CUMHURİYET DÖNEMİNDE YAŞANAN MÜBADELE HAREKETLERİ BAĞLAMINDA
KOBAKİZADE İSMAİL HAKKI BEY’İN “BİR MÜBADİLİN HATIRALARI” İSİMLİ KİTABI
Muzaffer ÇANDIR1
GİRİŞ:
Edebî bir tür olarak anı, bir kişinin aklının erdiği dönemden itibaren görüp yaşadığı, kendisi ve toplum için önemli gördüğü olayları ve durumları belli bir sistem içinde yazıya döktüğü, genellikle, otobiyografik metinlere denir. Otobiyografi, kişinin yalnızca kendisiyle ilgili bilgileri verirken anı, hem bireysel hem de sosyal anlamda bilgi içerir. Günlük tutan yazar, sıcağı sıcağına o günün olay, yaşantı ve düşüncelerini aktarırken; anı yazarı, tarih olmuş eski zamanların olaylarını belleğe ya da belgelere dayalı olarak ortaya koyar. Bu bakımdan anı metinleri yalnızca hatırlanabilen, unutulmayan, kaydedilebilen olayları içerdiği için tarihi aynen aksettirmekten uzaktır, büsbütün objektif olması beklenemez. Toplumların sosyal hayatlarında anı aktarmak önemli bir gelenektir. Özellikle yaşlı insanlar kendilerinden daha genç kimselere daha önce görüp geçirdiklerini, yaşadıkları ilginç olayları anlatırlar.
Anı yazma geleneği, Tanzimat döneminde, kimi devlet adamlarında batıdaki meslektaşlarına olan özentiden başlamış ve giderek günümüze kadar gelmiştir. Tanzimat öncesindeki şuara tezkireleri, menakıpname, siyer, vekayi'name, gazavatname, fetihname, sefaretname gibi eserler bilinen anlamıyla birer anı eseri olmasalar da bu türe özgü özellikleri taşırlar. Anılar konuları itibariyle genellikle siyasî ve edebî olmak üzere iki kategoride değerlendirilmektedir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasî anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir. Kimi anı kitapları da toplum içinde belli özellikleriyle seçilmiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Halit Fahri Ozansoy Edebiyatçılarımız Geçiyor (1939), Yahya Kemal Beyatlı Siyasî ve Edebî Portreler (1968); Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960); Hakkı Süha Sezgin Edebî Portreler (İstanbul 1997); Beşir Ayvazoğlu Defterimde 40 Suret (İstanbul 1996)... gibi.
Ansiklopedilerde: “Bir kimsenin içinde yaşadığı veya tanık olduğu olayları anlattığı eser” (Larousse, 1971: 675)veya “Bir kimsenin başından geçen ya da kendi döneminde ortaya çıkan olay ve olguları gözlemlerine ve bilgilerine dayanarak anlattığı yazı türüdür.” (Özdemir, 1972: 398)Şeklinde tanımlanan hatırat, Türk edebiyatında Tanzimat’tan sonra gelişmiş bağımsız bir edebî türdür.
Hatıra yazma düşüncesi, insanın birikimlerini başkalarıyla paylaşma ihtiyacından doğmuştur. Geçmişi olumlu ve olumsuz taraflarıyla yeniden yaşama, güncele ve geleceğe taşıma düşüncesi insanları hatıra yazmaya yönlendirmiştir.
