele konusunu ayrıntılarıyla öğrenmek mümkündür. Bu nedenle, çoğunuzun ana hatlarına vakıf olduğunu bildiğim konuyu özetlemek yerine, yaptığımız kapsamlı okumalar sırasında dikkatimizi çeken bazı yönlerine işaret etmek istiyoruz.
I
          Dışişleri Bakanı İsmet Paşa’nın, baş delege sıfatıyla Lozan’a, on dört maddelik bir talimatla gönderildiği bilinmektedir[12]. Her sayfası, o zamanki TBMM Hükümeti’ni oluşturan bakanların her biri tarafından imzalanmış, üç sayfalık bu kısa talimatın yetersizliği[13], Lozan’dan Ankara’ya Paşa’yı, deyim yerindeyse bir telgraf köprüsü kurmaya mecbur etmişti[14]. Söz konusu talimatın, azınlıklarla ilgili olarak: “Esas (temel) mübadeledir” yazılı dokuzuncu maddesini de, bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

           İsmet Paşa’nın 20 Kasım günü, Konferansın açılış toplantısından hemen önce, kendisiyle görüşmek isteyen: Fransa Başbakanı Poincaré’ye yönelttiği bir sorudan, Türk tarafının azınlıklar konusunda aldığı talimatı, açığa vurmaktan kaçınmadığı anlaşılmaktadır[15]. Paşa’nın, “Ekalliyetlerin (azınlıkların) mübadelesi fikri tarafımızdan neşr ve telkin edilmektedir” tümcesiyle başlayan 25 Kasım tarihli bir telgrafı, müttefikler[16] ve Türkiye’nin, azınlıklar sorununa bakışını ortaya koymaktaydı: “ Gerek İngiliz gerekse bilhassa Amerikalılar, Ermenilerin kimlerle ve nasıl mübadele olunacağını ileri sürmektedir. Amerikan murahhası (temsilcisi) benimle temas aramakta olup bu meseleyi mevzubahis edeceğinden dolayı tehir etmekteyim (ertelemekteyim). Benim fikrimce, Ermenilerin memleket haricine çıkarılmasını aleme karşı irad etmek (söylemek) mümkün değildir. Rumların mübadelesinden bihakkın (açıkça) bahsedebiliriz. Türk Ortodoksların ihracından bahsetmek ise esasen caiz (olabilir) değildir. Bu nokta-i nazarlarımın tasvibi cevabını makine başında beklemekteyim[17]. Başbakan Rauf Bey, 28 Kasım tarihli yanıtında: “Heyet-i vekile (Bakanlar kurulu), Türkiye’deki Ermenilerin Ermenistan’daki Türklerle mübadelesi ve Türk Ortodoksların, mümtaz (başkalarından ayrı) bir hak iddia etmemek şartıyla, memlekette kalmaları fikir ve kararındadır” demekteydi[18].
Bu yazışmaların yapılmasından birkaç gün sonra: İngiliz İmparatorluğu baş delegesi: Lord Curzon, ülke ve askerlik sorunlarını görüşen birinci komisyonun, 1 Aralık 1922 tarihli oturumda, nüfus mübadelesi konusunu tartışmaya açarak, sözü Dr. Nansen’e vermişti. Milletler Cemiyeti adına, iki aydan beri Yakındoğu’da, göçmenlerin durumunu incelemekte olan Dr. Nansen[19], siyasi ve ekonomik gerekçelerle taraflara, “azınlıkların çabuk ve etkili olarak mübadele” edilmesini önermişti. Ona göre “nüfus mübadelesi işinin, hiç olmazsa bunun bir kısmının, Şubat (1923) sonundan önce, başka bir deyimle, üç ay içinde gerçekleştirilmesi zorunluydu[20].
Bu önerinin, Türk delegasyonunda yarattığı şaşkınlık ve memnuniyeti, Rıza Nur şu cümlelerle anlatmaktadır: “Teklif olunca gökten inmiş kudret helvası gibi kabul etmeliydik... Bunu bizim teklif etmemiz lazım iken, Nansen’in teklif etmesi tuhaftı. Onu şüphesiz İngilizler sevk etmişti. İngilizlerin de böyle bir teklif yapmaları, son derece dikkati ve hayreti celp edecek şeydi. İngiltere, Türkiye’yi parçalamaya alet ve vesile olan bir unsuru, Türkiye’den çıkarmak istiyordu ki: Bu Türkiye denilen uzviyetin sağlam olmasını istemek demektir. Hala maddi surette bunun hakikatine vakıf olamadım. Galiba Hıristiyanları bilahare kesilmekten kurtarmak fikrindeydiler. Sade bu[21].
Dr. Nansen’in konuşmasında, “... dört Büyük Devletin İstanbul’daki temsilcilerinden, azınlıkların mübadelesini sağlamak üzere bir antlaşma yapılmasını gerçekleştirme amacıyla, Türk ve Yunan Hükümetleri arasında bir görüşme kapısı açmaya çalışmasını isteyen bir çağrı” aldığını ve “böyle bir mübadeleyi dört Büyük Devletin istenir bir şey saydıklarını” söylemesi[22], nüfus mübadelesine müttefiklerin bakışını da açığa vurmuştu.
Mübadelenin gerekliliği konusunda, tarafların fikir birliği içinde olduğunun anlaşıldığı ve ayrıntıları tartışarak konuyla ilgili antlaşma metnini kotaracak olan: Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu’nun[23] kurulduğu, 1 Aralık tarihli bu oturumdan bir gün sonra İsmet Paşa, mübadelenin sadece Rumlar için söz konusu olduğunu bakanlar kuruluna duyurmuştu[24]. Rauf Bey imzasıyla, 4 Aralık’ta gönderilen yanıtta: “... Yerli Ermeniler ve Ortodoks Rumlar hakkında, 28 Kasım tarihli telgrafla, heyet-i vekile nokta-i nazarı bildirilmişti[25]. Yerli Ermenilerin Ermenistan’daki Türklerle mübadelesi ve Türk Ortodoksların mümtaz bir hak iddia etmemek şartıyla memlekette kalmaları fikrindeyiz[26] denmekteydi.
Lozan ile Ankara arasında gidip gelmiş bu telgraf yazışmaları, Rum Ortodoks nüfusla birlikte hükümetin özellikle, Ermenilerin mübadele edilmesini ısrarla istediğini ortaya koymaktadır. Bu isteğin altında yatan ve herkesçe malum nedenler[27], bu bildirinin konusu dışındadır. Bizim altını çizmek istediğimiz nokta, İsmet Paşa’nın Ermenilerin mübadelesini görüşmeye açmanın sakıncalarına işaret eden bir tek telgrafının[28], hükümetin fikrini değiştirmesine yettiğidir[29]. Aynı yazışmalar, Orta Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Hıristiyan nüfusla, Ortodoks Rumların birbirinden özenle ayrıldığı ve “Türk Ortodokslar” diye tanımlanan ilk guruptaki insanların, “mümtaz bir hak iddia etmemek şartıyla” Anadolu’da kalmalarına sıcak bakıldığını göstermektedir. Öyle ki, Başbakan Rauf Bey’in, Kayseri’de Türk Ortodoks Kilisesi namıyla bir kilise kurulması için, metropolitlerin oluşturduğu bir sinodun, Konya ve Kayseri Piskoposluklarına atamalar yaptığını belirten telgrafına[30], İsmet Paşa ertesi gün: “Sinodun daima üç piskopostan noksan olmaması elzemdir (lazımdır). Diyakoslardan acilen bir iki piskopos daha takdis (kutsama) fevaid-i milliyeyi müstelzimdir (ulusal çıkarların gereğidir)” yanıtını vermişti[31]. Bu uyarıyı dikkate alarak gereğini yapan hükümetin bilgilendirdiği Paşa’nın[32], 20 Ocak tarihli telgrafında ağız değiştirdiği görülmektedir: “... Konferansta takip ettiğimiz meslekle mütenakız olacağı (politikayla çelişeceği) ve hükümetin henüz rüesay-ı mezhebiye (mezhep başkanlarıyla) ile şekli münasebeti takarrür etmemiş (ilişki biçimi kararlaştırılmamış) olduğu cihetle yeni kilisenin vaziyet ve muamelatı dahi bilahare emsaline [Patrikhane kastediliyor] muvafık (uygun) bir kanun ile tayin olunmak üzere şimdilik mutasarrıflıkça hareketleri şifahen (sözlü olarak) takdir ve kiliselerinin kariben (yakın gelecekte) tasdiki hükümete iktiran edeceğinin tebşiri (hükümetçe onaylanacağının müjdesi) ile iktifa olunması (yetinilmesi) münasip teemmül edilmiştir (görülmüştür)”[33]. Özetle, oyalanmaları gereği hükümete önerilen bu insanlar, sonraki süreçte Rum Ortodoks nüfusun bir parçası sayılarak mübadele edilmişler ve “Karaman Rumları” adıyla anılır olmuşlardır.
O sırada ve sonraki yıllarda Türkiye’de iktidarın, ulusu ırk yerine din ölçütüyle tanımladığı ve Müslüman olmadıklarından “Türk Ortodoksların”, yeni Türkiye ile bütünleşemeyeceğini düşündüğü savı[34] doğrudur. Cumhuriyetin ilan edildiği tarihte, Türklerin çoğunun, kendisini her şeyden önce Müslüman gördüğü düşünüldüğünde, iktidarın tavrı anlaşılır olmaktadır[35]. Ancak gönderilmelerinde, Türkiye’de kalmalarını savunan güçlü bir dış desteğe sahip olmayışlarının hiç mi rolü yoktur? İsmet Paşa’nın, “... memleketimizde kalacak Ermeniler için rûy-ı kabul göstermekten başka bir suret-i hal maddeten (hal şekli somut olarak) mevcut değildir” dedikten sonra, Amerika’nın bütün misyonerleriyle Ermeni cemaatlerinin, Lozan’da olduğunu hatırlatan 6 Aralık tarihli telgrafı[36], bu bağlamda değerlendirilmelidir[37]. Eğer müttefiklerden herhangi biri ya da hepsi, Orta Anadolu’da yaşayan Türkçe dilli Hıristiyan nüfusu, mübadele dışında tutmaya yönelik kararlı bir girişimde bulunmuş olsaydı hükümet, sayıları Ermenilerden çok daha kalabalık olduğu anlaşılan bu insanların[38] kalmasına muhalefet etmezdi/edemezdi düşüncesindeyiz[39]. Nitekim Rıza Nur, Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu’nun 16 Ocak 1923 tarihli oturumunda: “Türk Hükümeti Türkiye’de Yunan İrredentisme’ini (yayılmacılığını) ortadan kaldırmak istemektedir. Bu nedenledir ki, Türk Hükümeti, “Türk uyruğu Rumlar” deyimini, “Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları” deyimine üstün tutmaktadır” deyince, Fransız temsilcilerden: Laporte, metnin bu biçimde değiştirilmesinin yalnız Katolik Rumları göz önünde tutacağı, bunların sayıca çok az ve hiçbir zaman Türkiye’ye karşı bir davranışa katılmadıklarını öne sürerek, müttefik devletlerin bunların yurtdışı edilmelerini kabul edemeyeceklerini belirtmişti. Alt komisyonun başkanı Montagna da, Rıza Nur’un Katolik Rumları Türk Hükümeti’ne düşman görmekle, yanıldığını söyleme gereği duymuştu[40]. Bu müdahalenin, Türkiye’de yaşayan Katolik Rumların, mübadele dışında kalmasına yettiğini hatırlatmak isteriz.
Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu’nun yaptığı toplantıların hiçbirinde, “Türk Ortodokslar” hakkında konuşulmadığı, tutanaklardan anlaşılmaktadır. Yanıt bekleyen soru, sayıları Katolik Rumlardan çok daha fazla ve Türkiye’ye karşı kitlesel bir davranışa katılmadıkları ortada olan bu insanların, Türkiye’de kalmaları için müttefiklerin neden devreye girmedikleridir. Türk kabul edildikleri ve/veya Ortodoks olmaları nedeniyle, mübadeleden muaf olamayacakları düşünüldüğünden mi? Bu yanıtın tartışılabilir olduğu ne kadar açık ise, Türk delegasyonunun hiçbir baskıya maruz kalmayışının hükümeti, “Türk Ortodokslar”ın geleceği hakkında karar vermede serbest bıraktığı, o kadar tartışılmaz bir gerçektir.
II
Türk delegasyonunun Konferansta ısrarla, Batı Trakya’nın sınırlarını batı yönünde genişletmek istemesinin ardında yatan neden, işaret etmek istediğimiz ikinci konudur.
Roma İmparatorluğu devrinden beri, kuzeyde: Balkan sıradağları; doğuda: Karadeniz ve İstanbul Boğazı; güneyde: Marmara, Çanakkale Boğazı ve Ege Denizi ile Yunanistan kütlesi ve batıda: Mesta (Karasu) Nehri’nin çevrelediği topraklara, Trakya adı verilmekteydi[41]. Osmanlı Devleti, Tanzimat döneminde gerçekleştirdiği mülki düzenlemelerin[42] ardından, bu coğrafyanın önemli bir kısmını, Edirne Vilayeti’ne dahil etmişti. 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 13. maddesi gereği, Balkan sıradağlarının güneyinde, Osmanlı Devleti’nin siyasi ve askeri egemenliği altında kurulan: Doğu Rumeli Vilayeti’nin, 1885 yılında Bulgaristan tarafından ilhak edilmesi[43], Trakya’nın bütünlüğünü bozmuş, sınırlarını daraltmıştı. Daha önemlisi, İstanbul ve boğazların doğal savunma hatlarından en sağlamı olan: Balkan sıradağlarının elden çıkmasıyla, Trakya’nın Osmanlı Devleti’nde kalan kısımları ile İstanbul ve boğazların, dolayısıyla Anadolu’nun güvenliği tehlikeye girmişti[44].
1912 Ekimi’nde patlak veren Balkan Savaşı, Meriç Nehri’nin ikiye ayırdığı Trakya’nın batı kısmını, bir daha dönmemek üzere Türk egemenliğinden çıkarmıştı. Bulgar Ordusu sadece Batı Trakya’yı değil, İstanbul önlerindeki Çatalca Hattı’na kadar, Doğu Trakya’yı da ele geçirmişti. Meriç Nehri’nin, Türkiye’nin savunulması açısından bir değer taşımadığı ortada iken, Osmanlı Devleti’nin bu gerçeğin farkında olmadığını dışa vuran bir tasarrufu açıklanır gibi değildir. Makedonya’nın paylaşılması konusunda uzlaşamayan Balkan devletlerinin, birbirleriyle savaştıkları (İkinci Balkan Savaşı) bir sırada Osmanlı hariciyesinin, 19 Temmuz 1913 tarihli bir notayla, İstanbul ve Çanakkale Boğazı’nın korunması için ele geçirilmek zorunda olunan Meriç’in (!) aşılmayacağını garanti etmesini[45], Cemal Paşa haklı olarak, şu cümlelerle eleştirmektedir: “ Bu tamim fikrimce, siyasi bir hata idi. Evvela, yalnız Edirne’nin istirdadı (geri alınması) kafi değildi. Meriç Nehri Türk kalmalı ve Edirne’nin Adalar (Ege) Denizi’ne tabii bir mahreci (çıkışı) olan Dedeağaç bizim olmalı idi. Edirne’nin müdafaasını temin edebilmek için ise, Dimetoka, Sofulu havalisinin, bizim tarafımızda kalması iktiza ederdi (gerekirdi). Bilhassa Gümülcine, İskeçe ve havalisinin yüzde seksen beş İslam ahalisi ile meskun olduğu göz önünde tutulacak olursa, bunların geri alınması imkanını temine çalışmak çok lüzumlu bir vazife idi[46].
Osmanlı Devleti’nin, Doğu Trakya ve Meriç’in batısında küçük bir toprak parçasını (Dimetoka, Kuleliburgaz, Karaağaç ve Virantekke) ele geçirerek çıktığı İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra[47], İttihat ve Terakki önderleri, İstanbul’un ve Anadolu kapısının kilidi olan Batı Trakya’da Türk egemenliğini, yeniden kurmak istemişlerdi[48]. Türk-Alman İttifak Antlaşması’nın imzalanmasından iki gün sonra: 4 Ağustos 1914’te, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Rus askeri ataşesi General Leontiyef ile konuşurken, “Balkan devletleriyle birlikte Türk Ordusu’nun, Avusturya-Macaristan’a taarruzuna karşılık, Osmanlı Devleti’ne Ege Adaları’yla Batı Trakya’nın” verilmesini istemişti[49]. Aynı günün gecesi, Sadrazam Sait Halim Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda kararlaştırılan: İstanbul’daki Alman sefirinden istenecek garantiler arasında, Osmanlı sınırının Rumeli’de, Türklerin yaşadığı yerlere kadar uzatılması da bulunmaktaydı[50]. Alman sefiri, 6 Ağustos tarihli mektubunda bu konuda, “Balkan devletleriyle girişilecek görüşmelerde ve Balkanlarda fethedilecek yerlerin Bulgaristan’la paylaşılması işinde Almanya, Osmanlı Hükümetini destekleyecektir” demekteydi[51].
Sonraki süreçte İttihatçıların, ittifak devletlerine hasım olan Sırbistan dışındaki Balkan devletleri: Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan ile de, aynı amaca yönelik bir dizi görüşme yaptığı bilinmektedir. Yunanistan temsilcileriyle, adalar meselesini (Ege Adalarını) konuşmak üzere, Bükreş’e gitmekte olan: Dahiliye Nazırı Mehmet Talat ve Mebusan Meclisi Reisi Halil Bey’den kurulu Osmanlı heyeti Sofya’da, Bulgaristan ile bir ittifak ve dostluk antlaşması imzalamıştı. “Bükreş müzakerelerine, Bulgarlarla anlaşmış vaziyette başlamak faydalı olur” düşüncesiyle imza edilen[52], 19 Ağustos tarihli bu antlaşmanın birinci maddesinde, iki ülkenin mevcut sınırlarına saygı duyacakları vurgulanmaktaydı. Hal böyle iken Bulgar Hükümeti, sadece bir yıl sonra, üçlü ittifak yanında savaşa girmenin bedeli olarak, Osmanlı Devleti’nden Midye-Enez Hattı’nın batısında kalan Trakya topraklarını istemekten çekinmeyecekti[53]. Uzun pazarlıklardan sonra, 6 Eylül 1915’te, Sofya’da imza edilen bir antlaşma ile Bulgaristan’a, bugün hala elinde tuttuğu küçük, ancak Türkiye’nin güvenliği açısından, “çok büyük kıymet ve ehemmiyette” olan topraklar terk edilmişti[54].
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra müttefiklerin, mağlupların önüne konulacak barış antlaşmalarını hazırlamak üzere, Avrupa’nın değişik kentlerinde toplamış oldukları konferanslarda, Trakya hakkında uzun uzadıya konuşulmuştu. Bu konferansların ilki olan: Paris Barış Konferansı’nda (Açılış: 18 Ocak 1919), Batı Trakya’nın güney kısmında (Karaağaç, Dimetoka, Sofulu, Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe Kazaları), “Müttefiklerarası Trakya Hükümeti” adıyla siyasi bir varlık yaratılırken, Doğu Trakya’nın geleceği, Osmanlı Devleti’ne imzalatılacak antlaşmada çözülmek üzere ertelemişti. Müttefikler, Bulgaristan’a imza ettirdikleri: Neuilly Barış Antlaşması’nın (27 Kasım) 48. maddesinden aldıkları yetkiye dayanarak, Batı Trakya’nın dağlık olan kuzey kısmını (Nevrokop, Ropçoz, Paşmaklı, Eğridere, Darıdere, Kırcaali, Koşukavak, Ortaköy, Mustafapaşa kazaları) ise, Bulgaristan’a bırakmıştı[55].
San Remo Konferansı’nda (18-26 Nisan 1920) müttefikler, Çatalca Hattı’nın Türkiye’nin Avrupa’daki sınırı olacağına ilişkin, Birinci Londra Konferansı’nın (12 Şubat-10 Nisan 1920) 18 Şubat 1920 günlü oturumunda aldıkları geçici kararı, nihaiye çevirmişlerdi.[56] Böylece, Bıyıklıoğlu’nun: “Batı ve Doğu Trakya’nın mukadderatı hakkında kesin karar verilinceye kadar, Yunan işgalini kolaylaştırmak ve Venizelos siyasetine öncülük etmek üzere düşünülen bir tertipten başka bir şey” olmadığını belirttiği: Müttefiklerarası Trakya Hükümeti’nin elinde tuttuğu  topraklarla (!)[57], Gelibolu dahil neredeyse Doğu Trakya’nın tamamı, Yunanistan’a verilmiş oluyordu. Aynı konferansta müttefikler, Osmanlı Devleti’ne imza ettirecekleri barış antlaşmasına son şeklini vermişler, bir ay içinde yazılı olarak yanıtlanması koşuluyla, Paris’te Türk diplomatlarına teslim etmişlerdi.
