İSTİLA DEVİRLERİNİN
KOLONİZATÖR TÜRK DERVİŞLERİ VE ZAVİYELER *
KOLONİZATÖR TÜRK DERVİŞLERİ VE ZAVİYELER *
Prof. Dr. Ömer Lütfi BARKAN
Selçuk-Bizans hudutlarında yaşayan bir uç beyliğinin, diğer emsalinin mazhar olmadığı bir talihle, pek kısa bir zaman içinde tarihin seyrini asırlarca değiştirecek kuvvetli bir imparatorluk haline girivermesi hâdisesi, son zamanlara kadar birçok malûmları noksan bir muadele şeklinde vazedildiği veyahut Türk ırkının tarihî varlığı hakkında mevcut ve an’ane halinde müesses dar ve kısır noktai nazarlara esir kalındığı için, içinden çıkılmaz bir mesele teşkil etmekte idi.
Filhakika, koskoca bir imparatorluğun kuruluşu nev’inden muazzam bir hâdise, bizde uzun zaman, sadece Padişahların dirayet ve şecaati veya Allah’ın bu saltanatın kurucularına karşı gösterdiği lütuf ve inayet ile izah edilmek istenilmiştir. İlk Osmanlı membalarında kaydedilmiş görülen Sultan Osman’ın rüyası, mucize nevinden vukua gelen bu hâdisenin izahını ancak ilâhî takdir ile yapmak mümkün olduğuna inanışın bir ifadesidir.
Bu işin izah edilmesi matlup bir mesele teşkil ettiğinin farkına varan daha yeni ve ecnebi tarihçiler ise; Türkler hakkında tetkik edilmeden kabul edilmiş batıl itikatları kafalarına koymuş olmalarından ve meseleyi muhtelif cephelerden ve/daha geniş kadrolar içinde mütalaa etmeğe hazırlıkları ve ellerinde mevcut malzeme kâfi gelmediğinden, içinden çıkılmaz faraziyelerle tarihî hakikati tahrif etmeğe mecbur kalmışlardır. Meselâ, henüz son zamanlarda bu meseleyi tetkik etmiş bulunan Gibbons gibi müelliflere göre; Osmanlılarla Asya insan kaynakları arasındaki muvasalanın rakib civar beylikler tarafından kesilmiş olması lâzım geldiğinden, bu devletin kurulması için lüzumlu unsurlar ancak yerli Rumlar arasından tedarik edilebilirdi. Bu görüş tarzına nazaran yeni İslâm olmuş Türklerle İslâmlaşan Rumlardan hasıl olan Osmanlı milleti faraziyesi, bütün müşkülleri hal ile lâzım gelen izahın anahtarını vermiş oluyordu. Bu suretle Türkler, ancak bu sayede yeni ve büyük bir devleti kurmak için lâzım gelen idarecileri, imparatorluk harblerinde kan dökecek askeri bulmuş ve Osmanlı imparatorluğunu Osmanlılaşmış Rumlar ve Bizans’ta gördükleri teşkilât ile kurmuş oluyorlardı.[1]
Aşikârdır ki, ilmî olmak ve izah etmek iddiasında bulunmalarına rağmen, esaslı tetkiklere istinat ettirilmeyerek ortaya atılan bu nevi faraziyeler, sadece göçebe olduğu zannedilen Anadolu Türklerinin yalnız başına bir imparatorluk kurmadıklarına ve kuramayacaklarına ait olan batıl, fakat düne kadar umumî bir itikada istinad etmekte ve, herhangi bir tenkide dayanamayacak kadar esassız bulunmaktadırlar.
Osmanlı imparatorluğunun menşe’leri ve kuruluşu meselesine dair yapılan tetkiklerin şimdiye kadar saplanıp kaldığı bu dar ve an’anevî telâkkilerin manasızlığını, son zamanlarda neşrettiği etüdlerinde[2] Prof. Fuad Köprülü, ilim âlemine göstermiştir. Üstadın Orta Zaman Türk Tarihinin bu çok mühim olduğu kadar çok davalı da olan meselesini büsbütün yeni bir şekilde vazetmiş olmak itibariyle, ilme ve ihtisasa feyizli çalışma yolları açan etüdlerinin bazı ana fikirlerini burada hatırlatmağı münasip görmekteyiz. Çünkü ancak bu sayededir ki, makalemizin mevzuunu teşkil eden meseleyi ne münasebetle ve hangi görüş tarzının tesiri altında tetkik etmiş olduğumuz daha iyi anlatabileceğimizi zannediyoruz. Filhakika, etüdümüzün esaslarından birçokları, Prof. Fuad Köprülü’nün kitablarında daha evvel vaz ve işaret ettiği mühim meselelerden bir kaçının daha muayyen ve mahdud kadrolar içinde ve elde mevcut arşiv malzemesiyle işlenmesi suretiyle bir kıymet ve mâna kazanabilmişlerdir.
Şu halde Prof. Fuad Köprülü’nün kuruluş meselesini vazediş şekli nedir, ve ne için bir çok hâdisatın anlaşılması ve izah edilmesi için kendimizi vazetmemiz zarurî olan noktai nazarı temsil etmektedir?