1 Yrd. Doç. Dr, CBÜ, Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi candir45@yahoo.com
İnsan yaratılışı itibarıyla geçmiş, hal ve geleceği aynı anda yaşar. İnsanın geçmişini hatıralar, geleceğini ümitler oluşturur. Bunların belli bir zamanı ve yaşı da olmaz. Fakat yaş ilerleyip geleceğe ait ümitler azalmaya başladıkça geçmişin hafızamızdaki izleri uyanır ve böyle durumlarda içinde yaşadığımız zamandan kopup geçmişi daha fazla yaşamaya başlarız. Bu konuda Sabri Esat Siyavuşgil, geçmiş hayatın izlerini ve etkilerini hatırladığımızda düştüğümüz durumu şöyle açıklar:
“Gençlik ve orta yaşlılık, acı, tatlı, türlü hatıraların şuur altına istif edildiği çağlardır. Bütün gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımız, banyo edilmemiş fotoğraf olmaları gibi, karma karışık ve biraz da bakımsız, ihtiyarlık günlerimizin sükûnunu, yalnızlığı ve işsizliğini bekler. O an gelince de, daha fazla yaşamak için bakışlarımızı tükenen istikbale değil, tükenmeyen bir maziye çevirdiğimiz zaman, yegâne tesellimiz hatıralarımızdır. Onlar bizim çocukluk oyuncaklarımızdır. Tıpkı çocuğun renkli tahta ve teneke parçasıyla, hakikat âleminin dışında, kendi fantezisine uygun bir cihan yaratması gibi, biz de istikbale küstüğümüz günlerde, mazinin yadigârlarını, hakikat olmamış emellerimize göre değiştirir, bozar ve süsleriz. Herhangi bir hatıra kitabını açın ve okuyun. Onda geçen yılların mermer veya tunç üzerindeki izlerini değil, geçmiş hayatına esef eden bir ruhun çırpıntılarını, tevillerini, mazeretlerini ve inkisarlarını bulursunuz. Her hatıra, hakikaten olmuş bir şeyden ziyade, olmaması hasret çekilmiş bir hadisenin tahayyülünden ibarettir.” (Siyavuşgil, 1948: 79)
Hatıralar yaşanan olayların insan hafızasında bıraktığı izlerdir. Hatıra yazarı da bu izleri canlandırarak geçmişi dilde sergiler. Buna göre, geçmişe yönelmek, yaşananı değil, yaşanmışı vermek, hatırat türünü en belirgin özelliklerinden biridir.
Hatıra yazılarında yazar, kendi iç dünyasına yönelir fakat bu yönelme, dış dünyadan kopuk bir yönelme değildir. Hatırat yazarının birinci endişesi kendisini değil, yaşadıklarını anlatmaktır. Hafızasındaki izleri yoklarken bu izleri bırakan olayları ve sebeplerini hatırlamaya, nedenlerini bulmaya çalışır. Bu da onu, yaşadıklarını bütün boyutlarıyla anlatmaya yöneltir. Ancak bu anlatım belgelere dayanmadığı için her zaman objektif olmaz. Yazarın duygu ve düşünceleri de işin içine girer. Çünkü yazar, yaşadığı olayları kendi penceresinden gördüğü şekilde anlatır.
İnsanın yaşadığı olayları bir başkasına veya okur topluluğuna anlatma ihtiyacı, yazılan hatıra kitaplarına bakılarak şöyle sıralanmıştır: a)Unutulma korkusundan kurtulmak, b) Kişinin kaybolup gitmesine gönlü razı olmayacağı bir gerçeği ortaya koymak, c) Yazma alışkanlığı içinde bulunmak, d) Birlikte yaşadığı kişilerden kimilerine karşı duyduğu hayranlığı belirtmek, e) Tarih ve kamuoyu karşısında hesaplaşmak, pişmanlık duygularını anlatarak rahatlamak, bir çeşit günah çıkarmak, f) Gelecek kuşaklara bir ders vermek, g) Siyasal hasımlarını kötülemek ya da kendisini savunmak. Hangi nedenle olursa olsun hatıralarını yazmanın insana dürüstlükten ayrılmama, içtenlikten uzaklaşmama gibi önemli sorumluluklar yüklediği apaçıktır.” (Olgun, 1972: 405)
Bunlardan da anlaşılacağı gibi hatıra yazarının unutulma korkusu, gelecekle hesaplaşma düşüncesi, hasımlarını kötüleme ve kendini savunma endişesi hatırat yazılarının en önemli varoluş sebebidir. Edebiyatımızda hikâye türünde olduğu gibi hatırat türünde de birçok güzel eserler veren Samet Ağaoğlu, bu konuda şöyle düşünür:
“Milletlerin hayatında muayyen devirlerin tarihini tespit ederken başvurulacak en sağlam vesikalardan bir kısmını da o devirde rol almış, iş görmüş veya o devri yakından yaşamış olanların hatıraları teşkil eder. Siyaset ve devlet adamlarının hatıralarını yazmaları bu bakımdan onlar için bir vazife sayılmalıdır. Muayyen devirleri idare eden psikolojik hâleti, zihnî durumu, gerçek telâkkileri ancak bu hatıralar yolu ile öğrenmek mümkündür. Resmî söz ve nutukların, yapılan ilânların, önünde gözükenlerin arkasında saklı duran ihtiras ve arzular, şahsi temayüller ve nihayet yazılı vesikalara şu veya bu şekilde aksetmiş bulunan hadiselerin gerçek mahiyeti hatıralarla belli olur. (Ağaoğlu, 1969: 11)
Hatırat veya hatıra diye söylenegelen bu terimin yerine Cumhuriyetten sonra yoğunlaşan öz Türkçe akımının da etkisiyle anı kelimesi, anmak fiilinden türetilerek getirilmiş, Arapça kökenli hatıra kelimesiyle birlikte söylenir olmuştur. Hatıra türünün önemli bir özelliği de gerçeğe uygunluk ve samimiyettir.