Mustafa Kemal’e Anadolu’da vurması ve Doğu Trakya’yı işgal etmesi için Yunanistan’a yeşil ışığın yakıldığı: İkinci Hythe ve Boulogne Konferansları’ndan[58] (20/21 Haziran 1920) birkaç gün sonra: 25 Haziran’da Osmanlı hariciyesi, müttefiklere gecikmiş[59], ancak çok sert bir yanıt vermişti[60]. Trakya konusuna, “27. madde, Doğu Trakya’nın Yunanistan’a terkini ihtiva etmektedir. Bu maddenin hükmü, Osmanlı Devleti’nin yaşama hakkı ve emniyetine olduğu kadar, milliyet prensibine ve milletlerin kendi mukadderatına hakim olmaları hakkına da en vahim bir surette tecavüz etmektedir”cümlesiyle dikkat çekilen yanıtta, Türklerin nüfus ve toprak mülkiyeti açısından üstünlüğüne sayı ve grafiklerle işaret edildikten sonra,  “... yeni hududa göre Yunanistan, Trakya’da, Karadeniz kıyısına ve Marmara havzasına yerleşmektedir... Yunanistan kuvvetlenmiş bir ordu ve donanmaya malik (sahip) olduğu halde, Osmanlı Ordusu hemen hemen kaldırılmış olduğundan, İstanbul’un emniyeti bir kat daha tehlikeye düşmüş olacaktır... Trakya’yı Osmanlı Devleti’nden almak, İstanbul’u tehdit etmek demektir. Halbuki hür ve müstakil bir devlet olarak Türk milletinin geleceği, İstanbul’un emniyet ve selametiyle sıkı sıkıya bağlı bulunmaktadır... Trakya Türkleri, milli birliklerini korumak azmindedirler. Yunanlıların Makedonya’da ve son zamanlarda, İzmir’de işledikleri mezalimden (zulümlerden) ibret alan Trakya Türkleri, Yunanlıların kendi topraklarına tecavüzlerine fiilen karşı koyacaklardır... Bunun içindir ki, Osmanlı Devleti, Doğu Trakya’nın, Osmanlı Devleti’yle Bulgaristan arasında imzalanmış olan 29 Eylül 1913 tarihli antlaşmada tayin olunan hududuyla, Osmanlı hakimiyeti altında bırakılmasını talep eder” denilmekteydi[61].
Osmanlı Devleti’nin bu kez, Türkiye’nin güvenliğini, çok yerinde olarak Meriç’in ötesinde gördüğünü açığa vuran bu yanıtına[62], müttefiklerin karşı yanıtı 16 Temmuz tarihini taşımaktadır. Spa Konferansı’nda (11 Temmuz 1920) hazırlanan bu yanıt[63], Osmanlı isteklerini hakarete varan cümlelerle reddederken, imza için Türk tarafına, 27 Temmuza kadar süre tanıyordu. Bu gelişmelerin hemen ardından: 20 Temmuz’da başlayan Yunan harekatı, on gün içinde Doğu Trakya’nın kaybıyla sonuçlanmıştı[64]. Meriç Nehri’nin sağlam bir savunma hattı olmadığı, bir kez daha anlaşılmıştı.
İki yıldan uzun bir süredir, Yunan işgalinde bulunan Doğu Trakya, 26 Ağustos 1922’de başlayan Türk taarruzu sonucunda, silah atılmadan kurtarılmıştı. İstanbul’daki İtilaf Devletleri Yüksek Komiserlerinin ateşkes talebini kabul için Mustafa Kemal Paşa, ateşkes antlaşmasının imzasından itibaren on beş gün zarfında Trakya’nın, 1914 hudutlarına kadar kayıtsız şartsız, TBMM Hükümeti’nin idari memurları ve askeri kuvvetlerine teslim edilmesini şart koşmuştu[65]. 1914 hududu, Osmanlı Devleti’nin, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşması’yla Bulgaristan’a kabul ettirip ardından, 6 Eylül 1915 tarihli Sofya Antlaşması’yla aynı ülkeye ikram ettiği, Meriç’in batısında kalan topraklardan geçmekteydi. Müttefiklerin kararlılığı karşısında Mudanya’da, Trakya’nın Meriç Nehri’nin doğusundaki kısmıyla yetinmek zorunda kalan Türkiye[66], savunması için gereksinim duyduğu derinlikten mahrum kalmıştı.
İsmet Paşa’ya, Lozan’a giderken verilen talimatın, “Trakya Garp Hududu” başlığını taşıyan beşinci maddesi karşısında: “1914 hududunun istihsaline (elde edilmesine) çalışılacaktır” yazması, bu zafiyetin giderilmek istendiğini göstermektedir. Aynı talimatın, “Garbi Trakya” başlığını taşıyan  altıncı maddesi karşısında ise: “Misak-ı Milli maddesi” ibaresi okunmaktaydı. Bundan kastedilen, Türk Kurtuluş Savaşı’yla amaçlanan siyasal hedeflere ulaşmada gözetilecek ilkeler bütünü olan: Misak-ı Millinin, “... Batı Trakya’nın hukuksal durumunun belirlenmesi, halkının özgürce açıklayacağı oya göre gerçekleşmelidir” diyen üçüncü maddesiydi[67]. Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nun, Trakya sınırlarının tartışmaya açıldığı, 22 Kasım 1922 tarihli ilk oturumunda İsmet Paşa, bu iki maddeyi Türk tezi olarak sunmuştu. Gerek o gün, gerekse Komisyonun, aynı konunun görüşüldüğü 26 Kasıma kadar devam eden diğer oturumları, müttefiklerin Türk tezini kabul etmeyeceğini ortaya koymuştu[68].
Nitekim Konferansta, Meriç’in batı yakasından alınabilen tek yer, Yunanistan’ın savaş tazminatı olarak  bıraktığı: Karaağaç olacaktı[69]. Mudanya’daki ateşkes görüşmeleri sırasında, Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’ya yolladığı bir telgrafta, “Edirne şehrinin bir mahallesi” dediği Karaağaç[70], bugün Batı Trakya’da, Türk egemenliğinin hüküm sürdüğü son noktadır. Batı Trakya’ya, daha doğrusu güney kısmına gelince, plebisit yaptırılamadığından[71] Yunan egemenliği devam etmişti.
Bir tıp doktoru olan Rıza Nur’un, Türkiye’ye bırakılan Trakya’ya ulusal güvenlik penceresinden bakışı, askerleri kıskandıracak derecede isabetlidir: “Edirne’nin bir askeri müstahkem mevki haline konması faydasızdır. Hem de Türkiye’ye ağır masraftır. Trakya’nın müdafaası, Lüleburgaz ve Çatalca’da olması lazımdır... Zavallı Edirne ve Trakya, adeta bizden gitmeye mahkumdur. Bu sebeple ben oraya mübadele ile gelen muhacirleri bile yerleştirmek taraftarı değildim... Bu arazi İstanbul’un örtü mıntıkası ve harp meydanıdır. Bizden gitmese dahi, harbin darbeleriyle ezilmeye mahkumdur. Türkiye için bir harp zuhurunda (çıkması durumunda), Trakya’ya lüzumu kadar asker geçirmek bile tehlikelidir. Boğazlar düşerse bu orduyu geri alıp Anadolu’ya geçirmek mümkün olamaz. Devletin ordusu elinden gider. Bu da Anadolu’nun istilasına sebep olur...[72].
Avrupa’daki sınırını istediği gibi çizemeyeceğini anlayan Türkiye’nin, Kasım ayı sonlarında, soydaş ve dindaş merkezli bir savunma anlayışını benimsediği düşüncesindeyiz. Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’nda, 1 Aralık tarihli oturumda tartışmaya başlanan, nüfus mübadelesi konusuna ilişkin olarak Rıza Nur’un yazdıkları, bu bağlamda çok anlamlıdır: “Artık ahali mübadelesi müzakerelerine başladık. İstanbul Rumları ile Garbi Trakya Türkleri, mübadeleye tabi olmayacak. Onlar İstanbul’u teklif ettiler, ben de mukabeleten (karşılığında) Trakya’yı. Bence hesap şöyle idi. Askerlik evvelce de izah ettiğim gibi, İstanbul’da Hıristiyan hatta Yahudi bırakmayacak[73]. Garbi Trakya’da ise Türkler kesif kitle halindedir. Kalsınlar, şimdilik kâr bizde[74].
Rumeli’de yaşayan Türk/Müslüman nüfusun, Türkiye’nin güvenliği açısından taşıdığı önem, Türk makamlarınca bilinmiyor değildi. Evlad-ı fatihan[75], hem Birinci Dünya Savaşı yıllarında, hem de Yunan Ordusu’nun İzmir’e çıkmasından sonra, büyük bir şevkle Türk Ordusu’na yazılmıştı[76]. Hal böyle olunca, Türk ve Müslüman halkın, nüfusun ezici bir kısmını oluşturduğu Batı Trakya’da[77], Yunanistan’ın yaptığı yığınak anlaşılır olmaktadır[78]. Yunanistan’ı, Anadolu’da alevlenen savaşa, daha fazla takviye göndermekten alıkoyan bu korkunun, TBMM Orduları’nın işini kolaylaştırdığı yadsınamaz bir gerçektir[79].
Anadolu’dan Sakız ve Midilli’ye geçebilen Yunan komutanlarından: Albay Stilianos Gonatas’ın başına geçtiği ve bir gurup küçük rütbeli subayca desteklenen ihtilal hareketinin: Yunan ulusu; parlamento başkanı; veliaht kral ve hükümet başkanına seslenen, 24 Eylül 1922 tarihli bildirisinde, Trakya (Doğu Trakya kastedilmektedir) cephesinin derhal takviye olunması da (md.4) istenmekteydi. Yunan Genelkurmay Başkanlığı, bu bölgedeki birliklerini takviye etmeye, Anadolu (Küçük Asya) cephesi çözülür çözülmez başlamıştı. Yukarıdaki bildiri yayımlandığında, Bandırma’dan Tekirdağ’a iki tümen getirilmiş (3. ve 10.) ve Trakya’daki Yunan Ordusu, son Başkomutan: General Georgios Polimenakos’un emrine verilmiş durumdaydı. Öte yandan, hiç çarpışmadan Anadolu’dan çekilmeyi beceren: Bağımsız Tümen[80] de, Midilli’den Selanik’e geçirilmiş ve Kavala ile Dedeağaç’ta kurulan iki yeni tümenin, kadro eksikleri doldurulmaya çalışılmaktaydı[81].
Taraflar arasında henüz bir ateşkes imzalanmadığından, TBMM Orduları’nca Trakya’ya yöneltilebilecek bir askeri harekata karşı, bu düzenlemelerin yapılması gayet doğaldı[82]. Ancak Yunanistan’ın, Mudanya Ateşkes Antlaşması hükümleri gereğince çekildiği, Meriç’in batısındaki hummalı askeri faaliyetini, açıklamamız gerekmektedir. Mudanya Ateşkes Antlaşması’nı müttefikler, iki ülkenin yeniden savaşa tutuşmasını engelleyecek hükümlerle bezemişlerdi: Barış yapılıncaya kadar, olası her türlü karışıklıkların önüne geçmek için, Meriç’in sağ kıyısı (yani batısı), Karaağaç ile birlikte, müttefik birliklerince işgal edilecek (md. 3); TBMM Orduları, barış konferansının sonuna kadar, Trakya’da belirlenen çizgiyi geçmeyecek (md.11) ve TBMM Hükümeti, barış antlaşmasının onaylanmasına kadar, Doğu Trakya’ya kuvvet geçirmemeyi, orada bir ordu toplamamayı ve bulundurmamayı yükümlenmekteydi (md.13)[83].
