1922-ZORUNLU GÖÇ
Anadolu’da, Türklerle Yunanlılar
arasında 1919-1922 yıllarında yaşanan savaş, Türkler’in galibiyeti ile
bitmiştir. Oysa 1922 tarihi, Türk ve Yunan toplumsal belleklerinde
herhangi bir askeri galibiyet ya da mağlubiyetten çok daha farklı bir
anlam taşır.
Balkan savaşlarından itibaren durmadan
toprak kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçiliği öğrenmekte geç
kalan Müslüman ümmeti, 1922 galibiyeti ile üstünde Türk olarak
yaşayabilecekleri Anadolu’yu kendilerine yurt edinmiştir... Ve bu yurt
ediniş, Lozan Barış Antlaşması (Temmuz 1923) ile meşruluk kazanmıştır.
Dolayısıyla 1922, Türkler için Lozan Barış Antlaşması yani Türkiye’nin
kurtuluşu, kuruluşu ve uluslararası düzeyde tanınışı demektir.
Yunanlıların
tarafından bakıldığındaysa, 1922’nin çağrıştırdıkları herhangi bir
askeri yenilgiden çok daha fazladır. 1922, ‘Yıkım’ ya da ‘Küçük Asya
Felaketi’ (Catastrophe - veya Asia Minor Disaster-) demektir. Örneğin
1922’nin Yunan belleğine şekillendirdiği ilk görüntü ise alevler içinde
yanan İzmir’dir.
Büyük yıkım
1922’nin
karşı tarafın toplumsal hafızasında kapladığı yerin önemini anlamak için
yabancısı olduğumuz Yunan tarihine biraz daha yakından bakmak
yeterlidir. Yunan devleti, 1821 yılında Mora Yarımadası’nda Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı başlayan ‘isyan/ayaklanma’nın başarıya
ulaşmasıyla kurulmuştur. 1821 devriminden sonra genç Yunan devleti
sürekli bir toprak gelişmesi yaşamıştır: 1881 Tessalya’nın ilhakı, 1913
Girit’in Yunanistan’a katılması ve kuzey sınırlarının Balkan
savaşlarıyla genişlemesi...
Hem ‘yenilmez’ sanılan
Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazanılan devrim, hem de bu devrim
sonrası Osmanlı İmparatorluğu aleyhine gelişen topraksal genişlemenin
sürekliliği, Yunan devletindeki bazı çevrelerde, Osmanlı İmparatorluğu
sınırları içinde yaşayan diğer Hıristiyan-Ortodoks Rum nüfusu da
‘Osmanlı boyunduruğu’ndan kurtarma eğilimini (Alitrotismos) ortaya
çıkarmıştır. Daha sonra başbakan olacak Koletti, 1844’te, ilk anayasa
çalışmaları sırasında yaptığı konuşmada, bu eğilimi açıkca ve resmi
olarak dile getirmiştir. Bu konuşmaya göre, Yunan devleti sınırları
dışında kalan, yani Osmanlı İmparatorluğu içinde yaşayan diğer
‘boyunduruk altındaki köle kardeşler’ de Osmanlı esaretinden
kurtarılmalı, İstanbul, Atina’ya paralel bir konuma getirilmeli ve
Ekümenik Patrikliğin merkezi olmalı idi. İşte, Megali İdea (Büyük
Mefkure) böyle doğmuştur.(1)
Megali İdea ile Anadolu’ya
çıkan Yunan ordusu, M. Kemal Atatürk hareketini ummadığı bir anda
karşısında bularak yenilmiştir. İlerleyen zamanlarda bu yenilgi Yunan
toplumsal hafızasınca yıkım ya da felaket olarak hatırlanacaktır. Bazı
araştırmacılara göre bunda, 1844’ten itibaren 78 yıl boyunca Yunan
toplumunu etkileyen Megali İdea’nın 1922 ile tarihe karışmasının toplum
üstünde yarattığı şok ve boşluk etkisinin önemli bir payı vardır.
Üstelik Yunan ordusunun 1922’de yaşadığı yenilgi nedeniyle yüzyıllardır
Anadolu’da yaşayan Rum nüfus, memleketi Anadolu’dan bir daha dönmemek
üzere ayrılmak zorunda kalmıştır.