Bu iki unsurdan uzak olan bir hatıra yazısı tahmin edileceği gibi kısa ömürlü olacaktır. Hatıra yazarı; hayatını, gördüklerini ve yaşadıklarını olduğu gibi anlatır. Bu gerçekçi özelliği ile tarihçiye yaklaşır ama bir tarihçiden çok bir romancı gibi ferdi bir tutum içinde bulunur. Belki bu yüzden tarihten ayrılarak edebî bir tür olarak kabul edilmiştir.
Hatıralar ifade ve üslûp bakımından kendi aralarında farklılık gösterirler. Bu farklılık hatıra yazarının mesleğiyle ilgili olduğu gibi başka sebepler de olabilir. Örneğin askeri şahısların yazdıkları, belgelere dayanan, askeri birliklerin hareket planlarını içeren savaş hatıraları genelde daha sade ve objektif bir ifadeyle yazılmışlardır. Sanatçıların, özellikle edebiyatçıların hatıralarında ise kişi ve olaylarla beraber hatıra sahibinin gözlem, duygu ve sübjektif yorumları üsluba da etki eden edebî bir dille anlatılır. “Bu özellikleri dikkate alınarak genellikle bütün hatıralardan, özellikle de siyasi ağırlıkta olan hatıralardan bir belge ve objektif bilgi olarak faydalanmak için bunlara ihtiyatla yaklaşılması ve aynı konu üzerinde yazılmış olanların karşılaştırılması gerekir.” (Okay, 1994: 445)
Kurtuluş savaşından sonra gerçekleştirilen Atatürk inkılâpları, Serbest Fırka denemesi çok partili hayata geçiş ve sonunda 27 Mayıs darbesi gibi toplumsal olayların etkisiyle yazılmış birçok hatıra kitapları vardır. Bunlardan Ahmet Ağaoğlu’nun yazıp Samet Ağaoğlu’nun yayımladığı “Serbest Fırka Hatıraları”, ömrü ancak üç ay sürmüş olan genç bir partinin üzerinde oynanan oyunları sergilemesi yönünden en kayda değer olanıdır. Çok partili demokratik rejimin hangi aşamalardan geçtiğini göstermesi bakımından da vesikalarla dolu bir hatıra kitabıdır. O dönemi anlatan diğer önemli hatıra kitaplarından bir kaçı: Falih Rıfkı Atay, Çankaya (İst. 1961), Celâl Bayar: Ben de Yazdım (İst. 1965- 1972), Halide Edip Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı (İst. 1962), Fahrettin Altay,
On yıl Savaş ve Sonrası (İst. 1970), Hüseyin Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni (İst. 1993), Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler (Ankara 1959).
Hâtıralar, yazarların mesleklerine göre de kendi içinde sınıflandırılabilirler. Bunlardan edebî karakter taşıyan belli başlı hâtıra kitapları şunlardır: Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî Hatıralar (İst. 1935); Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl (İst 1936); Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal’e Veda (İst. 1959); Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılarımız Geçiyor (İst. 1967), Edebiyatçılar Çevremde (Ankara 1970); Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım (İst. 1973)
Tarih bilinci, geçmiş dönemlerin muhasebesinden bugüne açılan ve geleceğe uzanan, kesintisiz bir zaman algısı üzerine kurulu bir bilinç düzeyidir. Çoğu zaman ifade edildiği gibi geçmişe bakış, geleceği de şekillendirir. Bu bakış, farklı bir tarih algısı ve dolayısıyla resmi ideoloji prizmasından geçmemiş, sivil bir tarih anlayışı üzerinden ifade bulduğunda daha derin bir anlam ve önem kazanmaktadır. Bu tarih algısının oluşmasında yerel tarih ve mikro tarih çalışmalarının büyük önemi vardır.