Başbakan Rauf Bey’in, İsmet Paşa’ya yazdığı 13 Aralık 1922 tarihli bir telgraf, sadece bu hummalı askeri faaliyetten duyulan kaygıyı değil, fakat aynı zamanda, Türkiye’nin soydaş ve dindaş merkezli savunma anlayışını da açığa vurmaktadır: “Yunanlıların Garbi Trakya’da Gümülcine ve şarkında tahşid eylemekte (yığmakta) oldukları altı fırka (tümen) kuvvet... dolayısıyla, Makedonya mıntıkasında öteden beri icra-i faaliyete memur Fuat Bey’e (Balkan), müfrezelerinin hareketinin tehiri (geciktirilmesi) emri verilmişti. Emrin vürudundan (varmasından) evvel, 21 Kasım 1922 tarihinde, takriben dört yüz tüfekten mürekkep (oluşan) dört müfrezemiz, İskeçe’nin şimalinde (kuzeyinde) Çaladiri, Şahin, Ören üzerinden dört kolla taarruza başlamışlar. Çaladiri’de bir düşman bölüğünü kamilen (tamamen) imha ile ve diğer nikatda (noktalar) da mevzii muvaffakiyetler ve ganaim (ganimetler) elde ederek, düşman kuvvet-i faikası (üstün kuvvetleri) karşısında, hududun şimaline çekilmişler ve yeniden tecemmu (toplanma) ile, hududa ilerleyen düşman kuvvetler gerisini vurmak hazırlığında iken, emir Fuat Bey’e vasıl olmuş ve taarruz tevkif edilmiştir (durdurulmuştur)... Fuat Bey’e mensup Dedeağaç ile Makedonya’da ufak müfrezeler, düşmanın hudud-ı ittisaliyesi (sınırları) üzerinde vazifelerini ifa ediyorlar[84]. 21 Ocak 1923 tarihli bir başka telgrafında Rauf Bey, Yunanlıların Selanik’te bulunan 4. Tümenlerini, Batı Trakya’ya naklettiklerinin haber alındığını, Batı Trakya’da Yunan yığınağı nedeniyle verdikleri notaya bu haberin ilave edildiğini, Sırplarla Yunanlılar arasında bir anlaşma veya zemini olup olmadığının araştırılmasını, genelkurmay başkanlığının istediğini belirtmekteydi[85].
Türk makamları kaygılanmakta haklıydı, ancak bu durum onları, yapmakta oldukları bir yanlıştan alıkoymaya yetmemişti: Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra, Batı Cephesi ordularında, en yaşlı doğumlulardan genç doğumlulara doğru, terhislere başlanmıştı. “Barış müzakerelerinin herhangi bir nedenle kesilmesi halinde, hemen harekete geçmesi gereken bir orduyu, bu kadar zayıflatmanın, konferansın gidişini Türkiye’nin çıkarlarına aykırı bir istikamete yönelteceğini hesaba katmak gerekirdi... Türk Ordusu’nda yapılan terhislerin dünya gözünden ve bilgisinden gizlenmesine imkan olmadığı bir gerçektir[86]... Batı Cephesi ordu mevcutlarında yapılan ve antlaşmanın imzasına kadar devam ettirilen bir indirimin muhasım (düşman) cephe (İtilaf Devletleri ve peykleri) üzerindeki etkisi, Türkiye’nin barış müzakerelerinde koparabilecekleriyle yetineceği kanısının doğmasına sebep olmuştu. Bu kanı iledir ki, İtilaf Devletleri barış müzakereleri sırasında, Türk isteklerini kabul etmekte büyük güçlükler çıkarmışlar ve Türklerin inkitaa (kesmeye) kadar gidebileceklerine inanmamışlardı... Gerçek olan şudur ki, yapılan bu terhislerin, konferansın akımı üzerinde, Türkiye’nin en haklı davalarının kabulünü dahi güçlüğe uğratan etkisi olmuştu[87].
Genelkurmay başkanlığına gönderdikleri yazılardan görüleceği üzere bu terhislere, Batı Cephesinin her iki ordu komutanı da tepki göstermişti. İkinci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa, 11 Kasım’da: “Türk milletinin kendi kuvvet ve kudretinden başka dostu yoktur. Bütün düşmanlarımız fırsat bekliyorlar. Genel barış müzakerelerinin, Türkiye için çabuk ve kolay olarak iyi bir sonuca bağlanacağında pek şüpheliyim. Bu sebeple kuvvetli bulunmak ve görünmek zorundayız. Dört sınıf terhis ettik. Beş sınıfın da terhisine başladık. Daha yedi sınıfın terhisi tasarlanmakta ve ele alınmış bulunmaktadır. Bu terhisler kadroları boşaltıyor. Değerli ve muharip erler gidiyor. Ordu, kuvvet ve değerce düşüyor. Bu durum düşmanların gözüne çarpacaktır... İkinci Ordunun genel mevcudu, 48 binden 21 bine inecek, her tümende 3 bin er kalacaktır. Böyle tümenlerle, gerektiği zaman bir iş görülemez” derken, Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa, 30 Kasım’da: “Yunanlılar mahvolan tümenlerini diriltmeye ve ordularını yeniden tensik (düzeltme) ve teşkile hararetle çalışıyor ve kuvvetli görünmek istiyorlar... Ordudan bazı sınıfları terhis ettiğimizi düşmanların haber aldığını kabul etmek doğru olur. Lozan’da müzakerelerin devam ettiği ve muhasımlarımızın kuvvetlerini arttırmaya uğraştığı şu sırada Türkiye’nin de, öncekinden daha kuvvetli bulunması ve görünmesi lazımdır” diyerek, üç tümenli yeni bir kolordunun, siyasi yarar ve çıkarlara katkıda bulunacağı düşüncesinde olduğunu belirtmişti[88]
Aynı günlerde (Aralık 1922), Korgeneral Konstantinos Nider’in başında bulunduğu Trakya Ordusu, Savaş Bakanı: Tümgeneral Theodoros Pangalos’un emrine verilmişti. Arkasında caydırıcı bir askeri gücün varlığını hissetmesi halinde, Lozan’daki Yunan delegasyonunun, ulusal çıkarları daha kolay savunabileceğini düşünen Pangalos, selefinin başlattığı düzenlemeleri büyük bir ciddiyetle sürdürmüştü. 24 Ocak 1923 tarihi itibariyle, Yunanistan’ın “Meriç Ordusu” (Stratu tu Evru): her biri üç tümenli (toplam dokuz) üç kolordu (2., 3. ve 4.), bir süvari tümeni ve değişik garnizonlara dağılmış yedeklerle birlikte, iyi donatılmış 115.000 askerden oluşuyordu. Pangalos, Ocak ayı başında Meriç Ordusu’na, görüşmeler kesilecek olursa Doğu Trakya’yı ani bir saldırıyla geri almasını emretmişti[89]. Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın 7. maddesi gereğince, TBMM Hükümeti’nin Doğu Trakya’ya 8.000 jandarma geçirebildiği[90] ve müttefiklerin sadece İstanbul’da, kuvvetli bir donanma ve hava birlikleriyle desteklenen yirmi üç tabur ve bir süvari alayının bulunduğu[91] düşünüldüğünde, durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.


    1922 Aralığında Meriç Ordusu’nun Batı Trakya’da Konuşlanması
Söz konusu emir verildiğinde, Meriç Ordusu’nun sadece dört tümeninin nehir boyunda, kalan büyük kısmının, Dedeağaç’tan Selanik’e uzanan hat üzerinde, dağınık bir şekilde konuşlanmış olduğu görülmektedir[92]. Başka bir deyişle, Batı Trakya’daki Türk/Müslüman nüfusu kontrol etmek ve Bulgar sınırında güçlü görünmek istediği anlaşılan bu ordunun, Pangalos’un verdiği emri yerine getirebilme olasılığı, son derece zayıftı[93].
Bu bilgiler ışığında, Türk delegasyonunun, Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu’nda, Ocak ayından itibaren, “Batı Trakya” (Thrace Occidentale) teriminin, Yunan delegasyonunun düşündüğünden çok daha geniş bir alanı kapsadığını öne sürmesinin, planlı ve maksatlı bir eylem olduğunu düşünmekteyiz. Komisyonun, 19 Ocak 1923 tarihli (sabah) oturumunda söz alan Rıza Nur, Batı Trakya’nın siyasal sınırı oturmamış olduğundan, coğrafi sınırın göz önünde tutulması gerektiğini; eski çağlardan beri, Roma yönetimimi zamanında, Batı Trakya’nın Mesta ile değil, Vardar Nehri ile sınırlandırılmış olduğunu; Türk delegasyonunun sınır olarak Struma Nehri’nin (Vardar ile Mesta arasında) alınmasını istediğini; Encyclopaedia Britannica’nın da sınırı böyle kabul ettiğini söylemişti.
Rıza Nur bu isteği, üç nedene dayandırmaktaydı:
1. İstanbul’da kalmasına izin verilecek Rumların sayısına eşit sayıda Müslüman göstermek gerekir. İstanbul Rumlarının sayısı 300.000 iken, Müttefiklerarası Trakya’daki Müslümanların sayısı sadece 130.000 dir. Bu iki sayının eşit kılınması, adalet gereğidir. Struma Vadisi Müslümanları,dengeyi sağlayacaklardır.
2. Türk delegasyonu, aldığı pek çok mektuptan, Struma Vadisi Müslümanlarının, yurtlarından ayrılmak istemediklerini öğrenmiştir. Bu bölgede Müslümanların çoğunlukta oldukları ve oradaki iyi toprakların neredeyse tümünü elinde tuttukları düşünülecek olursa, isteklerini dikkate almak gerekir.
3. Bu bölgedeki Müslümanlarının yurtdışı edilmeleri, kaçınılmaz bir ekonomik yıkıma neden olur. Struma Vadisi’nde oturan Müslüman halkın çoğunluğu tütüncülükle geçinmektedir. Bu ince işi, bir başka halkın sürdürmesi imkansızdır. Bu halkın yurtdışı edilmesi, tütüncülüğün ve özellikle en ince ve en çok aranılan bir tütün türünün yok olmasına sebebiyet verecektir ki, hem Yunanistan hem de dünya zarar görecektir.
Fransız temsilci De Lacroix, müttefiklerin Trakya’nın batı sınırı olarak 1913 antlaşmalarında belirtilen sınırdan bir başkasını kabul etmelerinin güç olduğunu belirttikten sonra, “Mesta ile Struma arasındaki bölgede, çok verimli topraklar işleten, varlıklı ve çalışkan, çoğunluğu Türk olan bir halkın oturmakta olduğu da inkar edilemez. Bu halkın buradan çıkıp gitmesi, bu ülkenin yıkıma uğraması demek olacaktır...” diyerek, Mesta ile Struma arasındaki bölgenin de, mübadele kapsamı dışında bırakılmasını önermişti.