Batı Anadolu’da
yaşayan Rumlar geri çekilen Yunan ordusunun ardısıra, İç Anadolu’dakiler
ise Nüfus Mübadelesi’nin imzalanmasından sonra, Batı Anadolu’daki
Rumlara nazaran daha düzenli bir hareketle bir daha dönmemek üzere
memleketlerinden ayrılmış ve Yunanistan’a yerleşmek zorunda kalmıştır.
Sonuç olarak,
- 1922 ile birbuçuk milyona yakın Anadolulu Rum, hiç ummadıkları bir anda bir Exodos/zorunlu göç yaşamış ve mülteci olmuş,
-
Yunanistan, kaybedilmiş bir savaşın ardından kendi nüfusunu dörtte bir
oranında artıran, evlerini geride bırakmış acılı mültecilerin
problemiyle uğraşmak zorunda kalmış,
-
Anadolu’dan gelen mültecilerin kentli bir kimlik taşıması ve kendilerine
kıyasla köylü buldukları Anakara Yunanlıları’yla kaynaşmamaları
nedeniyle var olan istihdam, uyum sorunlarını daha da çetinleştirmiştir.
1922
ve “göç” sırasınca yaşananlar, birçoğu kent kökenli olan mültecilerin
yazdığı, yaşananları olduğu gibi anlatma iddiasında olan çeşitli edebi
eserlere (fact as fiction) konu olmuştur: Otobiyografiler, romanlar,
hikayeler, günlükler...vb. küçüklü büyüklü onlarca kurum da 1922’ye ve
“göç”e dair anlatılanları ‘tanıklık’ olarak arşivlemiştir. Bireyden
topluma, toplumdan bireye geri dönen bu yazı süreci, hem 1922 esnasında
yaşananların Yunan toplumsal hafızasında canlı kalmasını sağlamış, hem
de yaşananların zaman içinde yeniden kurgulanmasına neden olmuştur.
1922
ve “göç”ün ‘öteki’ tarafının Yunan tarih yazıcılığının ‘ötekisi’ olan
Türkler olması ve konunun Yunan toplumu için II. Dünya Savaşı ya da
Yunan İç Savaşı’ndan daha bütünleştirici, daha kolay işlenebilir bir
konu olması “yıkım” ya da “felaket” olarak adlandırılan 1922’nin Yunan
tarih yazıcılığının en çok işlediği olaylar arasında yer almasında
etkili olmuştur.
Resmi tarihlerde 1922
Bugün
Türkiye’de, Yunan ordusunu Anadolu’ya getiren ideoloji ve olaylar
örgüsü için ‘Megali İdea’ yerine ‘Megalo İdea’ terimi, yanlış olarak
yaygın biçimde kullanılmakta ve bu hareket, yalnızca ‘Yunan
yayılmacılığı’ ya da ‘Batı emperyalizminin oyuncağı olan Yunanlılar’ın
Anadolu’ya çıkışı’ olarak tanımlanmaktadır. Yazık ki, Türkiye’deki
akademik çalışmalar bile ‘Megalo İdea’nın’ bilinen içeriği üzerine
tekrarlanan beylik açıklamaları yeniden üretmekten ileri
gidememektedir... Ve maalesef, Megali İdea’nın Yunanistan sınırı içinde
yaşayan Yunanlılar ile Anadolu veya İstanbul’da yaşayan Rumları hangi
süreçlerde, ne şekilde ve ne kadar etkilediğini araştıran akademik
çalışmalara sahip değiliz.
Türk tarih yazıcılığının en
somut örneklerini verebilecek olan okul kitaplarının Yunanlılar’a ve
1922’ye yaklaşımı ise şöyle özetlenebilir: “Yunanlılar ,yalnızca Osmanlı
İmparatorluğu’nun (bugünkü) Yunanistan (olan kısmını) almakla
kalmamışlar, 1919-1922 yılları arasında İonyalılar’ın ve Bizanslılar’ın
mirasçıları oldukları iddiasıyla, Anadolu’yu da almak istemişlerdir.”(2)
Nitekim bu amaçlarına ulaşamayan Yunan ordusu ve onları takip ederek
kaçan ‘işbirlikçi’ Anadolu Rumları, kaçarken geçtikleri köy ve kentleri
de ateşe vermişlerdir (bkz. Liseler için Türkiye Cumhuriyeti Tarihi,
E.B. Şapolyo-R.Zaimler, İstanbul,1979.s. 97).