Bir kentin, mahallenin, sokağın, bir kitabın, bir firmanın, bir ailenin tarihi ve bir noktada tarihsel akışa katkıda bulunmuş bireylerin tarihi; anı defterlerinde, hatıratlarda, günlüklerde yaşayan kişisel tarihler, geçmişin canlı tanıklarıdırlar. Büyük tarihsel olayları devlet adamlarından çok bireyler yapar; bireyler tarihi derinlemesine yaşarlar. O döneme ait toplumsal yaşam, bireylerin yaşantılarını şekillendirdiği gibi, onların hayat enerjileri de toplumun ve tarihin akışına yön verir. Bir anlamda resmi tarihin sayfalarında donup kalan geçmiş, bireysel tarihlerde diyalektik sıçramalarla ileriye doğru akar. Bu nedenle bireysel tarihler; resim, sinema, müzik, edebiyat gibi sanatlara da ilham kaynağı olmakta ve sanatın ölümsüzlüğüne açılmaktadırlar.
Yakın tarihimizin toplum vicdanı ve bireylerde yarattığı etkiler ve incinmeler açısından en dikkate değer olaylarından biri de mübadeledir. Lozan Mübadilleri’nin kaynaklarında mübadele şöyle anlatılmaktadır: “1912-1922 yılları arasındaki savaşlar nedeniyle Balkanlar’da, Ege Adaları’nda ve Anadolu’da büyük acılar yaşandı. Balkan Savaşı sonrasında yüz binlerce Müslüman savaşta yenik düşen Osmanlı Ordusu’nun peşi sıra korku ve panik içinde doğdukları toprakları terk ederek Anadolu’ya sığındı. Benzer trajedi, 1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yenik düşen Yunan Ordusu’yla beraber Anadolu’yu terk eden Ortodoks Rumların başına geldi. Bir ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve karışıklığa yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı. Lozan Barış Konferansı toplandığında öncelikle sığınmacılar ve esirler konusu ele alındı. İngiltere temsilcisi Lord Curzon’un teklifi ve Milletler Cemiyeti görevlisi Nansen’in raporu doğrultusunda; 30 Ocak 1923 tarihinde Yunanistan’da yerleşik Müslümanlarla Türkiye’de yerleşik Ortodoks Rumların zorunlu göçünü öngören Mübadele Sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşme uyarınca; İstanbul’daki Ortodoks Rumlar ile Batı Trakya’daki Müslümanlar hariç Yunanistan’da yerleşik bütün Müslümanlar Türkiye’ye, Türkiye’de yerleşik bütün
Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Mübadele sözleşmesinin kapsamına 18 Ekim 1912 tarihinden sonra yurtlarını terk etmiş olanlar da alınarak mülteciler sorununa bir çözüm bulunmuş oldu. Tarihteki ilk zorunlu göçü içeren bu sözleşme ile iki milyon civarında insan yurtlarından kopartılarak, yeni yerleşim bölgelerinde yaşamaya mecbur edildi. Tarihimizdeki bu kitlesel ve zorunlu göçe kısaca mübadele, bu insanlara da mübadil deniyor.”
Hayatta birtakım değişikliklerin olması kaçınılmaz bir gerçektir, ama bu değişlikler gönüllü, istekli ve insanın kendi iradesine göre gerçekleşirse güzel ve anlamlı olur. Zorunluluklar ise çoğu zaman insanları yaralamış ve yıkmıştır. Mübadele, ‘bireylerin tarihi’ perspektifinden bakılınca aslında zorunlu bir göç, zorunlu bir sürgündür. Emrivaki ile bir insanın, doğup büyüdüğü toprakları terk etmeye zorlanması, kabullenilmesi oldukça güç bir durumdur. Türkiye'den 1 milyon 200 bin Rum, Yunanistan'dan da 600 bin Türk doğup büyüdükleri, çocukluk sevincini yaşadıkları, ilk gençlik çılgınlıklarının peşinde koştukları, âşık oldukları, evlendikleri, çocuklarını doğurdukları, ölen yakınlarını gömdükleri topraklardan sökülüp atılmıştı.