Daha sonra söz alan: Yunan ve İngiliz delege ise, Türkiye’nin Fransız temsilcisi tarafından desteklenen isteğini reddetmek konusunda, ağız birliği etmişlerdi. Yunan delegesi: Caclamanos[94], Sinop ve Samsunlu tütün ekicisi Rum göçmenlerin, bölgeye yerleştirilmesi ile tütüncülüğün eskisi gibi devam edeceği; Yunan Hükümeti’nin şu zor durumunda, en az 200.000 göçmeni yerleştirebileceği bir araziden mahrum edilemeyeceği ve İsmet Paşa’nın, Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu’ndaki görüşmeler sırasında, Batı Trakya’nın sınırlarının, Müttefiklerarası Trakya’nın sınırları ile aynı olduğunu kabul ettiğini hatırlatarak, Struma Vadisi Müslümanlarının, mübadele dışında bırakılmasını kabul edemeyeceklerini söylemişti. İngiliz delege: Ryan[95], Türk delegasyonunun, hiç şüphesiz yeni bir istekte bulunmuş olduğunu, “Batı Trakya” teriminin Konferans için tek anlamının, antlaşmalarla tanımlanmış olan anlamı olduğunu vurguladıktan sonra, “ne Roma tarihi, ne de çoğunlukla yanlış ve yüzeysel bilgiler veren Encyclopaedia Britannica, karşıt bir iddiaya dayanak olabilir” demişti.
Rıza Nur, İsmet Paşa’nın, Mesta Nehri’ni yalnız, müttefiklerin elindeki Trakya’nın sınırı olarak kabul ettiğini, yoksa asıl Batı Trakya’nın sınırı olarak kabul etmediğini; Sinop’ta tütün yetiştiren tek bir Rum olmadığı gibi, Samsun ekicilerinin çoğunun Türk olduğunu söylemekle yetinmişti[96].
Komisyonun sonraki günlerde yapmış olduğu toplantıların neredeyse tamamında, Struma Vadisi Müslümanları hakkında konuşulmuştu[97]. Başkan Montagna’nın, Komisyonun 19 Ocak 1923 günlü öğleden sonraki oturumunda, Türk delegasyonunun bu bölgenin mübadele dışı tutulması isteğinden vazgeçip vazgeçmediğini sorması üzerine söz alan Caclamanos, bu istek kabul edildiği takdirde, Türkiye’den gelecek 1.350.000 Rum’a karşı, Yunanistan’dan sadece 250.000 Müslüman’ın göç edeceğini söyledi. Rıza Nur’un, eşitliği göç edeceklerin değil, kalacak olanların sayıları arasında kurmak gerektiğini söylemesinden sonra, İngiliz delegelerinden: Yarbay Heywood, “Doğu Makedonya’nın varlıklı ve çalışkan Müslüman halklarını kazanmasının, Türkiye’nin çıkarına olacağını” öne sürmüştü. “Türkiye’nin çıkarının değil, fakat bu halkların isteğinin söz konusu olduğu“yanıtını veren Rıza Nur, Ryan’ın ısrarına rağmen, isteğinden vazgeçmediğini söylemişti[98].
Montagna, 22 Ocak tarihli toplantının öğleden sonra oturumunda, aynı soruyu yöneltince, bu kez Münir Bey, Mesta ile Struma arasında çok sayıda Müslüman bulunması nedeniyle, görüşlerini değiştirmelerinin çok güç olduğunu belirtmişti. Caclamanos’un, Türkiye’den Yunanistan’a gelmiş ve hala gelmekte bulunan yüz binlerce Rum’un daha çok düşünülmesi gerektiği; bunların durumunun, Doğu Trakya’da Rumların boşalttığı evlere yerleşebilecek olan: Yunanistan’dan gidecek Müslümanlardan daha acıklı olduğunu söylemesinden sonra Montagna, Türk delegasyonunun sorunu, gelecek oturumda yeniden inceleyebileceğini umduğunu dile getirerek, oturumu kapatmıştı[99].
24 Ocak tarihli toplantıda Türk delegasyonu, Montagna’nın ricası üzerine, Yunanistan’da mübadele dışında bırakılacak bölgeye sınır olarak Struma’yı almak konusundaki isteğinden vazgeçmişti. Rıza Nur, bu önemli ödüne karşılık olarak Yunan delegasyonundan, Struma Vadisi halkının, mübadele edecek son kafile olmasına rıza göstermesini istemişti. Montagna ve Fransız temsilcisi: De Lacroix tarafından hararetle desteklenen bu öneri, şu şekilde çözüme bağlanmıştı: Nüfus Mübadelesi Alt- Komisyonu, göçü denetlemek, kolaylaştırmak ve taşınmaz ve taşınır malların tasfiyesine girişmek üzere yetkili kılınacak karma komisyona, Mesta ile Struma arasına yerleşmiş bulunan ve mübadele kapsamına girecek olan halkların, bu mübadelenin son kafilesi olmasını önemle tavsiye edecekti. Sözleşmede açıkça belirtilmeyecek olan bu öneri, toplantı tutanağına yazılacaktı[100].
Caclamanos’un, bu çözümü kabullenmemek için gösterdiği müthiş direnci, Türkiye’nin soydaş ve dindaş merkezli savunma anlayışının, kısa vadeli başarısıyla açıklamak, yerinde olur kanısındayız. Bu çözümün, Batı Trakya’dakilere ilave olarak, mübadele işleminin tamamlandığı 1927 yılına kadar, yaklaşık 170.000 Türk ve Müslüman’ı daha, Yunanistan sınırları içinde tuttuğu ortadadır. Böylece, ulusal güvenliği zayıflayan Yunanistan’ın Türkiye sınırı, bir anlamda garanti edilmiş oluyordu. “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”ün imzasından sonraki birkaç yıl, Ankara’daki muzaffer kadro açısından çok önemliydi. Cumhuriyetin ilan edilmesinden, halifeliğin kaldırılmasına, eğitimin birleştirilmesinden, kılık kıyafetin değiştirilmesine, ülkeyi baştan aşağı yenileyen birçok adım bu dönemde atılmış, karşı devrimciler bu dönemde tasfiye edilmiş, Irak sınırının çizilmesi ve doğu sınırlarının güvenliğine ilişkin önemli girişimler, bu dönemde yapılmıştı.


* Ege Üniversitesi, İ.İ.B.F., Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim Üyesi: Doç. Dr.
[1] Bir şeyin başka bir şeyle değiştirilmesi, trampa, değiş tokuş anlamına gelen “mübadele”, Arapça bir isim olan “bedel” sözcüğünden türetilmiştir.
[2] 24 Temmuz 1923 tarihli barış antlaşmasının 14 maddesi ile, Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada’da yaşayan Rum-Ortodoks halk da, mübadele dışında bırakılacaktı
[3] Diğeri, aynı gün imzalanan: “Sivil Rehinelerin Geri Verilmesine ve Savaş Tutsaklarının Mübadelesine İlişkin Türk-Yunan Anlaşması” idi.
[4] Konferansta, Birinci Dünya Savaşı galibi emperyalist devletlerin, Yakın Doğu’da öteden beri gerçekleştirmek istedikleri, ancak çatışan çıkarları masaya yatırılacaktı. Böyle olduğu içindir ki, 21 Kasım 1922 günü yapılan ilk oturumda İsmet Paşa, konferansın “Lozan Konferansı” olarak adlandırılmasını istediğinde, İngiliz İmparatorluğu baş delegesi Lord Curzon, “Yakın Doğu İşlerine İlişkin Lozan Konferansı” demenin daha uygun düşeceğini belirtmiş ve önerisi uygun bulunmuştu. Konferansta alınan kararların yarattığı statükonun, bizler için taşıdığı derin anlam ve önem vurgulanırken, aynı kararların Türkiye sınırları dışında bıraktığı eski uyruklar üzerinde yaptığı etkiler unutulmaktadır. Bu bağlamda, toplandığı kenti referans alarak “Lozan Konferansı” demenin, konferansın büyüklüğünü ve bölgesel ölçekte önem taşıyan sonuçlarını, yerele indirgeyerek gölgelediğini düşünüyorum.
[5] İlk olarak: Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt: V; daha sonra: Misak-ı Milli ve Lozan Sulh Muahedesi 24 Temmuz 1923-Traité de Paix Signé a Lausanne le 24 Juillet 1923, Dışişleri Bakanlığı, Ankara, 1966.
[6] Lozan Barış Konferansı. Tutanakları Belgeleri, Çev: Seha L. Meray, Cilt: I-III, A.Ü. SBF Yayınları, Ankara, 1970-1972. Bu çeviri yakın geçmişte, Yapı Kredi Yayınları tarafından sekiz cilt olarak üç kez basılmıştır. Son baskının açık künyesi: Lozan Barış Konferansı tutanaklar- belgeler, İstanbul, 2003. Bilsel, Cemil, Lozan, Cilt: II, İstanbul, Eylül 1998, s. 503’te yazıldığı üzere, gerçekte bu tutanaklar ilk kez, Cemil Bilsel, Orhan Şemsettin ve Ahmet Reşit Beylerden oluşan bir komisyonun denetiminde, Darülfünun müderrisleri ve hariciyeden bazı memurlarca Türkçe’ye çevrilmiş ve basılmıştı: Şark-ı Karib Umuru Hakkında Lozan Konferansı. 1922-1923. Konferansta Tezekkür Olunan Senedat Mecmuası, İstanbul, 1340-1924. Eski yazı olan bu çevirinin, genç kuşak tarafından okunması ve anlaşılması mümkün değildir.
[7] Meray’ın başvurduğu temel kaynak şudur: Conférence de Lausanne sur les Affaires du Proche-Orient (1922-1923). Recueil des Actes dela Conférence. Paris, 1923. Meray, Fransızca tutanaklarda bulunmayan bazı konuşma metinlerini, Konferans tutanaklarının İngilizce’ye yapılmış çevirisinden: Lausanne Conférence on Near Eastern Affairs. 1922-1923. Records of Proceedings and Draft Terms of Peace, London, 1923 almıştır.
[8] Şimşir, Bilal, Lozan Telgrafları, Cilt: I-II, Ankara, 1990.
[9] Yeri gelmişken, bu arşiv hakkında çok önemli olduğunu düşündüğümüz ve çoğu meslektaşımın paylaştığı bir sıkıntıyı, dile getirmek isterim. Cumhuriyet tarihimize, deyim yerindeyse projektör tutabilecek bu arşiv, ne yazık ki akademisyenlere kapalıdır ve yakın gelecekte açılacağına ilişkin bir işaret de, ufukta görülmemektedir. Dışişleri bakanlığı çalışanlarınca yazılan veya şifahen söylenen: “Belgeler henüz tasnif edilmedi”, “Personelimiz  yetersiz” gibi mazeretler inandırıcı olmayışı gibi, kurumun saygınlığını da zedelemektedir. Her şeyden önemli olan, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkarlarına zarar verdiği gerçeğidir. İlgilenenler, Cumhuriyet Hükümetleri’nin şu veya bu dönemde izlediği dış siyasayı, başka ülkelerin dışişleri bakanlığı belgeleri üzerinden giderek yazmak veya öğrenmeğe mahkum edilmektedir. Bu yolla ulaşılan bilginin, sağlıklı olup olmadığını sorgulama şansı olmadığından, bazı yanlış kanaatlerin oluşmasının kaçınılmaz olduğu ortadadır. 
