Bir "bitli muhacir" hikâyesi

Ertuğrul ÖZKÖK

BENİ önce o fotoğraf etkiledi. Çankaya Köşkü'nün bahçesinde, Atatürk heykelinin önünde duran bir kadın.

Avrupa'nın hangi gelişmiş merkezine koysan, orada yabancılık çekmeyecek modern bir kadın fotoğrafı.

Bu işte o kadının hikáyesi.

Daha doğrusu o ve onun kız kardeşinin.

İsimleri Zeliha ve Nafia Bilge.

İkisi de İzmirli. Onların hikáyesi, dünyanın bütün göçmenlerinin, özellikle de yurtlarından zorla sökülüp çıkarılan insanların ortak hikáyesidir.

* * *

Hikáye, 1922 yılının soğuk bir kış gününde Yunanistan'ın Florina Kasabası'nda başlıyor.

Florina, eski Osmanlı'nın Manastır Vilayeti'ne bağlı 4 ilçeden biridir. Yunanistan sınırları içinde bir kasabadır.

O akşam geç saatlerde, ev sahibesi Güzide Hanım ve kızları sokaktan gelen sesleri fark ederler.

Pencereden dışarı baktıklarında, Anadolu'dan gelen Rum mübadillerin kasabaya girdiklerini görürler.

Bir süre sonra aynı duyguları onlar da yaşayacaklardır.

Çünkü Türkiye ile Yunanistan arasındaki nüfus mübadelesi anlaşması, onları da doğdukları bu güzel kasabadan söküp çıkaracaktır.

Güzide Hanım kızlarına, ‘‘Bizim evimizin altı müsait. Bu zavallı insanları sokakta bırakmayalım, bir aileyi de biz yanımıza alalım'' der.

Alırlar. Gelenlerden biri genç bir hamile gelindir. Ellerine sarılır, öper.

Rum mübadiller Kütahya'dan gelmektedirler.

Kadınlarının altlarında şalvar, başlarında rengárenk yemeniler vardır.

Bu halleriyle Türklerden hiç farkları yoktur.

Güzide Hanım'ın iki çocuğundan biri genç kızlığa yeni girmiş ve çarşafa bürünmüştür.

Ertesi sabah kahvaltı için bir araya geldiklerinde, Anadolu'dan gelen Rum aile, ‘‘Genç kızınız nerede'' diye sorar. Onlar da ‘‘Bizde adet böyledir. Yabancı erkeklerin yanına çıkamaz'' derler.

* * *

Rum aile şaşırır. ‘‘Bizim Kütahya'da Türk komşuların hiç böyle adetleri yoktur. Onlarla rahat rahat görüşebilirdik. Galiba biz buralara hiç alışamayacağız'' derler.

Geldikleri Anadolu'nun Müslüman Türkleri, Yunanistan'daki Türklerden daha az mutaassıptır.

Türk aile, gelen mübadilleri, komşuları olan Yunanlılarla tanıştırmak isterler. Onları evlerine davet ederler.

Ancak bu davet sırasında ikinci şaşkınlık gelir.

Kütahya'dan zorla gönderilen Rumlar, hiç Yunanca bilmemektedirler. Konuştukları tek dil Türkçe'dir.

Yunanlı komşu şaşırır. ‘‘Bunlar ne biçim Yunanlı, dilimizi bile konuşamıyorlar'' der.

Ama Anadolu'dan gelen Rumlar da aynı şaşkınlığı yaşarlar:

‘‘Bunlar bizim dilimizi konuşmuyorlar. Galiba biz buralara hiç alışamayacağız.''

Mübadele işte bu insanların dramıdır.

Yunanca bilmeyen Rumlar, O Rumlara, komşularından daha yakın Türkler.

Türkiye'yi anavatan kabul eden Rumlar, Yunanistan'ı anavatan kabul eden Türkler.

* * *

Bundan beş altı ay sonra sıra Florina Türklerine gelir.

Bu defa onlar yola koyulurlar.

Önce Selanik, sonra vapurla İzmir Klizman'daki karantina.

Oradan Ayvalık ve sonunda bugünkü adı Kemalpaşa olan, İzmir'in girişindeki Nif.

Bir gün, bahçe komşularının bağırışını duyarlar.

Bir tavuk, oranın yerlisi kadının bahçesine girip sebzelerini yemektedir.

Yerli kadın bağırır:

‘‘Batasıca vapurlar, nereden getirdiler bu bitli muhacirleri...''

Oysa tavuk onların değildir. Genç mübadil, dışarı çıkıp komşuya bunu söylemek ister.

Ama annesi tutar. ‘‘En iyisi duymamış gibi yapmaktır'' der.

O sırada başka bir Türk komşu çıkar ve ‘‘O tavuklar bu insanların değil, benim. Ne diye bağırıyosun'' der.

Ama yerli komşu vazgeçmez. ‘‘Olsun, onların da tavukları var'' der.

Ne var ki, aynı kadın bir ay sonra onlara gelip özür dileyecek ve aralarında çok iyi dostluklar oluşacaktır.

Aynı günlerde ailenin erkek çocuğu da okulda zor durumdadır.

Arkadaşları, ‘‘Siz ne biçim Türk'sünüz. Evlad-ı fatihanı düşmana bırakıp kaçıp geldiniz'' diye suçlamaktadır.

Tabii mübadil çocukların cevabı da hazırdır:

‘‘Asıl siz kendinize bakın. Anavatanı bile düşmana verdiniz de, bizim oraların Kemal Paşa'sı gelip kurtardı.''

* * *

Bu hikáyeyi, İzmir Belediyesi'nin yayınladığı ‘‘Rumeli'den İzmir'e: Yitik Yaşamların İzinde'' adlı kitapta okudum.

Kitabı Engin Berber derlemiş.

Kitapta böyle çok etkileyici hayatlar var.

Tıpkı benim babaannem gibi.

Yani 20'li yaşlarında geldiği İzmir'de, 90 yaşına kadar ‘‘hiç gelmemiş'' gibi yapan, sadece Rumeli türküleri söyleyerek hep geri gideceği günleri düşünen babaannem gibi.

Mübadillerin ve göçmenlerin hayatını en iyi özetleyen sözler işte bunlardır:

‘‘Duymamış gibi yapan, gelmemiş gibi yapan insanlar.''

Bu, biz göçmenlerin ‘‘sessizlik ve anavatana şükran felsefesidir''.