Türkiye için Rumlardan kalan yerlerin ilgisiz kişilerce sahiplenilmesi ve bilinen şehirlerde göçlerin yoğunlaşmasından başka görünürde fazla sorun yoktu. Yunanistan’ın ise nüfus çokluğu ve ekonomik sıkıntı nedenleriyle göçleri karşılamakta zorlandığı bir gerçektir. Yunanistan’da bir süre Anadolu’dan gelen aileler, “Türk tohumu” denerek ötekileştirilmeye çalışıldı. Her iki taraf içinde tifo, kolera ve güç yaşam koşulları nedeniyle yollarda ölen 500.000 den fazla insan, mübadelenin bir başka boyutunu oluşturmuştur. Yunanistan’dan gelen göçmenlere yedi milyon dönümü aşkın toprak dağıtılmış, Türkiye’ye gelenler oldukça kısa sürede uyum sağlamışlardır. Yunanistan’a gidenler ise Anadoluluklarını uzun süre korumuşlar, Türkçeyi anadil olarak yaşatmışlardır. (Gidenlerin üçüncü kuşakları da şu anda Türkçe konuşmaktadır.) Ayrıca, köylerine, mahallelerine ve orada kurdukları yerleşim yerlerine Anadolu’da yaşadıkları yerlerin adlarını vermişlerdir.
Kitlesel göçleri liman kentlerinde kurulan karma komisyonlar yürütmüş, Mübadele 1923’ten 1927’ye kadar sürmüştür. Mübadil bilgi kaynaklarında yer alan ve birçok yaşlı mübadille yapılan görüşmelerde, kötü şartlarda yapılan gemi yolculuklarının, ölenlerin denize atılmalarının acıyla anımsandığı dikkat çekmektedir. 89 yaşındaki Maria Küpelioğlu, Yunanistan’a yolculuğunu şöyle anlatır: “Ürgüp’ten çıkıp Mersin’e geldik. Bir ay vapur bekledik. Pire’ye gittik. Gelenlerin hepsinin saçını kestiler, karantinaya aldılar. İki kız kendini denize attı. Tam iki sene çadırda yaşadık. Ürgüp’te doğdum, buraya on üç yaşımda geldim. Hâlâ orayı arıyorum, oradaki kuru üzümleri, kayısıları. Buradaki üzümler ufacık. Oranın peyniri, her şeyi daha iyiydi.” Girit’ten Cunda’ya gelişlerini ise 88 yaşındaki İsmet Hanım anlatıyor: “Üç gün gemide bekledik, yanaşamazdık ki… Cunda’da liman yoktu. Sonra bizi mavnalarla kıyıya taşıdılar, davul zurna ile karşıladılar.” Giderek böyle söyleşilerin yapılması imkânsız bir hale geldi, çünkü tarihin canlı tanıkları birer birer dünyadan göç etmeye başladılar. Sözler azalınca yazıların önemi arttı. Artık bu konuları konuşacak insanlar kalmadığı için yaşadıklarını kaleme dökenlerin yazıları daha bir önem kazanmaya başlamıştır. İşte hakkında bilgi vermeyi düşündüğümüz hatıra kitabı da böyle bir eserdir. Eski bir mübadil olan ve mübadelede önemli çalışmalar yapan Kobakizade İsmail Hakkı’nın hatıra kitabının bu anlamda önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir.
1882 yılında Yunanistan’ın Kavala ilinin Drama ilçesinin Sarışaban köyünde doğan Kobakizade, avukat, tütün tüccarı ve vergi toplayıcısı olarak çalışmıştır. 1914-1924 yıllarında “Kralın Partisi” olarak bilinen Gunaris Partisi’nden Drama milletvekili olarak Yunan Parlamentosunda görev yapmış, 1922-1924 yıllarında mübadeleyi idare eden bir Lozan Mübadili olarak önce İstanbul’a sonra da Samsun’a yerleşmiştir. Türkiye’de de uzun yıllar avukatlık ve tütün tüccarlığını sürdüren İsmail Hakkı Kobakoğlu, kalan ömrünü Türkiye’ye yerleşen Lozan Mübadillerinin haklarını savunmaya adamış, 1953’te Samsun’da vefat etmiştir. Torunu Leyla Üstel Çağatay ve kızı Nilüfer Üstel’in girişimleriyle ve Prof. Dr. Ümit Gazilerli’nin önsözüyle yayımlanan hatıra defteri, Selahattin Galip’in eski yazıdan çevirisiyle yeniden hayat bulmuştur.