Her şeyden evvel, müellifin ortalığı mevcut hazır fikirlerden temizlemek için kullandığı sıkı ilmî tenkid usulünü tebarüz ettirmek münasib olur. Böyle bir tenkid karşısında ilk Osmanlı membalarının izah tarzı kadar, düne kadar yabancı âlimlerin saplanıp kaldıkları noktai nazarlar da kıymetini tamamen kaybetmekte ve zamanımızın ilmî tarih usullerine göre gerî, ve kör körüne ananeci gözükmektedirler. Şöyle ki:
İlk Osmanlı membalarının, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu izah ederken Osmanlı Padişahlarının mensub olduğu soyun nereden ve ne zaman geldiğine, dînine, uç beyliklerinde bulundukları zamanki sosyal hacimlerine, göçebe, köylü veya şehirli oluşlarına, hristiyanlar ve diğer Türk beylikleri ile olan münasebetlerine ait verdiği malûmat eksiktir ve baştan aşağı yeniden tetkike muhtaçtır. Bundan başka, meselenin anlaşılması için bilinmesi şart olduğu halde, Osmanlı imparatorluğunun teşekkül edeceği sıralarda Anadolu’nun içinde bulunduğu siyasî ve sosyal vaziyet de, şimdiye kadar, ilmî bir şekilde tetkik edilmiş değildir. Bu sebeble, Osmanlı membalarında olduğu kadar, Garblı tarihçilerin eserlerinde de Osmanlı tarihi bir göç hikâyesiyle başlar: Dört yüz çadır halkından cihangirâne bir devlet kuran aşiretin Bizans hududlarında yerleşdiği yer, Bahri Muhit ortasında yalnız başına bir ada gibi, Türk ve İslâm dünyasından uzaktır. Bu itibarla, sürülerine otlak aramak üzere buralara kadar gelmiş olan bu göçebelerin bir müddet sonra muntazam bir ordu teşkil ettikleri, bir imparatorluk kuracak kadar çoğaldıkları görülünce hayrete düşürmektedir. Halbuki, Prof. Fuad Köprülü’nün yapmak istediği, şekilde, hadisata biraz daha geriden ve ilmî bir gözle bakmak sayesinde bu nevi hayretlere mahal bulunmadığı ve her şeyin izahı mümkün bir şekilde cereyan ettiği anlaşılmaktadır:
Osmanlı tarihi, bütün diğer tarihler gibi, bir hanedanın destanını yapmak isteyen tarihçilerin kaydettikleri şekilde münferit ve müstakil bir seri vekayiden ibaret değildir. Her hâdise kendisini hazırlayan bir sürü sosyal, ekonomik ve dinî şartlarla işlenmiş ve haricî tesirlerle dünya yüzünün değişmesi nev’inden bir oluşla yavaş yavaş tabiî olarak hazırlanmıştır. Bu bakımdan siyasî şahsiyetler ve vekayi arkasında onları hazırlıyan içtimaî sebebleri aramak lâzımdır.
Böyle ilmî ve derin sebebleriyle Anadolu tarihi tetkik edilecek olursa, Osmanlı târihi XIII. asırda Anadolu’da cereyan eden sosyal ve siyasî büyük tahavvüllerin bir temadisi gibi gözükecek ve bu sayede bir çok meseleleri anlaşılmağa daha yakın bir şekilde vazetmek imkânı bulunacaktır. Esasen, her şeyden evvel hatırda tutmak lâzım gelir ki, daha Selçukîler zamanındaki Anadolu fütuhatı da, garbe doğru devam eden büyük Türk muhacereti için, sistematik bir iskân ve kolonizasyon işi olmuştu.
Nitekim Prof. Fuad Köprülü tarihi vesikalarda, XII. ve XIII. asırlara doğru yapılan büyük çapta iskân işlerine ait mevcut kayıtları tetkik ve toponymie tetkikatıyla tamamlamak suretiyle, Selçukîlerin iskân siyasetlerinin bazı esaslarını tesbit etmek imkânı bulunduğunu kaydetmektedir. Anadolu’da muhtelif tarihlerde vukua geldiği muhakkak olan mühim hacimlerdeki nüfus hareketlerinden başka, vekayiin ilmî bir şekilde anlaşılması için aynı surette ehemmiyetli olan, Anadolu’daki nüfusun göçebe, köylü ve şehirli nisbetleriyle; orta Asya, Mısır, Suriye ve Rusya arasındaki büyük muhaceret ve ticaret yolları üzerinde kurulmuş olan Selçuk devletinin ekonomik ve kültürel terakkileri gibi mühim meseleleri de gözden geçirmek lüzumuna kani olan Profesör, ayrıca Moğol İstilâsıyla Anadoluda hadis olan yeni vaziyet üzerinde bilhassa durmak lâzım geldiğini tebarüz ettirmiştir.[3]
[1] Gibbons’un Türkçeye Prof. Ragıb Hulusi Özdem taralından Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu (Türkiyat Enstitüsü neşriyatından) nâmı altında çevrilmiş olan kitabının bazı fasıllarının ismini gözden geçirmek bu hususta kâfi bir fikir verecek mahiyettedir: Birinci mebhas: Osman, tarihde yeni bir ırk zuhur ediyor (s. 1-38). İkinci mebhas: Orhan, yeni bir millet teşekkül ediyor ve garb alemiyle temasa geliyor (s. 39-91).