Yunan
tarihçiliği, 1922’nin kendileri için barındırdığı yıkım duygusuna rağmen
Türkler için nasıl bir varoluş anlamı içerdiğini -yazık ki- 1922’den
çok sonraları bile anlamaktan uzak düşmüştür. Son dönem okul kitaplarını
inceleyen bir araştırma, Yunan tarih yazıcılığının bir uzantısı olan
okul kitaplarının konuya yaklaşımını şöyle özetler: “1897 savaşının
yenilgisinin nedeni olarak, Yunanlıların yetersiz savaş hazırlığı değil
de Osmanlı ordularının muhteşem saldırganlığı vurgulanır. Aynı durum
Küçük Asya yenilgisi için de geçerlidir: Küçük Asya’daki yenilginin
nedeni olarak Türkler’in saldırganlığı ve müttefiklerin ilgisizliği ya
da müttefiklerin ‘ötekiler’inin menfaatlerini koruması öne
çıkarılmıştır.”(3)
Yukarıda kısaca gördüğümüz Yunan
tarafının bu yaklaşımı, ‘Osmanlı İmparatorluğu’nu ‘Türk egemenliği
(Tourkokratia)’ olarak adlandıran ve Türk’ü ‘öteki’ olarak algılayarak,
bugün herhangi bir alanda yaşanan geri kalmışlığı 400 yıllık Türk
egemenliğine atfeden Yunanistan’da gayet doğaldır. Tıpkı Türkiye’de
Osmanlı’dan başlayarak “bizi” arkadan vuran, gücü yettiğince vatanı
bölen, içimizdeki ‘hain Yunanlı/Rum’ imajının doğallığı ve
‘doğruluğunun’ su götürmemesi gibi...
1922 tarihinin
Türk ve Yunan toplumları için ortak acı noktalarından biri de Nüfus
Mübadelesi’dir: Lozan Ahali Mübadelesi Sözleşmesi uyarınca; Anadolu’da
yaşayan 1,5 milyona yakın Ortodoks-Rum nüfus ile Yunanistan’da yaşayan
400 bine yakın Müslüman yer değiştirecektir. Kısacası, yaklaşık 2 milyon
insan kendilerine sorulmaksızın imzalanan bir antlaşma sonucu
memleketlerini terk edip o zamana kadar hiç görmedikleri toprakları yurt
edinmek zorunda kalacaktır.
Bireylerin bu zorunlu
“göç” nedeniyle çekecekleri acılara karşılık, her iki milli devlet de
gelecekte azınlık problemi yaratacaklarını düşündükleri ‘ötekilerden’
kurtulacak ve homojen bir nüfusa sahip olacaktır. Yunanca konuşmalarına
rağmen Müslüman olan Giritliler ile Türkçe konuşmalarına rağmen
Hristiyan-Ortodoks olan Kapadokyalıların, Türk ve Yunan olarak kabul
edilip değiştirilmesini göz önüne aldığımızda, bu etnik temizlikte
devletlerin din birliğinin öncelik taşımış olduğunu görüyoruz.