Kobakizade’nin el yazısıyla kaleme aldığı ve bir solukta adeta roman gibi okunan hatıratını, oğlu uzun yıllar titizlikle saklamış, bu notların kamuoyu tarafından tanınmasına vesile olmuştur. Pek çok ailede bulunan bu türden belgeler, kâğıtlar, anı defterleri, soyağacı notları, günlükler; bireylerin tarihine ışık tuttukları kadar, dönemin sosyal hayatından da kesitler aktarmaktadır. Önemli olan, bu belgelere tarih bilinciyle yaklaşabilmektir. Hatıraların kitaplaştırılmasıyla, yakın geçmişin; özellikle mütareke/ mübadele yıllarının, bireysel tarih bilinciyle ve sivil perspektiften algılanabilmesi için varislerin kendi paylarına düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getirdiğini söylenebilir.
İlginç olan, İsmail Hakkı Kobakizade’nin, Yunanistan’da Gunaris yani Kral’ın partisinden 1914’te seçilen on beş Türk milletvekilinden bir tanesi olmasıdır. Bu on beş Türk mebusunun Yunan tarihinde önemli yerleri olmuştur. 1914’te yapılan parlamento oylamasında, on beş milletvekilinin verdiği oyların sayesinde Yunanistan, Birinci Dünya Savaşı’na girmemiştir. Kobakizade İsmail Hakkı, dürüst, mücadeleci, haksızlıklarla savaşan, açık sözlü bir siyaset adamı olması nedeniyle her siyasi değişiklikte ters düştüğü parti yöneticileri tarafından defalarca Girit’e, Vidin kalesine sürülmüş, türlü işkencelere maruz kalmıştır. Yunan parlamentosunda Türk azınlığı mebusluğu yapmanın özellikle o dönemdeki zorluklarını da yakından yaşamıştır. (Kobakizade, 2008: 9) Milli Mücadele’ye de destek veren Kobakizade, Yunanistan ve Anadolu arasında mekik dokumuştur. 1924’te mübadele ile Anadolu’ya gelmiş, ancak mübadillerin haklarını temin etmek için verdiği uğraş yüzünden zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile ters düşmüştür. Yunanistan’daki mal varlığına karşılık Anadolu’da aldığı mal ve servetini mücadelesi uğruna harcamıştır. Kızı Nilüfer Üstel’in de belirttiği gibi, “Bu anılar, meşakkatli bir yaşamın sadece bir özeti gibidir, oysa burada anlatılan olayların pek çoğunun derinliğine incelenmesi, konularla ilgili belgelerin araştırılıp ortaya konarak tarihe mal edilmeleri gerekmektedir. Bu konuda tarihçilere büyük iş düşmektedir.”(s. 11) Prof. Dr. Ümit Gazilerli ise önsözde;
“Son yıllardan itibaren, gerek Türkiye’ye, gerekse Yunanistan’a göçen mübadillerin yazdıkları yaşam öyküleri, o neslin çektiği sıkıntıları, eskiye özlemlerini anlatmaktadır. Ancak yazılan bu anılarda mübadele öncesi Yunanistan’da yaşayan Türklerin siyasal yapılanmaları, siyasal mücadeleleri, uğradıkları baskılar, zaman zaman tutuklanmaları, tutuklanmalarının nedenleri, idama mahkûm edilmeleri ve bunun gerekçeleri anlatılmamıştır.” (s. 14) Diyerek hatıra defterinde işaret edilen olayların belgeleriyle aydınlatılması için tarihçilere görevler düştüğünü dile getirmiştir. Mübadele öncesi Yunanistan’daki Türklerin durumunun da, nesnel bakış açısıyla ele alınması gereken bir tarihsel olgu olduğu unutulmamalıdır.
Kobakizade’nin hatıratında ilginç pasajlar dikkati çekiyor. Sözgelimi, Balkan Savaşı dönemindeki “bedelli askerlik uygulaması” hayli ilginç bir biçimde anlatılıyor: “Balkan Harbi’nde ben de 98 doğumlularla birlikte silâhaltına çağrıldım. Bir Midil atım vardı. Fevkalade rahvan yürür, takımları şık, göze çarpar bir attı. Bindim, Kavala’da Bademli Çiftliği’ndeki karargâha gittim. Otuz altın bedeli yatırdım. Askerliğimi bu suretle ödedim. Kavala’nın, Eski Kavala ve Kokala köylerinin aşar mültezimi bulunuyordum, işimle meşguldüm.” (s.29) İşte Balkan Savaşı dehşeti: “Hiç unutmam, kırk bin muhacir Kavala’ya doldu. Yağmur pek müthişti. Ana baba günüydü.(…) Camilerde istif halinde bulunan muhacirlerden herkesin bir aile alıp barındırılmasına karar verildi. Ben Çarşı Camii’nden bir aile aldım. Yedi sekiz nüfusluydu.” (s.28)
Balkanlardaki ateş nedeniyle önce Çanakkale’ye, oradan da Hilal-i Ahmer vapuruyla İstanbul’a geçen İsmail Hakkı, orada kendisine ve ailesine eğreti de olsa bir yaşam kurar; bir ev tutar, bir de kahvehane. Altı ay kahvehane işletir, sonra da Çatalca’dan gelen Bulgar top ateşi İstanbul’u korkutmaya başlayınca, ailesini de vapura alarak İzmir’e gider. Karataş’ta bir ev tutar, bir bakkaliye açar. Altı ay sonra durum düzelince, ailesiyle birlikte yeniden eşyalarını toplarlar ve Kavala’ya dönerler. Hatıralarda siyasete girişini de anlatan Kobakizade, sık sık ayak oyunları ve entrikalarla baş etmeye çalışır. Bulgar zulmüne de uğrayan Kobakizade sürgüne yollanır, bir toplama kampında yaşam mücadelesi verir.