[2] Leş origines de l’Empire Ottoman (Paris 935) nâmındaki eser, Profesörün Sorbon Üniversitesinde Türk Etüdleri Merkezi’nde verdiği konferansların bir araya getirilmesi suretiyle vücude gelmiştir.
Aynı müellifin 1933 senesi Varşova’da toplanmış olan beynelmilel tarihi ilimler kongresi’nde yaptığı bir komünikasyonun mevzu’unu teşkil eden Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkında Bazı Mülâlıazalar ismindeki etüdü de Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası’nın birinci cildinde neşredilmiş bulunmaktadır, (sf. 165-313). Bu meseleye dair, yine aynı müellifin, Hayat Mecmuasında (sayı 11 ve 12. 1924) çıkan tenkidi makalelerine bakınız.
[3] Zikredilen eser, p. 38-41.
[4] Zikredilen eser, p, 39, 58-59, 118, 120.
[5] İsmi geçen eser, p. 17.
[6] Bu hususta Glese’nin tercümesi Türkiyat Mecmuasının I. cildinde (st. 151-171) neşredilen makalesi ile, bu makale hakkında Fuat Köprülü’nün Hayat Mecmuası’nda yazdıklarına (sayı 11 ve 12, 1922) bakınız. F. V. Hasluck’un Prof. Rağıp Hulusi tarafından Bektaşîlik tetkikleri nâmı altında tercüme edilen (1928) makalelerine de bakiniz (st. 83).
[7] Zikredilen eser. p. 109-111.
[8] Prof. Fuat Köprülü, Osmanlı heyeti içtimaiyesinin bünyesindeki hususiyetlerle o zamanlar mevcut sosyal fikir propagandalarının nasırı dikkati celbedecek mahiyette olduğunu göstermek için, Avrupa’da rönesansın öncülerinden biri gibi telâkki edilen fakat hayatının bir kısmını Türkler arasında ve Osmanlı sarayında geçirmiş olan Pleton isminde bir zatın memleketinde ortaya attığı sosyal reform fikirlerinin teşekkülünde İslâm âleminde o zamanlar mevcut dinî ve sosyal cereyanlardan ve Türk cemiyetinin sosyal bünyesini taklit arzusundan mülhem olup olmadığının tetkike değer bir mevzu olduğunu kaydediyor (p. 112).
Tarihçilerin daima kaydettiği üzere, Osmanlı idaresinin yabancıları cezbeden «âdilâne» hareketinin mevcudiyetine de istinad ederek bu fikrin doğru olduğunu kabul edebiliriz.
[9] Bu etüdümüz ve bunu takip edecek olanlar, Osmanlı İmparatorluğunda, Kuruluş Devrinin Toprak Meseleleri ismini taşıyacak olan eserimizin medhali mahiyetindedir ve zaviyetlerle dervişlerden sadece toprak meselelerinin şu veya bu şekil almasında mühim bir âmil olmuş olan bir iskân ve kolonizasyon metodu münasebetiyle bahsetmektedir. Okuyucularımızdan makalemizi bu husustan göz önünde bulundurarak mütalâa etmelerini bilhassa rica ederiz.
* İktisat Fakülteleri Mecmuası’nın III. cildinden başlayarak Osmanlı İmparatorluğunda, Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler başlığı altında neşredilecek olan yazılar.
[10] Prof. Fuat Köprülü, İnfluence du Chamanisme Turco - Mongol sur les ordres mysttiques musulmans Memoires de l’tnstitut de Turcologle de l’universite d’İstanbul, 1929.