Türk tarafındaki eksiklik
“Göç”
de tıpkı 1922 tarihi gibi Türkler ve Yunanlılar tarafından ortaklaşa
yaşanmasına rağmen Türk ve Yunan toplumlarının belleğinde farklı bir yer
ve anlatı bulmuştur. Türk toplumu “göç”ü, Yunanistan’ın aksine, büyük
bir travma olarak hatırlamaz. Çünkü Türk tarafının süreci yaşayışı daha
farklıdır. Herşeyden önce Türkler kendileri için bir varoluş savaşı olan
1922’den galibiyetle çıkmışlardır. Üstelik Anadolu, “göç” olgusuyla,
Türkler’e göre daha erken bir dönemde milli kimlik geliştiren Balkan
halklarının dışladığı Müslüman/Türk nüfusun “göç”üyle 19.yüzyılın
başlarından itibaren tanışıktır. Yani Yunanistan’dan Anadolu’ya gelen
400 bin kişilik göçmen nüfus ne Anadolu’ya gelen ilk göç dalgasıdır, ne
de 13 milyona yakın nüfusu olan Anadolu’da sayısal bir çoğunluk
oluşturmuştur. Gelen göçmenlerin gidenlere göre az sayıda ve kırsal
kökenli olması istihdamlarını kolaylaştırmıştır. Bugün Türkiye’de bizzat
I. kuşak göçmenler tarafından yazılmış göç, geride bırakılmış ‘kayıp
memleketlere’ dair roman ya da anı külliyatı yoktur. Göçmenlerin bu
süreç içinde yaşamış olduklarını yazmamış olmaları ise onların 1922 ve
“göç” konusundaki duygu ve düşüncelerinin kaydedilmemesine; yani
kendilerinin ölümleriyle beraber ulaşılamaz, bilinemez anılar, bilgiler
sınıfına girmesine neden olmuştur.
Göçmenlerin kendileri için bu kadar önemli olan bir konuda yazmamış olmaları ilginçtir: Bu,
- Misak-ı Milli nedeniyle kendilerini ‘kayıp memleketler’ ve göç gibi konularda ifade edememeleri,
- Kırsal kökenli olmaları nedeniyle yazılı kültüre uzak olmaları, ya da
-
Yazdıklarını, Osmanlıca veya Rumca yazmış olabilecekleri için
yazılanların bir sonraki nesil tarafından okunup değerlendirilememesi
nedenleriyle olabilir.
Yazında yaşanan bu boşluk, “göç”ün Türk toplumunun hafızasında büyük bir yer tutmamasında şüphesiz önemli bir rol oynamıştır.
1922-”göç” konusunda yapılan araştırmalar da bir hayli kısıtlıdır.(4)
“Göç”
konusunda sistemli olarak araştırma yapabilecek nitelikteki ilk kurum
ise 30 Kasım 2000’de kurulan Lozan Mübadilleri Vakfı’dır. Vakıf, çeşitli
konferanslar, paneller düzenlemekte; Türk mübadillerinin Yunanistan’a
yaptıkları yolculukları belgesel yapma amacıyla kaydetmektedir.
Türkiye’de
“göç” ve Mübadele konusu I. kuşak göçmenlere oranla II. hatta III.
kuşak tarafından giderek daha fazla işlenmektedir. III. kuşak bir göçmen
olan M. Ali Gökaçtı’nın Yunanistan hakkında yazdığı inceleme kitabının
başlığı bu konuda yaşanan yaklaşımı da özetler gibi: Geographika. Yani,
Yeniden Keşfedilen Yunanistan.(4)
Edebiyatta ise
Reşat Nuri Güntekin’in 1942’de, Sabahattin Ali’nin 1947’de yayınladığı
Ateş Gecesi ve Çirkince adlı eserlerinde Yunanistan’dan gelen
göçmenlerin hayatlarına dair bilgiler buluruz. Savaşın Çocukları ile
1980’li yıllarda Göç konusunda yazmaya başlayan yazar Ahmet Yorulmaz
ise, “Ayvalık’ta İz Bırakanlar” (1988), “Kuşaklar ya da Ayvalık
Yaşantısı” (1999) adlı kitaplarıyla bu konuda yazmaya devam etmektedir.
Müslüman, Hıristiyan ve siyasal sürgünlerin yaşamlarının anlatıldığı F.
Çiçek’in “Suyun Öte Yanı” (1992) adlı kitabı ise hem Türkiye’de hem de
çevrildiği Yunanca’da büyük bir ilgi görmüştür. Bu konudaki bir diğer
ilginç roman da Kemal Yalçın’ın “Emanet Çeyiz” (1998) adlı kitabıdır. Bu
kitabın olay kurgusu sayesinde Anadolu’dan Yunanistan’a göç eden ve
Türkçe konuşan mübadillerin düşünce ve hislerinin yanısıra kültürleri ve
gelenekleri hakkında da bilgi sahibi oluyoruz.(6)
Günümüz
Türkiyesi’nde 1922 veya göçmenlik denince akla, 1923-24 yıllarında
Yunanistan’dan mübadil olarak gelen göçmenler değil, Anadolu’dan giden
Rumlar gelir. 1922 ile gitmek zorunda kalan Rumlar’ın yaşadıkları
olaylarla ilgili yazdıkları eserler kısa sürede Türkçe’ye çevrilmekte,
büyük bir okuyucu ilgisi görmektedir. Aynı şekilde gazete yazıları ve
belgeseller de gelen mübadillerden çok giden Anadolu Rumları’nın
tanıklıkları üzerine odaklanmaktadır.