Yer yer bir casusluk romanı içindeymişçesine olayları anlatıyor İsmail Hakkı Bey. Mütareke günleri onun kaleminden şöyle yansımakta: “Bizim Kavala- Sarışaban’dan gönderdiğimiz Milis askerlerinden birçok efrat bozgundan sonra perişan halde İstanbul’a gelmiş bulunuyorlardı. Bunlardan bir kısm-ı mühiminin Selimiye kışlasında bulunduklarını haber aldım. Oraya koştum, hepsini etrafıma toplayarak kendilerini teselli eden bir nutuk söyledim. Çırılçıplak denecek derecede bit, pas içindeydiler. Nihayet mütareke imzalandı. Müttefikler donanması İstanbul limanına girdi. Sabah vaktiydi, ben Galata’dan geliyordum. İngiliz, Fransız, İtalyan harp gemileri ve Yunanistan’ın Averof zırhlısı hep birlikte Dolmabahçe önünde demirlediler.” (s. 54) Savaş sonrasında mağlup Yunan ordusunun dönüşünü dile getirirken, İzmir’den, Anadolu’dan gelen Yunan askerlerinin perişan hallerini, çırılçıplak, yürek dayanmaz halde ağlayıp inlediklerini insancıl bir bakışla anlatır. Mübadele günleri gelir. Bu konuda idarecilik yapan Kobakizade, Türkiye’den Yunanistan’a firar eden muhacirlerin, müsadere memurlarıyla bir olup Kavala yakınındaki köylülerin gasp, soygun, tehditle hububat ve hayvanlarını talan ettiklerini; kendisinin bu konuda askerleri yardıma çağırarak toplanan malları iade ettirdiğini de anlatıyor. Daha sonraları, bir mübadele vapuruna bindiklerini, Samsun’da büyük bir memnuniyetle karşılandıklarını, bando getirildiğini, fotoğraflarının çekildiğini dile getiriyor. Mübadele sonrası mal haksızlıklarına uğrayan birçok kişinin yasal yollarla hakkını arayan, kendi mal varlığını da bu uğurda feda eden Kobakizade, dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Ankara’da görüşmelerini, onunla görüş ayrılıklarını ayrıntılarıyla naklediyor. Özellikle mal varlıkları konusunda mübadillerin zaman zaman yaşadıkları düzensizlik ya da haksız uygulamalar açısından hayli ilginç örnekleri görüyoruz bu anılarda.
Hatıralarında Kobakizade’nin en dikkate değer yönleri arasında o dönemde Anadolu’da çok kimsede görülmeyen ataklığı, inanılmaz ticari girişimciliği, çalışkanlığı ve liberal düşünceleri olduğu görülüyor. Bunları hem Kavala’da hem de mübadil geldiği Anadolu’da ödün vermeden, titizlikle uygulayışı dikkat çekiyor. İşte onun bir girişimcilik örneği: Mübadelenin epey öncesinde, Atina’ya gidip mebuslukta biriken iki senelik tahsisatını alan Kobakizade, Kavala’da büyük bir mağaza kiralar. On beygirlik bir motor alır, bir de kahve makinesi, tuz makinesi ve un makinesi. Bir dinamo alıp bir de Alman makinist bulan İsmail Hakkı Bey, etraftaki küçük bir muhite elektrik aydınlatması yaptığını, tuz, un ve kahve öğüttüğünü anlatıyor. Sonra bu işi Sarışaban’a nakleden İsmail Hakkı, değirmen işlerinin yanı sıra elektrik ile Sarışaban’ı aydınlattığını dile getiriyor ve Kavala’da bile elektrik olmadığı halde küçücük Sarışaban kasabasının geceleri pırıl pırıl olduğunu anlatıyor…
Bir dönemin bireysel yaşantılar üzerinden dile getirildiği bu roman tadındaki hatıra defteri, hem o dönemin tarihini inceleyenlere yeni ufuklar ve açılımlar sunuyor hem de birçok sosyal /sosyolojik gerçeğin altını çizen önemli bir belge işlevi taşıyor.