[10] Bunların belli başlıları şunlardır: İsmet İnönü Hatıralar, (Yay. Haz: Sabahattin Selek), Cilt: I-II, Ankara, Ekim 1985-Kasım 1987; Rıza Nur, Hayat ve Hatıralarım, Cilt: I-IV, İstanbul, 1967-1968; Orbay, Rauf, Cehennem Değirmeni Siyasi Hatıralarım, Cilt: I-II, İstanbul, Mayıs 2000 ve Karacan, Ali Naci, Lozan Konferansı ve İsmet Paşa, Ankara, 1943.
[11] Türkçe yayımları burada saymayacağız. Bunların sayısı oldukça fazla olup ilgilenenlerce malumdur. Yunanlılarca yayımlanan kitaplardan birkaçını zikretmek isteriz: Miheli, Liza, Göçmen Mevcudiyeti ve Kültür, (Prosfigon Vios ke Politismos), Atina, 1992; Ladas, Stephan P, The Exchange of Minorities; Bulgaria, Greece and Turkey, New York, 1932; Çulufis, Agelu, Yunan ve Türk Nüfusun Mübadelesi ve Her İki Tarafta Terkedilmiş Malların Kıymetlendirilmesi, (İ Andalagi Ellinikon&Turkikon Plithismon ke İ Ektimisi ton Ekaterothen Engatalifthison Periusion), Atina, 1989; Lamsidis, Georgios, 1922’nin Göçmenleri, (İ Prosfiges tu 1922), Atina, 1982; Pentzopulos, D, The Balkan Exchange of Minorities and its impact upon Greece, The Hague, 1962; Giannakopulos, Giorgos A, Göçmen Yunanistan, (Prosfigiki Ellada), Atina, 1992; Milletler Cemiyeti Göçmenlerin Yunanistan’da Yerleştirilmesi, (Kinonia ton Ethnon İ Engatastasi ton Prosfigon stin Ellada), Çev: Filoktitis ve Maria Veynoğlu, Cenevre, 1926.
[12] Tamamı Bıyıklıoğlu, Tevfik, Trakya’da Milli Mücadele, Cilt II, Ankara, 1987, s.s. 104-105’te okunabilecek olan bu talimatın, açık ve esnemesi mümkün olmayan iki maddesi vardı. Anadolu’da bir Ermeni yurdunun kurulmasını ve kapitülasyonları kabul etmeyen, birinci ve sekizinci maddeleri. Bu konularda baskı gelecek olursa, Türk delegasyonu hükümetine danışmaksızın görüşmeleri kesebilecekti ki, bu yeni bir savaşın göze alınması demekti.  
[13] Sinop mebusu olan ikinci delege: Rıza Nur, Cilt III, s. 982’de bu talimatı, “... avuç içi kadar bir kağıda sığan bir talimat” olarak tanımlamaktadır.
[14] Rıza Nur, Cilt III, s. 1005’te, “İsmet sade muhabere ile meşgul. Olan şeyleri Ankara’ya yazıyor ve oradan yazılan şeylere cevap veriyor” demektedir.
[15] Şimşir, Cilt I, s.s. 110-112’de, İsmet Paşa’dan, Büyük Millet Meclisi Riyaseti’ne çekilen, 20 Kasım 1992 tarih ve 8,9,10 numaralı tel.
[16] Bu makalede “müttefikler” sözcüğünden, Konferansa davet eden ülkelerden üçü: İngiliz İmparatorluğu, Fransa ve İtalya ile, tüm görüşmelere davet edilen ülkelerden: Amerika Birleşik Devletleri anlaşılmalıdır.
[17] Şimşir, Cilt I, s.s. 124-125’te, İsmet Paşa’dan Heyet-i vekile riyasetine gönderilmiş, 22 numaralı bu telgraf: “Müstaceliyetine mebni (Acil olması nedeniyle) üç misli para ile” çektirilmişti.
[18] Şimşir, Cilt I, s. 143’te, İsmet Paşa’ya gönderilmiş, 28 Kasım 1922 tarih ve 38 numaralı tel.
[19] Eylül ayında, Dr. Nansen’in İngiliz emellerine hizmet ettiğini belirten, güçlü kanıtlarla desteklenmiş bazı ihbarların Ankara’ya ulaşması, aslen Norveçli olan bu zatı, Türk makamlarının gözünde sabıkalı yapmıştı. Konuyla ilgili iki önemli belge için bkz. Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A. III-10-6-2, D-47, F-17-1’de, Lozan Türk Kongresi kaynaklı ve hariciye vekilinin 24 Eylül 1922 tarihli yazısı ve A. III-10-6-1, D. 46, F. 6, 6-1’de, Eco de Paris Gazetesi ve Roma kaynaklı, Hariciye Vekaleti Vekili Rıza Nur imzalı, 29 Eylül 1922 tarih ve 5950 numaralı yazı.
[20] Meray, Cilt I, 2003, s.s. 118-122’den özetle, siyasi gerekçe olarak barış; ekonomik gerekçe olarak ise, her iki tarafta terk edilen/edilecek topraklara yerleştirilecek  göçmenlerin, kendilerini besleyecek ürünü yazın (1923) hasat etmeleri söylemi öne çıkmaktadır.
[21] Rıza Nur, Cilt: III, s. 1041.
[22] Meray, Cilt I, 2003, s.s. 118-119.
[23] Başkanlığını, İtalyan delegesi Montagna (O sırada İtalya’nın Atina sefiriydi)’nın yaptığı bu komisyon, İngiliz İmparatorluğu, Fransa, Türkiye ve Yunanistan’ın vereceği birer üyeden oluşturulmuştu. Dr. Rıza Nur’un Türkiye’yi temsil ettiği bu komisyona daha sonra, Konferansta hazır bulunan tüm devletler üye göndermişti. Sivil rehineler ve savaş tutsakları sorunlarıyla ilgilenmekle de görevlendirilen bu alt komisyon, nüfus mübadelesiyle ilgili olarak kabaca; gönüllü ya da zorunlu mübadele sistemiyle, İstanbul’un ve Batı Trakya’nın özel durumlarını masaya yatırmıştı. Bu komisyonda yapılan tartışmaların ayrıntıları için bkz. Meray, Cilt I-II, 2003. Rıza Nur, Cilt III, s. 1043’te, bu alt komisyonun: “Ehemniyetine binaen zabıtlar tutuldu. Sonra Fransızca neşredilmiştir. Halbuki... diğer alt komisyonların zabıtları tutulmamış ve neşredilmemişti” denmektedir. 
[24] Şimşir, Cilt I, s.s. 159’da, 2 Aralık 1922 tarih ve 49 numaralı tel.
[25] Rauf Bey, 28 Kasım tarihli telgrafında, Ortodoks Rumlardan hiç söz etmemiştir. Bkz. Dipnot 16.
[26] Şimşir, Cilt I, s.s. 162-163.
[27] Osmanlı Devleti’nin yıllardır muzdarip olduğu: 1915 yılında tehcirle noktalanan Ermeni ihtilal hareketleri ve ittihatçı önderlere karşı, Berlin ve Tiflis’te yapılan suikast. 
[28] Şimşir, Cilt I, s. 172’deki, 6 Aralık 1922  ve 64 numaralı telgrafında Paşa: “ Yerli Ermenilerin Ermenistan’daki Türklerle mübadelesini kiminle görüşeyim? Ermenistan Hükümeti ile bir mübadele işini düvel-i müttefike (müttefik devletler) ile açmak, şark hudutlarını ve Moskova Muahedesini onlarla mevzubahis etmektir. Ruslarla görüşmek ise, o da Boğazlardan başka mesailimize (meselelerimize) onların iştiraklerine ve bu vesile ile Moskova Ahidnamesi’nin tekrar rüyetine (gözden geçirilmesine) imkan vermektir. Her ikisi yapılamaz ve onun için Ermenilerin mübadelesi mevzubahis edebilecek muhatap yoktur... Benim fikrim onlara vatandaş yüzü göstermektir” demekteydi.
[29] Şimşir, Cilt I, s. 174 ve 176’da, 7 Aralık 1922 tarih ve 70 ve 73 numaralı telgraflar.
[30] Şimşir, Cilt II, s. 296’da, 174 numaralı tel.
[31] Şimşir, Cilt II, s. 308’de, 1 Ocak 1923 tarih ve 170 numaralı tel.
[32] Şimşir, Cilt II, s. 313’te, 2 Ocak 1923 tarih ve 194 numaralı; s. 396’da, 17 Ocak 1923 ve 273-274 numaralı telgraflar.
[33] Türk delegasyonunun, Patrikhanenin İstanbul’dan kaldırılmasını istediği sırada gönderildiği anlaşılan, 253 numaralı bu telgrafın tamamı için bkz. Şimşir, Cilt II, s. 415. Telgrafın altında: “Baha Bey’in mütalaası” notu bulunmaktadır. Eski Adliye Nezareti, Mezahib (Mezhepler) Müdürü olan Baha Bey, Patrikhane ve kiliseler konusunda, görüşlerine başvurulmak üzere Lozan’a çağrılmış bir uzmandı.
[34] Oran, Baskın, Atatürk Milliyetçiliği Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme, Ankara, Ekim 1999, s.s. 175-177’den, 1930’lu yıllarda Türkiye’ye göçmek isteyen Gagavuz Türkleri, aynı gerekçeyle kabul edilmezken, Türk kültürüne kolaylıkla katılacakları varsayılan Pomaklar ve Boşnaklar, Türk olmadıkları ve Türkçe bilmedikleri halde Türkiye’ye göçürülmüşlerdi. 1934 tarihli İskan Kanunu’nda, Türkiye’ye göçmen olarak kabul edilmeyecekler sayılırken, “Türk olmayanlar” değil, “Türk kültürüne bağlı olmayanlar” ibaresi kullanılmıştır.
[35] Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Ankara, 1988, s. 8’de, “ Türk Milleti ve kültürü, hatta bir bakıma dilin kendisi, son bin yıl içinde mevcut olduğu şekliyle, hep İslamlık içine doğdular. Bugüne kadar Türk deyimi, putperest Çuvaş ve Hıristiyan Gagavuzlar gibi Türk aslından ve dilinden olsalar veya İstanbul Hıristiyanları ve Yahudileri gibi bir Türk devletinin vatandaşı bulunsalar bile, Müslüman olmayanlar hakkında hiçbir zaman kullanılmamıştır. Dobrucalı Gagavuzlar gibi Türkçe konuşan Hıristiyan halkı nitelemek üzereHıristiyan Türkdeyiminin kullanılması, şüphesiz bilim çevrelerinin mesleki diline münhasırdır ve Türkçe’ye çok yeni girmiştir (s. 15, dipnot 21).
[36] Dipnot 26’da açık künyesi yazılmış telgraf. Künyesi dipnot 15’te yazılı telgrafta da Paşa’nın, aynı hatırlatmayı yaptığı görülmektedir.