[11] Bizim burada tedkik ettiğimiz dervişlerle XVI. asır eski Osmanlı şâirlerinin tasvir ettiği şekilde, çıplak gezen, esrar yiyen, kaşlarını, saç ve sakallarını tıraş eden, vücutlarında yanık yerleri ve dövme Zülfikar resimleri ve ellerinde musikî âletleriyle dolaşan serseri dervişler arasında büyük bir fark mevcud bulunması lâzım gelir. Prof. Fuad Köprülü, Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde yazdığı abdal maddesinde; XVI. asırdan beri Türkiye’de yaşayan abdal lâkaplı şeyhler ile abdallar yahud ışıklar ismi verilen derviş zümreleri hakkında izahat verirken, onları bir takım gezginci derviş zümreleri gibi tasvir etmiştir. Bu İzahata göre onlar âyin ve erkân İtibariyle olduğu gibi akideleri bakımından da müfrit Şii ve Alevi heterodoze bir zümre idi (sf. 36). Diğer serseri derviş zümreleri gibi evlenmeyerek bekâr kalırlar ve şehir ve kasabalardan ziyade köylerde kendilerine mahsus zaviyelerde yaşarlardı. Bunların arasında bilhassa daha fazla Kalenderiye tarikatından müteessir olanların dünya alâkalarından tamamen uzak olmak, geleceği düşünmemek, tecerrüd, fakr, dilenme ve melâmet başlıca şiarlarıdır. Bununla beraber, bütün Rum abdallarının her zaman ve her yerde dilencilerden, serseri ve çingene dervişlerden ibaret olduğunu farz etmek doğru değildir. Esasen, Prof. Fuad Köprülü de bütün abdalların ayni seklide yaşamadığını ve bazı abdal zümrelerinin, mucerred kalmak prensibinden ayrılarak, sair Kızılbaş zümreleri kabilinden bir secte halinde Türkiye’nin muhtelif sahalarında köyler kurup yerleşmiş olmaları ihtimalini kaydediyor. Aynı suretle Profesör, İran Türk aşiretleri ve Hazer ötesindeki Türkmenler arasında abdal adını taşıyan Türk oymaklarına tesadüf edilmesini ve Eftalit’lerin daha asırlarca evvel abdal adını taşımış olmalarını da tedkike şayan görerek hatırlatmıştır. Bu vaziyette, abdal sözünün bir tasavvuf ıstılahı olmadan evvel bir aşiret veya zümre ismi halinde bulunup bulunmadığı ve bu nam altındaki bütün dervişlerin bidayette Orta Asya’dan gelmiş abdal aşiretlerinin mümessili birer aşiret evliyası olup olmadığı meselesi tedkike muhtaç gözükmektedir. Serseri derviş zümrelerinin döküntülerinin toprağa yerleşerek köyler vücude getirecek yerde, köyler vücuda ektirecek şekilde toprağa yerleşmekte olan göçebe aşiretlerin bir takım, derviş zümreleri meydana getirmeleri daha fazla muhtemeldir. Esasen Prof. Fuad Köprülü de, bu abdalların kendilerini Horasan’dan gelmiş göstermelerini, eski Oğuz rivayetlerinin aralarında hâlâ yaşamasını, bunların etnik menşe’lerinin yâni Türklüklerinin tesbiti bakımından çok mühim addetmekte (sh. 39) ve abdalları Türklüklerinden en ufak bir şüphe bile caiz olmayan ve eski Türk şamanizminin izlerini hâlâ saklıyan Anadolu Alevi Türklerinden ayırmağa imkân görmemektedir. Şu halde, abdalların dilencilerden ve çingenelerden ibaret olacağına tıpkı bu Alevî Türkler gibi, kısmen göçebe olmakla beraber, kısmen de eski zamanlardan beri toprağa bağlanmış ve ekincilik hayatına geçmiş Türk oymaklarından çıkmış olmaları lâzım gelmez mi? (26 numaralı nata da bakınız)
[12] Bu nevi rüya hikâyelerinin tarihî bir hakikat gibi telâkki edilemeyeceği ve Prof. Puad Köprülü’nün tedkiklerinin gösterdiği gibi, onların Reşidüddin’de ve Paris nüshası bir Anonim Selçukname’de daha evvel kaydedilmiş bulunan eski Bir Oğuz efsanesinin yeniden canlandırılmış bir şeklinden ibaret olduğu muhakkak ise de; biz yine, ilk Osmanlı menbalarmın buna benzer hikâyeler ile derviş menakıbını süslemek için kullandığı motifleri hatırlatmanın, hiç olmazsa bu tarihçilerimizin yazdıkları zamanlarda, kuruluş devrine aid kanaatlerin mahiyetini anlatmak bakımından faydalı olabileceğine inanıyoruz. Bu sebeble burada, bu nevi derviş menakıbını, bu menakıbın teşekkül ettiği zamanın psikolojik halini ve onun arkasından tarihi hakikatin kendisini bulabilmek gayesiyle tahlil ediyor ve bu arada mevzuubahis hikayelerde umumiyetle dervişlere atfedilen nüfuz, çokluk ve toprakla alâkadarlık vasıflarını hakikatin yakın bir ifadesi olarak alıyor ve onlarla umumi nüfus ve arazi tahriri defterlerindeki kayıtları yekdiğerlerini tamamlar vaziyette görüyoruz.
Evliya menâkıbının, birçok dervişleri ziraatle meşgul ve toprak işleriyle ilgili gösterdiği gibi, Osman Bey’i de gece ve gündüz çift sürmekle meşgul olarak tasvir etmesi mânâlıdır. Bu hususta İstanbul şehri İnkılab Müze ve Kütüphanesinde M. Cevdet yazmaları arasında (Küçtik boy) 5 numarada kayıtlı bulunan Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli sf. 157’ye bakınız. Aynı suretle halk ağzında dolasan ve bektaşi dervişini elinde çapa tasavvur eden şu söz de manalıdır: “Bektaşinin çapası, mevlevinin çivisi...”
[13] Yukarıda ismi geçen Türk Halk Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki Kumral Abdal maddesine bakınız (sf. 58).