SONUÇ
Osmanlının son döneminde birçok cephede birden çarpışan Mehmetçik, en son elinden silahları da alınınca teslim olmak zorunda kalmış, çekildiği bölgelerdeki Müslüman halkın perişan olmasına maalesef engel olamamıştır. Doğduğu 1882 yılından Türkiye’ye geldiği 1924 yılına kadar yaşadığı Kavala’da birçok hayırlı hizmetlere imza atmış olan İsmail Hakkı Bey, yazmış olduğu bu hatıra kitabıyla orada yaşayan Müslümanların hayatlarına en genel hatlarıyla anlaşılmasını sağlamıştır. Önce Bulgarların, sonra da Yunanlıların eline geçen Kavala şehri, içinde yaşayan Türk ve Müslüman halk için ne kadar zor bir yer olduğu, anlaşılmaktadır.
Bütün zorluklara katlanarak Türkiye’ye gelen Mübadiller, orada olduğu gibi burada da ilk yıllar rahat edememişler, hem o günkü devlet yetkilileriyle, hem de kendi aralarındaki çeşitli rekabet ve çekememezliklerle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin, “Anadolu günlerinde de CHF ile SCF arasında yaşanan çekişmede SCF den yana taraf olduğu ve siyasi faaliyetlerine katıldığı için resmi ideoloji ile ters düşmüş, haklarını alma uğruna verdiği mücadele sonucu Yunanistan’daki mal varlığına karşılık Anadolu’da aldığı bütün mal ve servetini kaybetmiştir (daha doğru bir ifade ile el konmuştur.) Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın sözleri bir dönemin zihniyetini yansıtması açısından ne kadar manidardır. Haksız alınan mallarının iadesini isteyen İsmail Hakkı Bey’e şöyle demiştir: “Hem Serbestçi (Serbest Cumhuriyet Fırkası) olacaksın hem de bizden mal isteyesin olur mu?” (Büyüker Karalâhana.com)
Okuyucular bu hatıra kitabını okuduklarında ayrıca Balkanlarda görev yapan çeşitli rütbedeki askerlerin yaptığı bilinçsizce hataların da mevcut olduğunu göreceklerdir. Yabancı diyebileceğimiz bir ülkede milli menfaatlerimizi canları pahasına gözeten bu insanlara engel olmaya çalışan asker ve sivil yetkililerimizin varlığı da dikkate alınması gereken bir durumdur.
1969.
KAYNAKÇA
AĞAOĞLU, Samet, Serbest Fırka Hatıraları Önsözü, Baha Matbaası, İst.
BOZKURT, Mümin, (Habergazetesi.com.tr)
Kobakizade İsmail Hakkı, Bir Mübadilin Hatıraları, YKY, İstanbul 2008
BÜYÜKER Kâmil (Karalâhana.com / Kitap)
OKAY, Orhan, “Hatırat” TDV İslâm Ansiklopedisi. C.XVI, ss. 445-449. OLGUN, İbrahim, “Anı Türü ve Türk Edebiyatında Anı”, Türk Dili Anı
Özel Sayısı, C.XXV, S.246, Mart 1972, s. 405.
ÖZDEMİR Emin, “Anı ve Anı Dilimiz Üzerine”, Türk Dili Anı Özel Sayısı, C.XXV, S.246, Mart 1972, s. 398.
ÖZSOY,İskender, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (tcg.org)
SİYAVUŞGİL, Sabri Esat, “Hatıralar”, Salon Mec. 15 Ocak 1948, S.6,
s.79.
SOYŞEKERCİ, Hülya, (giritturk.org)
TEVFİK, İhsan, Ayraç Dergisi, 2009, S. 3, s. 51.
Meydan Larousse, “Hatırat” maddesi, C.5, Meydan yay. İst. 1971, s. 675.