[37] İsmet Paşa anılarının, “Azınlıklar Meselesi” başlıklı bölümünün neredeyse tamamını, Lozan’da Ermeniler için yapılan lobi faaliyetlerine ayırmıştır. Bkz. İsmet İnönü Hatıralar, Cilt II, s.s. 79-86.
[38] Giannakopulos, s. 16’da yazıldığı üzere, Yunanistan’a gelen göçmenler hakkında  en sağlıklı veriler, 1928 tarihli nüfus sayımında derlenmiştir. Buna göre Yunanistan’da, 1.221.849 göçmen bulunmaktaydı. Bulgaristan, Kafkasya ve diğer bölgelerden gelmiş 117.633 göçmen çıkarıldığında, geriye 1.104.216 rakamı kalmaktadır. Mavrogordatos, G., Stillborn Republic: Social Coalitions and Party Strategies in Greece, 1922-1936, Univ. Of California Press, 1983’ten, bu göçmenlerin 1.017.794’ünün, 1922 yılından sonra geldiği anlaşılmaktadır. Öncelikle, bunlardan mübadil olmayanların sayılarını tespit etmek mümkün değildir. Öte yandan sayım, “Türk Ortodoksları”nın sayılarını net olarak tespit etmemizi sağlayacak bir tasnif sistemine sahip değildir. “Türkiye” genel başlığı altında: Küçük Asya (589.226); Doğu Trakya (229.578); Pontus (164.641) ve İstanbul (34.349)’dan gelenler gösterilmiştir. “Türk Ortodoksları”, Küçük Asya’dan gelen göçmenler  içindedir. Giannakopulos, Lozan Barış Antlaşması imza edildiğinde, Orta Anadolu ve Pontus’ta 190.000 Yunanlının bulunduğunu yazmaktadır (s.16). Şimşir, Cilt II, s. 214’teki, 14 Aralık 1922 tarihli bir telgraftan, TBMM Hükümeti’nin, Karadeniz’de biriken Rumları almak üzere, Yunan vapurlarının bayrak göstermemek ve Amerikan torpidosu refakatinde bulunmak şartıyla sefer yapmalarına izin verildiği anlaşılmaktadır. Lozan Barış Antlaşması’nın imza edilmesine kadar geçen yaklaşık yedi aylık süreçte bunların büyük bir kısmının tahliye edildiği varsayıldığında, 190.000 rakamının önemli bir kısmının “Türk Ortodoksları” olduğu söylenebilir.
[39] Keskin Piskopos Vekili Pavli Karahisarlıoğlu (Papa Eftim)’nun, Türk Kurtuluş Savaşı’nı şevkle desteklemesi, Orta Anadolu’nun Türkçe dilli Hıristiyanlarını, mübadele dışında bırakmaya yetmemişti. Mustafa Kemal’in, “Milli mücadelede bize tek başına bir ordu kadar hizmet etti” dediği Papa Eftim, 3 Ağustos 1924 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla, ailesi ile birlikte mübadele dışında tutulmuştu.
[40] Meray, Cilt II, 2003, s.s. 314-315.
[41] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 2-3.
[42] Bu düzenlemelerin ilki olan, 8 Ekim 1864 tarihli: Vilayet Nizamnamesi’yle önce Tuna, daha sonra aralarında Edirne’nin de bulunduğu birkaç eyalette (Halep, Trablusgarp, Bosna), yeni mülki sistem uygulanmaya başlanmıştı. Bu sistemin ayrıntıları için bkz. Usul-ü İdare-yi Vilayet, İstanbul, 1284/1867.
[43] Osmanlı Devleti, Berlin Antlaşması’nı imza etmiş olan yedi devletin delegelerinin katıldığı bir konferansı, 5 Kasım 1885’te İstanbul’da toplamış, halkı Müslüman olan Rodop Balkanı (Kırcaali ve Ropçoz Kazaları)’nın, Doğu Rumeli Vilayeti’nden ayrılarak Osmanlı idaresine bırakılması koşuluyla, 5 Nisan 1886’da ilhakı resmen tanımıştı.
[44] Bıyıklıoğlu, Cilt II, s. 3.
[45] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 68-69. Balkan Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan, 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması’yla, Midye-Enez çizgisinin batısında kalan Avrupa toprakları Balkan devletleri arasında paylaştırılıyordu. Bu paylaşımda Bulgaristan: Edirne dahil Doğu Trakya’yı da eline geçirmişti.
[46] Cemal Paşa Hatıralar İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı Anıları, (Tamamlayan ve düzenleyen: Behçet Cemal), İstanbul, Nisan 1977, s. 61.
[47] Bulgaristan’ın, Yunanistan ve Sırbistan’a kaybettiği bu savaşın ardından tarafların, 31 Temmuz 1913’te Bükreş’te başladıkları görüşmeler, 10 Ağustos günü bir barış antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmıştı. Bükreş Antlaşması diye bilinen bu antlaşma ile Yunanistan, savaş sırasında ele geçirmiş olduğu Batı Trakya’yı, Bulgaristan’a bırakmak zorunda kalmıştı. Osmanlı Devleti, Bulgaristan’la imza ettiği, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşması ile, bu karara katılmıştı.
[48] Enver, Talat ve Cemal Paşaların, İkinci Balkan Savaşı sırasında ve sonrasında Batı Trakya Türk halkı ve orada kurulan: “Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi” (Batı Trakya Geçici Hükümeti) ile olan ilişkileri, bu makalenin konusu dışındadır.
[49] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.97. Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, Kasım 1986, s. 197’den, Rus Dışişleri Bakanı’nın bu teklifi, 6 Ağustos’ta, Paris ve Londra’daki elçilerine, ayrıntılarıyla duyurduğu anlaşılmaktadır
[50] Aydemir, Şevket Süreyya, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt II, İstanbul, 1981, s. 526.
[51] Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Cilt I, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Yayınları, Ankara, 1970, s.s. 50-51.
[52] Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, s. 210.
[53] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s. 103.
[54] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s. 103. Bu pazarlıkları Türk tarafında, Mebusan Meclisi Reisi Halil Bey yürütmüştür. Ayrıntıları, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, s.s. 209-213’de okunabilecek pazarlıklar sonucunda, Osmanlı Devleti’nin yaptığı fedakarlığı, Halil Bey şu gerekçelere bağlamaktadır: Venizelos’un Yunanistan’da iktidara gelmesi; Tam o sırada İtalya’nın Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi; Sırbistan’a taarruz etmek isteyen Alman karargahının Türk-Bulgar ittifakı için baskı yapması ve İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Cephesi’ne takviye kuvvetleri getirmeye başlaması.
[55] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 183-186.
[56] Bu kararın alınması sırasında, İtalya Başbakanı Nitti ile, İngiliz İmparatorluğu Başbakanı Lloyd George arasında geçen tartışmalar için bkz.Olcay, Osman, Sevres Antlaşmasına Doğru (Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin Belgeler), Ankara, 1981, s.s. 493-496, 511 ve 518-519.
[57] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s. 184. Aynı kitabın, s. 145’ten sonraki bölümleri okunduğunda görülecektir ki, 1919 yılı başından itibaren Fransız kıtaları, Doğu Trakya’daki demiryollarının korunmasını (!) işini, Yunan birliklerine devretmişti. Trakya Seferi (1919-1923)( Epihirisis is Thrakin), (Yunan) Harp Tarihi Yayınları, Atina, 1969, s. 191’den, Yunan Ordusu’nun 24 Nisan 1920’de, Fransız birliklerinin boşalttığı Batı Trakya’yı işgal işini üstlendiği, 27 Mayıs 1920’de Serez Tümeni’nin Gümülcine ve İskeçe Tümeni’nin Dedeağaç’ı, 29 Mayıs’ta 9. Tümenin Karaağaç’ı ve 29-31 Mayıs tarihleri arasında İskeçe’nin işgal edildiği, 3 Haziran günü itibariyle ise, Batı Trakya’nın tamamının işgal edilmiş olduğu okunmaktadır.
[58] Bu konferanslar için bkz. Olcay, s.s. 587-594.
[59] Olcay, s. 592’de, Boulogne Konferansı’nda Fransa Başbakanı Millerand, Versailles’a gelmiş olan Damat Ferit Paşa’nın, 18 Haziran’da ikinci kez olarak ve iki haftalık (11 Temmuz’a kadar) bir erteleme istediğini söylemişti.
[60]Osmanlı Delegasyonu Tarafından Barış Konferansına Sunulan Genel Gözlemler” başlığını taşıyan, otuz dört sayfalık bu yanıtı değerlendiren bir yazı için bkz. Oran, Baskın, “Lozan’ın Öncülü Bir Onur Anıtı: Müttefiklerin Sevr Barış Antlaşması Tasarısına Osmanlı Hariciyesinin Yanıtı”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, Ankara, 1999, 257-265.
[61] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 297-298.
[62] Osmanlı hariciyesi, ittihatçıların Sofya Antlaşması (6 Eylül 1915) ile Bulgaristan’a terk ettiği, Meriç Nehri’nin batısındaki araziyi de talep etmekteydi.
[63] Barış antlaşması metninde, ufak tefek değişikliklerin yapıldığı bu konferansın ayrıntıları için bkz. Olcay, s.s. 595-598.
[64] Bu harekat hakkında bkz. Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 302-375 ve Trakya Seferi (1919-1923).
[65] Nutuk Söylev, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1987, s. 901’de, Paşa’dan bakanlar kuruluna gönderilmiş, 5 Eylül 1922 tarihli tel. Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A. III-10-6-1, D. 46, F. 4-1, 4-2’de bulunan belge bu sınırın,  İstanbul’da TBMM Hükümeti adına İtilaf Devletleri Yüksek Komiserleri ile görüşen Hamit Bey tarafından Ankara’ya önerildiği, Hariciye Vekaleti Vekili Rauf Bey’in bunu aynı gün Mustafa Kemal’e ilettiği anlaşılmaktadır.
[66] Nutuk Söylev, Cilt II, s. 905’te Mustafa Kemal’in, 29 Eylül 1922 tarihli bir müttefik notasına verdiği yanıtta, “Meriç ırmağına dek Trakya’nın hemen bize geri verilmesini istedim” demesi, dikkat çekmektedir. İsmet İnönü Hatıralar, Cilt II, s. 32’deki, Mudanya’da görüşmeleri yürüten yüksek komiserlerin, “Meriç’in batısına herhangi bir şekilde geçmenin yetkileri dışında olduğunu... bildirdiler” şeklindeki ifade, Mustafa Kemal’in hedefi neden küçülttüğünü açıklamaktadır. Bu koşullarda önderin, Meriç’in batısındaki toprak taleplerini, barış konferansına ertelediği söylenebilir.
[67] Tarih IV, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, İstanbul, 1931, s. 46.
[68] Bu oturumlarda yapılan hararetli tartışmalar için bkz. Meray, Cilt I, 2003, s.s. 19-98.
[69] Karaağaç’ın, Yunan tazminatı olarak alınıp alınmaması konusu, İsmet Paşa ile Başbakan Rauf Bey’in arasını bozmuş, Mustafa Kemal devreye girmek zorunda kalmıştı. Bu konuda bkz. Nutuk Söylev, Cilt II, s.s. 1026-1046; İsmet İnönü Hatıralar, s.s. 63-68 ve Orbay, Cilt II, s.s. 117-121.