[14] Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devirlerinde dinî tarikat ve teşkilatın oynamış olduğu rollere mümasil tesirleri, son zamanların tarihi vak’alarında da müşahede etmek mümkündür. Hasluck, Turkçe’ye Bay Ragıb Hulusi taralından Bektaşilik Tedkikleri namı altında tercüme edilen (1928) etüdlerinde bu hususda dikkate şâyân misaller vermektedir: Yanyalı Ali Paşa (vefatı 1822)nın Tisalya ve Arnavudlukta tesis ettiği bektaşî tekkeleri tamamen siyasî maksadlar için kullanılmıştır. Her biri en işlek yollara hakim sevkulceyş noktalarında kâin olan bu tekkeler, etraflarındaki ahali için siyasî içtima merkezleri idi. Mesela, Tisalyada Tempe boğazı medhalindeki Hasan Baba tekkesi, o boğazdan geçen mühim bir ticaret yolunun kontrolü için Ali Paşa tarafından tesis ve himaye edilen bir bektaşî tekkesi idi. Tırhalada da bizzat Ali Paşa tarafından inşa edilen ve mühim bir geçidi murakabe eden büyük ve mamur bir tekke mevcuddu (et. 35). Ali paşa bu tekkelerin şeyh ve müridlerini muntazam memurlar gibi kullanıyordu.
Tekkelerin halk üzerindeki nüfuzundan istifade etmek için, bu sıralarda Rumeli ve Anadolu’da teşekkül eden ayan ve mütegallibe de tekke ve tarikatlerle sıkı bir münasebet halinde idiler. (sf. 32) Haluck’a göre, bu yarı müstakil derebeylerinin, ahenk ve müsalemet içindeki idareleri ve Hristiyanlara karşı muameleleri arkalarında mevlevîlik ve bektâşîlik gibi hür prensipli dinlere aid serbest teşkilatın mevcud olduğunu farzettirir. Osmanlı imparatorluğunda son zamanlara kadar devam eden Mevlevî-Bektaşi nüfuz mücadeleleri de herkesin malûmudur. Yeniçeriler Bektaşilik tarafından tutulmakta idi. Sultan Mahmud devri ıslahatında yeniçerilikle birlikte Bektaşiliğin de mahkûm edilişinde Mevlevî teşkilatı büyük bir rol oynamış gözükmektedir (sf. 132). Yeniçeri-Bektâşî ittifakının pervasız bir düşmanı olan vezir Hâlet Efendi, mevlevilerle sıkı bir münasebet halinde idi. Galatadaki Mevlevîhâneyi o yaptırmıştı.
Ñ Baba Muhlis hakkında naşir Âli beyin ilâve ettiği not: Cengiz fetretinde Anadolu’ya gelerek Amasya kurbünde bir mahalde tavattun eyleyen Şeyh Baba İlyas Horasanı’nın oğludur. Devleti Selçukiyenin inkısamında altı ay Konya’da Emir olmuş ve badelistifâ sultan Osman ile gazalarda bulunmuştur. Âşık paşanın pederidir.
[15] 9 numaralı nota bakınız.
[16] Cilt: II, s.9, 16.
[17] Derviş ve zaviyelerin hakiki hüviyet ve mahiyetleri ile, sarih bir şeklide yer tayin etmek suretlle onların coğrafi yayılış tarzlarını, adetlerini ve dervişlerin ellerindeki vesikalara nazaran zaviyelerin tercüme-i hallerini ve muhitleriyle olan münasebetlerini nakleden bu kayıtların, Fâtih Mehmed, Selim ve Kanuni Süleyman devirlerinde yaptırılmış elan umumi nüfus ve arazi tahriri defterlerinde resmî bir vesika mahiyetini kazanarak muhafaza edilmiş bulunmaları onların kıymetini büsbütün arttırmaktadır. Her hangi bir seyyahın tesadüfen naklettiği sathî müşahedelerden veya halk arasında nakledilen rivayetlerin toplanması suretiyle elde edilen malûmattan farklı olarak bu kayıtlarda tahrir eminleri bir devlet memuru sıfatiyle bizzat mahallinde yaptıkları tedkiklerle bu dervişleri isimleriyle kaydetmişler ve bilhassa zaviyelerin eşyasını, tarlalarını, değirmen ve bahçe gibi emlâkini ayrı ayrı sayıp dökmek, mevkiin ehemmiyeti ile zaviyenin ifa etmekte olduğu vazifeler ve bu vazifelere mukabil istifade ettiği imtiyaz ve muafiyetleri ayrı ayrı bildirmek suretlle bizim için çok kıymetli malûmatı toplamışlardır. Bu tahrirlerin mahiyeti hakkında İktisad Fakültesi Mecmuası’’anı ikinci cildinde neşrettiğimiz makalelere bakınız. (Osmanlı İmparatorluğunda Büyük Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri)
[18] Bu şekilde mutarıza içinde zikredilen rakamlar, tetkikimizin sonunda sıralanmış olan Kayıtların sıra numaralarıdır.
[19] Cild: I, sf. 331.
[20] Not. 11
[21] Cild: II, sf: 133, 137. (Hoca Ahmed Yesevi’den cihaz-ı fakrı kabul idüb diyarı Rumda sahibi seccade olmağa izin almış ve üç yüz yetmiş fukarasıyla Kaligra sultan ser çeşme-i fukara olduğu halde, Rumda Orhan Gaziye gelüb sığınmıştı. Bursa fethinden sonra, Hacı Bektaş Kaligra sultanı yetmiş kadar fukarasıyla Moskov, Leh, Çek Dobruca diyarlarına gönderüb Rum erenlerinden olmağa izin vermişti.)
[22] Topkapı Sarayında, Hazine Kütüphanesi Kitabları arasında No. 1612 ye bakınız.
[23] Hasluck yukarda ismi geçen etüdlerinde, Evliya Çelebi tarafından tesbit edilen Saltuk Menkıbesini tedkik ile, Sarı Saltuğun Kırımdan gelen muhacir Tatar kolonları tarafından Baba çağa ithal edilen bir aşiret evliyası olduğunun farz edilebileceğini (sf. 68) ve onun Kırım’da Sodak civarındaki şehre ismini veren Baba Saltuk ismindeki veli olması lâzım geldiğini, ilk defa İslâmiyeti kabul etmiş bir Türk hükümdarı olmak üzere maruf efsanevî bir şahsiyet olan Saltuk Buğra (944-1038) ile Sarı Saltuk arasında bir sirayet hadisesi mevzuubahis olabileceğini, Kürd halk rivayetlerinde mevcud Sarı Saltı unvanlı dervişin Sarı Saltık efsanesinin garba doğru intikalinde bir menzil teşkil ettiğini söylüyor. Sarı Saltuk ancak bilâhare ziyâretgâha memur edilen dervişler ve halefleri tarafından Hacı Bektaş halkasına idhal edilmiş bir aşiret evliyasıdır. Sarı lâkabı umumiyetle aşiretlerin inkısama uğrayan şubelerini ayırd etmeğe yarayan renk sıfatlarından gelmektedir. Yine Hasluck’a göre, bu mıntakada teşekkül eden Sarı Saltuk menkıbeleri arasında Bulgar halk rivayetlerinde İlyas Peygambere aid bulunan menkıbeler mevcuddur. Arnavudlukda ise eski Ayayorgi hikâyeleri kontrolsüz bir şekilde benimsenilerek, eski Hristiyan bir azizin yerine bir Müslüman evliya kaim olmuştur.
[24] Menşe ve teşekkül tarzı ile hizmet ettikleri gayeler ve kullandıkları usuller bakımından muhtelif türbe ve tekke tipleri bulunabileceği ve hattâ zamanla ayni tekkenin hayatında büyük değişiklikler olabileceği aşikârdır. Bu hususda Husluck’un yukarda 14 numaralı notta ismi geçen etüdlerinde etraflı malûmat vardır. Zaviye tipleri arasında Anadolu’da Seyyid Battal Gazi, Hüseyin Gazi, Melik Gazi ile İstanbul’daki Eyüb Sultan türbeleri gibi sekizinci ve dokuzuncu asırların mücadeleleri esnasında ölmüş bulunan Arab kahramanlarının mezarları olduğu farzedilen yerlere hususi bir mevki ayırmak lâzım gelir. Bu mezarlar çok defa bir rüya veya keramet vak’asile keşf ve tesblt edilmiştir. Bundan başka Hasluck’un dikkate çok değer bazı misallerini verdiği üzere Osmanlı devrindeki zaviyelerden bir kısmının eski Hıristiyan azizlerine atfedilen halk peristişgâhlarının yerinde kurulması ve bir müddet sonra oralarda gömülü farz edilen azizlerin ismi değiştirilerek Türk fütuhatı devirlerine mensub gösterilmesi ve bazı tekkelerin eski manastırlar olması da mümkündür. Bu suretle bu mezar hakkındaki mahalli eski halk itikadlarının İslâmileşmiş bir şekil altında devam edeceği tabiidir. Bazı yerlerde tekkenin veya iki taraflı peristişgâhların mecnunlar, sar’alılar ve kısır kadınlar üzerinde şifa verici bir şekilde müessir olmak hususunda haiz oldukları farz edilen hassalarından Hıristiyan ve Müslüman halkın müştereken istifade etmekte bulunmaları ile son zamanlarda bektâşîlerin diğer tarikatlerin mübarek yerleri ile birtakım aşiret ziyaretgâhlarını benimsemek için kullandıkları usullerin müessiriyetine aid misaller bu hususdaki imkanların nevileri hakkında dikkate şayan misaller vermektedir. (sf. 24, 27)
Zaviye kurmak için vesile ittihaz edilen sebeb ne olursa olsun, o zamanki iktisadi ve içtimai bünyenin ve dini hislerin tabii ve zaruri bir neticesi olarak her tarafta zaviyeler kurmak ve hayatı bu zaviyeler etrafında manalandırmak ve teşkilâtlandırmak büyük bir ihtiyaç halinde hissedilmektedir. Devrin hususî şartları içinde zaviyelerin tebarüz ettirilmeğe değer bir mâna ve vazifesi olduğu şüphe götürmez bir hakikattir. Bu dikkate şayan kudret tezahürlerine, dinî ve tasavvufî cereyanların kendi organlarını yaratma faaliyetine bilhassa köylerde tesadüf edilmesi ise; o devirlerde köy hayatının bugün olduğu gibi şehirlerin tabii artık ve ek bir mevcudiyeti yaşamaktan ibaret olmaktan ziyade; kendilerine mahsus bir âlemi ve hayatı yaratmakta devam edecek kadar müstakil ve hayatiyeti bol bir uzviyet teşkil ettiklerini bütün hayat prensiplerini kendi içlerinde bulduklarını, kuvvetli bir şekilde köklerinin kendi toprakları içinde olduğunu göstermektedir.