[70] İsmet İnönü Hatıralar, Cilt II, s. 32’de, Mudanya görüşmeleri sırasında müttefikler, Karaağaç’ın da verileceğini söylemişlerse de, mütareke metnine bunu koymamışlardı. Rıza Nur, Cilt III, s. 1009’da, bu duruma İsmet Paşa’nın sebebiyet verdiğini, şu cümlelerle anlatmaktadır: “Maalesef bizi konferansa davet eden noktada da, hudut Meriç gösterilmişti. Mudanya müzakeresinde de İsmet, teferruata dikkat etmeyerek bunu böyle kabul etmiştir. İsmet’in dediğine göre, Mudanya’da vakıa İngiliz delegesi Karaağaç’ı da, Edirne ile birlikte alacağımızı söylemiş ise de, mütarekenamede kaydı yoktu. Gaflet edip bu kaydı yaptırmamıştı. Lafa itibar yoktur. Bazen imzalarına bile itibar etmeyen Avrupa diplomatları, lafı dinlerler mi?”.
[71] İsmet İnönü Hatıralar, Cilt II, s.s. 66-68’de, 6 Eylül 1915 tarihli antlaşmanın, bu duruma sebebiyet verdiğini belirtmektedir. Rıza Nur, Cilt III, s. 1010’da İsmet Paşa’yı, kendisine de haber vermeyerek, birdenbire plebisit görüşünü terk ettiğini söyleyerek suçlamaktadır.
[72] Rıza Nur, Cilt III, s.1012. Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, yüzölçümünün %3’ünü kaplayan Doğu Trakya’da, Rıza Nur’un işaret ettiği zaafı gidermek amacıyla, Çakmak Hattı adıyla bir savunma duvarı inşasına girişilmişti. Fransızların Maginot Hattı’ndan ilham alınarak başlanılan duvar, ithal inşaat malzemesinin neden olduğu yüksek maliyet nedeniyle bitirilememişti. Türkiye’nin en güçlü silahlı kuvvetini (Birinci Ordu), bu bölgede konuşlandırmış olması, elbette tesadüf değildir.
[73] Rıza Nur, Cilt III, s. 1043’te, müttefiklerin Hıristiyanları, askerlik hizmetinden istisna etmek istemelerine, şu gerekçelerle karşı çıkmaktaydı: “Behemehal (mutlaka) asker olmalılar ve istenilen yerde kullanılmalılar. Bunda kararlıyım... Türkler askere gidiyor, dükkanını kapatıyor, ticareti gidiyor. Hıristiyan ise kalıp zengin oluyor. Türk... çocuk yapamıyor, Hıristiyan yapıyor. Türk harpte kırılıyor, Rum kırılmıyor çoğalıyorlar... Rum ve Ermeni, askerlikten pek korkuyorlar... Demek kur’a yaşı Hıristiyanlar için bir hendektir. Bu suretle, mübadele ile atamayacağımız Hıristiyanları da, otuz yılda safra döker gibi dökeceğiz. Kırk elli yıl içinde, bu askerlik onları bitirecektir...”.
[74] Rıza Nur, Cilt III, s. 1077.
[75] Bir zamanlar Rumeli’yi fetheden Osmanlıların soyundan olanlar.
[76] Bu yurtsever gençlerden birinin yaşamöyküsünü yayınlamıştık: Berber, Engin, Kendi Kaleminden Teğmen Cemil Zeki (Yoldaş), Anılar-Mektuplar, İstanbul, Kasım 1994.
[77] Meray, Cilt I, 2003, s. 93’te, bu tespitin doğruluğunu, Komisyon Başkanı Lord Curzon’un, 25 Kasım sabahı yapılan oturumda itiraf ettiği okunmaktadır.
[78] Trakya Seferi (1919-1923), s.s. 191-192’den, Batı Trakya’daki “Ulusal Savunma Kolordusu”, 15 Haziran 1920 tarihine kadar, Tümgeneral Emmanuil Zimvrakakis’in komutası altındaydı. Serez (6.), İskeçe (12.), 9. ve 14. Tümenlerle, bir dağ topçu alayından kurulu olan bu kolordunun adı, 16 Haziran 1920’de “Trakya Ordusu” yapılmış ve başına sırasıyla: Korgeneral Zimvrakakis (16 Haziran-Aralık 1920); Korgeneral Andreas Momferatos (Ocak 1921-Nisan 1922); Korgeneral Georgios Hacianestis (21-31 Mayıs 1922); Tümgeneral Yoannis Dimitrakopulos (2-16 Haziran 1922). Doğu Trakya’nın işgali sırasında bu kolorduya, İzmir Tümeni ile, iki alaylı bir süvari tugayı katılmıştı. Merkezi Edirne’de bulunan Trakya Ordusu, 13 Haziran 1922’de, “Dördüncü Kolordu” adını almıştı. Bu güç, Anadolu’ya saldıran Yunan Ordusu’nun, 1/3’ne eşitti.
[79] Yunan Ulusunun Tarihi (İstoria tu Elliniku Ethnus), Cilt  IE, Atina, 1980, s.s. 234-235’te, Anadolu’daki Yunan Ordusu Başkomutanı: General Haci Anesti’nin, İzmir’deki İtilaf Devletleri konsoloslarına, şehre akmakta olan dağınık birlikleri toplamak üzere, Trakya’dan disiplinli bir tümenin beklenmekte olduğunu söylediği yazılmaktadır. Roda, Mihail, Yunanistan Küçük Asya’da (1918-1922) (İ Ellada sti Mikran Asia), Atina, 1958, s. 334 ve Pandelia, Dimitri, G., Kan ve Ateş, İzmir’in Son Günleri (Ema ke Pir, İ Teleftees Meres tis Smirnis), Atina, 1976, s.s. 63-64’ten, General Skarlatos komutasındaki Edirne Tümeni, 5 Eylül’de İzmir Limanı’na varmış ve Fesopulos’un emrindeki iki taburunu karaya çıkartarak, Menemen’e doğru yürütmüştü. Ancak, tek amacı eve dönmek olan Yunan askerleri durdurulamadığı gibi, Tümenin kalan kısmını karaya çıkmaya ikna için, yeni başkomutan: Georgios Polimenakos gemilere gittiğinde askerler, “çıkmıyoruz, evlerimize” diyerek hep bir ağızdan tempo tutmuşlar ve havaya ateş açmışlardı. Kısacası bu kuvvet aktarımı, zamanında yapılamamıştı.
[80] Bu tümenin hikayesini anlatan bir kitabı, Genelkurmay Başkanlığı Türkçe’ye çevirtmiştir: Ambelas, Dimitri Timoleondos, Yeni Onbinlerin İnişi, İstanbul, 1943.
[81] Trakya Seferi (1919-1923), s. 96 ve 101.
[82] Trakya Seferi (1919-1923), s. 102’de de, bu görüş öne sürülmektedir. Bıyıklıoğlu, Cilt I, s. 438’de, ihtilalci subayların bu hazırlıkları, İtilaf Devletleri’nin yardımıyla Doğu Trakya’yı kurtarmak için yaptığını yazmaktadır ki, katılmıyoruz. Yunanistan ve İtilaf Hükümetleri’nin, o sırada Türkiye’de, yeni bir maceraya atılmaya ne takati, ne de kamuoyu desteği vardı.
[83] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 453-454.
[84] Şimşir, Cilt I, s. 209’da 105 numaralı. Fuat Bey’in 1921 Eylülü’nden itibaren Bulgaristan sınırlarından, Batı Trakya’nın güney kısmına yaptığı akınlar konusunda bkz. Bıyıklıoğlu, Cilt I, s.s. 404-407.
[85] Şimşir, Cilt I, s. 417’de, İsmet Paşa’ya gönderilmiş 294 numaralı.
[86] İstanbul’daki dinleme istasyonları sayesinde, Lozan ile Ankara arasında gidip gelen birçok telgrafı deşifre eden İngiliz istihbaratının, bu durumu gözden kaçırması mümkün değildi. Söz konusu dinleme istasyonunun çalışmaları için bkz. Jeffery, Keith ve Sharp, Alan, “Lord Curzon ve 1922-23 Lozan Konferansı’nda Gizli İstihbaratın Kullanımı”, 70. Yılında Lozan Barış Antlaşması, Ankara, Haziran 1994, s.s. 145-153.
[87] İstiklal Harbinin Son Safhası (18 Eylül 1922: 1 Kasım 1923), Cilt II, Kısım VI, Kitap IV, Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi Resmi Yayınları, Ankara, 1969, s.s. 102-103.
[88] İstiklal Harbinin Son Safhası (18 Eylül 1922: 1 Kasım 1923), s.s. 103-104.
[89] Trakya Seferi (1919-1923), s.s. 140-145.
[90] Bıyıklıoğlu, Cilt I, s. 452.
[91] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, 67, Vesika 1510’da, Birinci Ordudan Garp Cephesi Kumandanlığına gönderilmiş, 30 Aralık 1922 tarih ve 6200 numaralı ordu emri örneği.
[92] Trakya Seferi (1919-1923), harita 10.
[93] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, 66, Aralık 1968 ve 67. sayıda yayımlanmış çok sayıda belgeden anlaşıldığı üzere, Konferans kesintiye uğradığı takdirde Türk Genelkurmayı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerine bir harekat yapacak, Trakya’ya geçirilmiş Türk birlikleri de, İstanbul üzerine yürütülecekti. Anladığımız kadarıyla Türk Genelkurmayı, müttefikleri İstanbul’dan atmayı, Yunan Ordusu’nun Doğu Trakya’yı olası bir işgaline tercih etmişti.
[94] Caclamanos, Yunanistan’ın Londra büyükelçisiydi.
[95] Bu şahıs, Mustafa Kemal’in Söylev’de (s.s. 9-10), ulusal varlığa düşman kuruluşlar içinde saydığı: Türkiye’de İngiliz Muhipleri (sevenleri) Cemiyeti’ne, Tevetoğlu, Fethi, Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara, 1988, s. 79’dan okunduğuna göre, destek veren İngilizler’den birisiydi. Kurtuluş Savaşı yıllarında, İngiliz İmparatorluğu’nun İstanbul’daki elçiliğinin baştercümanı olan Andrew Ryan hakkında Rıza Nur, Cilt III, s. 985’te şöyle yazmaktadır: “Mütareke zamanında pek mühim rol oynamış ve bir takım Türkleri milli hareket aleyhine sevketmiş olan İngiltere’nin İstanbul sefareti tercümanı Rayyan da müşavirler arasında”.
[96] Meray, Cilt II, 2003, s.s. 346-349.
[97] 20 ve 22 Ocak 1923 tarihli oturumlarda, bu konu görüşülmemişti.
[98] Meray, Cilt II, 2003, s. 352.
[99] Meray, Cilt II, s. 360.
[100] Meray, Cilt II, s.s. 371-372.