[25] 11 ve 18 numaralı notları okuyunuz.
[26] Tedkik ettiğimiz zaviye şeyhlerinin umumiyetle bir cemaat beyi veya kabile reisi olması, bizim burada iddia ettiğimiz fikrin doğruluğunu isbat hususunda, ehemmiyetli bir delil teşkil edecek mahiyettedir. Bu gözle tedkik edildiği takdirde, bir aşiretin muhtelif parçalarının muhaceret dolayısile gidip yerleştikleri uzak noktalarda hep aynı nam altında köyler ve zaviyeler kurması ve evliyalar kabul etmiş bulunması keyfiyetini de kolayca izah edebilir. Hasluck da yukarda ismi geçen makalelerinde, haklarında uydurulan, menakıb ne olursa olsun, birçok tekkelerin bir aşiret evliyası mezarı olarak kurulduğunu farz ve kabul etmektedir. Bu suretle, Karaca Ahmed’in, Ak Yazılı Babanın, Sarı Saltuğun muhtelif yerlerdeki mezarlarını ve bu isimlerde müteaddid köylerin mevcudiyetini, hep ayni aşiretin muhtelif yerlere dağılmış olan muhtelif parçalarının eserleri gibi kabul ediyor ve evliya isimlerindeki sarı, kızıl gibi renk sıfatlarının ayni kabilenin muhtelif parçalarının yekdiğerinden ayrılması için kullanılan sıfatlar olması lâzım geleceğinden, bu suretle mevzuubahis sıfatları taşıyan evliyaların kabilevî menşeini isbata çalışıyor.
Bu faraziyeler, bizim tedkik ettiğimiz dervişlerin ve o dervişlerin temsil ettikleri grupların orta Asya’dan gelmiş muhacir göçebelerin mümessili ve bu muhaceret akınının öncüleri olduklar hakkındaki iddialarımızı tenvir edecek mahiyette olduğu gibi bizim burada zikrettiğimiz misallerle daha fazla da kuvvet kazanmış olmaları lâzım gelir.
Å Hukuk Fakültesi Mecmuasının VII inci cildinin 1-2 inci sayılarında (1341) Sultanların temlik hakkı ve mülk toprakları ismini taşıyan makalemize bakınız (si. 489).
[27] Ve haric-ez-defter bazı mahûf derbend ve memerr-i nâs vâki’ olan kurada kadimden zaviyeler vaz’ olunub, ahalisi Kızılbaş fetretinde perakende olub gitmek ile kura ve zevâyâ hâli ve harâb kalub, bervech-i tahmin yazılıb timara virilmiş imiş. Öyle olsa, vilâyet-i mezbûre müceddeden kitabet olundukda, o hâli ve harâb olan kuranın ehâlisinden ba'zı kayd-ı hayatda olanları hazreti hüdâvendigâr-ı gerdûn iktidarın eyyâm-ı adaletinde il ve vilâyet emn-ü emân üzere âsûde hâl olmağla gelüb her biri yerlü yerine mütemekkin olub şenlenüb, ehâli-i vilâyet-i mezbûre zikr olan hâli ve harab zaviyeler ihya olunması lâbud ve lâzımdır, memâlik-i mahrûsaya dahi intifa'ı vardır deyü rica eyledükleri bâisden, vukuı üzere der-i devlet nisaba arzolundukta padişahımız e'azzallâhü ensarühu hazretlerinin hayrât-ı âmme meyl-i tâmmesi olub ba'zı evvelden harâb ve yebâb olub girü ihyâsı lâzım olan kuraya ve ba'zı mahûf derbendlerde ber-karar-ı sabık ihdası lâbüd olan mahallerde zaviyeler vaz' idüb evkafını hullide mülkünû kibelinden her hangi karyede vâki' olmuş ise mahsulünden birer çiftlik ta'yin ve takdir idesin diyü emrolunmağın ber muceb-i emr-i münîf lâzım olan mahallerde ba'zı ihya ve ba'zı ihdas zaviyeler vaz' olunub sebt olundu. (İstanbul Başvekâlet Arşivi 917 numaralı defter.) Bu kanunun bütünü, yakında neşredilmiş bulunacak olan Osmanlı İmparatorluğunda. XV. ve XVI. Asırlarda, Zirai Ekonominin Hukuki Ve Mali Esasları isimli kitabımızın birinci cildinde XX numaralı kanun olarak mevcuttur (sf. 74).
[28] İktisad Fakültesi Mecmuası’nda neşredilmekte olan Osmanlı İmparatorluğunda Büyük Nüfus Ve Arazi Tahrirleri Ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri isimli etüdümüze bakınız (cild: II).
[29] Hukuk Fakültesi Mecmuasında (1940 senesi, VI. cildin birinci sayısından neşredilmiş olan «Evlâdlık Vakıflar» başlıklı yazımıza bakınız.
[30] İktisat Fakülten Mecmuasının l, 2 ve 4 üncü sayılarında çıkmış olan Osmanlı İmparatorluğunda Toprak İşçiliğinin Organizasyonu Şekilleri: L, Kulluklar Ve Ortakçı Kullar başlıklı makalelerimize ve bunlar içinde bilhassa 47 numaralı notun bulunduğu yere ve XXXV numaralı kayda bakınız.
[31] Zaviyelerin din propagandası bakımından oynamış bulundukları rolün büyük olması lâzım gelir. Cahil halk yığınları için azizlerin mezarlarına, onların metrukatına ve kerametlerine inanmak daha basit ve kolay anlaşılabilir bir din teşkil etmektedir. Bu sebeble, bahsettiğimiz zaviyelerdeki dinî hayat kolayca evliya perestlik şekline girmiş bulunduğundan halk arasında büyük bir tesir icra edecek vaziyettedir.
Diğer taraftan, bahse mevzu zaviyeleri kuran veya idare eden dervişler çok defa yerel hristiyanları temsil kabiliyeti dikkate şayan bir derecede büyük bir takım dini cereyanların ve tarikatlerin mümessilleridirler. Bu tarikatlerin ekserisinde bilahare bektaşilikte olduğu gibi İslâm dini yerli halk tarafından benimsenebilmek için lâzım gelen bütün kolaylıkları ihtiva eden bir şekle girmiş münevver, müsamahakâr ve telife bir mahiyet alarak hazan yerli ayin ve itikadları da benimseyebilmiştir. Bütün insanların kardeşliği, işe ve vicdan temizliğine nazaran dini ayin ve ibadet sahasındaki şekilciliğin kıymetsizliği gibi, her dervişane düşüncede gizli bir şekilde mevcud bulunan fikirler, dini kaynaşmayı büyük nisbette kolaylaştırıyordu; Hasluck’a nazaran, İslâmiyet’in ehl-i sünnet haricinde kalan bu uzlaştırıcı ve munis şekillerinin tesiri altında cahil Hristiyanların din değiştirmeleri pek kolay olmuş ve bu suretle fâtih bir ırk veya misyoner teşkilatına malik bir ruhban sınıfı tarafından ecnebi memleketlere getirilen bir din. ikna ve intibak kuvvetiyle kendisini yerli âyinler üzerine ilâve ve ilzam etmiştir. Bu suretle dini kaynaşmayı mümkün kılarak Hıristiyanlar için İslâmlığı kolayca kabul edilir bir şekle sokmak hususunda bektâşîliğin ne suretle çalıştığını göstermek isterken Hasluc’un iki taraflı ziyaretgâhlar hakkında vermiş olduğu malûmat da dikkate şayandır. Bektaşîler ve onlardan evvel diğer tarikatler bu nevi tekke ve ziyaretgâhlarda yatan Müslüman evliyanın mezarında bir de Hıristiyan aziz bulunduğunu veya eski Hıristiyan azizin gizlice Müslümanlığı kabul etmiş bulunduğunu ileri sürerek türbeleri her iki din sâlikleri için ziyaret edilebilir bir hale sokmuşlar ve bu iştirakten kendileri için büyük faydalar ummuşlardır (st. 53, 62). Böylece Hasluck’a göre, Selçuk hanedanının cismânî ve mevlevî dervişlerinin ruhani merkezi olan Konya’da, ayni suretle gerek Hıristiyan ve gerek Müslümanlar tarafından hiç bir vicdanî endişe olmaksızın ziyaret edilen dört peristişgâh vardı. Bu gibi imkanlarla Konya sultanları zamanında Hıristiyanlık ve İslâmlık birbirine yaklaşıyor ve kaynaşıyordu. Orta zaman Anadolusunun gayrı mütecanis ahalisi arasında bir kaynaşma zemini hazırlayan bu nevi dini cereyanlar, sultanlar için siyasi bakımdan, mevlevîler için ise felsefi görüşten arzuya şayandı ve bu ihtiyaca cevap vermek için doğmuşa benziyorlardı. XV. asırdaki Şeyh Bedrüddin isyanının muharrik kuvveti de temsil ettiği fikirlerin bu nevi bir dinî kaynaşma ihtiyacının hazırladığı bir zemin üzerinde kolaylıkla yayılabilir bir mahiyette olmalarından geliyordu (sf. 141).
[32] Bu zaviyelere uğrayan yolcular orada herkese açık bir misafirhane, yatacak yer ve yiyecek bulabilmektedirler. Hattâ bunlardan bazılarında mevcut kazan ve tepsilerin adedi hiç olmazsa ayin ve bayram günlerinde büyük mikyasta yemek dağıtıldığını isbat etmektedir. Mesela. Hasköyün köylerinde Yağmur Oğlu Hasan Baba zaviyesinde 16 kazan, 37 tepsi ve 16 bakraç vardır ve senede 350 kadar adak koyun kesilmektedir [96]. Çirmende Hızır Baba zaviyesinde sekiz kazan, 16 tepsi vardır. Diğer birçoklarında gerek yemek takımları gerek halı, yatak ve yorgan çoktur. 63 numarada kayıtlı bulunan Ahi Ana zaviyesinin eşyalarına da bakınız.