Anadolu
Rumları’na ve onların yaşadıklarına duyulan bu ilginin bir nedeni
geçmişte yaşanan herşeyin günümüzde yaşananlardan daha iyi olduğuna dair
olan inanç, yani moda deyimiyle nostalji olabilir. Bu nostalji
çerçevesine baktığımızda geçmişi, sorunların var olmadığı, toz pempe,
adeta ideal bir zaman olarak görürüz. Bu güzelleştirilmiş geçmiş
tablosunun içinde Türkler ile Rumlar yüzyıllar boyu sorunsuzca yan yana
ve kardeş kardeş yaşamış iki grup olarak lanse edilir. Tabii tüm bu
çerçeveyi, görmek istediğimiz geçmişi canlandırarak çizeriz ve şüphesiz
hoşnutsuzluk yaratacak farklı bir anlatıyı bu çerçevenin dışında
bırakırız.
Bu ilginin bir diğer nedeni ise, Batılı
değerlere yönelme eğilimi olan Türk aydınının giden Anadolu Rumları’na
yaptığı her göndermeyle Anadolu’nun, dolayısıyla da Türklüğün Batı ile
olan bağlantısına da gönderme yapması olabilir. Gidişi konusunda
üzünülen elbette, bizim nazarımızda Batı’yı temsil eden ve ortak bir
kültürü paylaşmakla övünebileceğimiz Rumlar/Yunanlılar olacaktır;
Araplar ya da Ermeniler değil.
Başkalarının bizi nasıl
gördüğüne dair olan merakımız ise, göç eden Anadolu Rumları’na
gösterilen ilginin bir diğer önemli nedenidir. Öteki’nin anılarında
kendimizin nasıl resmedildiğine bakarız; yani kendi imajımızı ararız.
Nasıl göründüğümüze dair olan merakımız bizim kendi kimliğimiz için
seçtiğimiz değerlerin ‘ötekiler’ tarafından da doğrulanma eğilimini de
beraberinde getirir. Dolayısıyla yaygın olarak gösterdiğimiz bir
yaklaşım da ‘ötekinin’ ağzından bizim kendimiz hakkında duymak
istediklerimizi söyletmemizdir: Yani uzun, çalkantılı savaş yılları
sonunda yakınları ölen; evlerini, memleketlerini terk eden insanların
anlatılarından seçmeler yaparak görmek istediğimiz geçmişi yaratırız.
Anadolu Rumları’nın tanıklıklarını kullanarak biz Türklerin ne kadar
hoşgörülü olduğunu, yüzyıllarca nasıl kardeş gibi yanyana yaşadığımızı,
savaş esnasında bile bizimle ile ilgili kötü bir anılarının olmadığını,
gidenlerin herşeylerini kaybederken bile ‘bizlere’ karşı kötü bir his
beslememiş olduklarını söyletiriz. Kısacası, ‘ötekilerinin’
yaşadıklarına değer verir görünürken bile kendi kimliğimiz için
seçtiğimiz değerleri sağlamlaştırmanın en mükemmel yolunu buluruz.
Hazindir ki, farklı olan ‘öteki’ gitmiştir. Ancak ondan nostaljik bir
biçimde bahsederken bile farklılığına, duygu ve düşüncelerinin değişik
olabilme ihtimaline saygı duyulmamaktadır.
Bugünkü Yunanistan hala anımsıyor-araştırıyor
Bugün
Yunanistan’da Nüfus Mübadelesi, göçmenlik, kayıp memleketler tüm Yunan
toplumu tarafından paylaşılan Yunan tarihinin kara sayfalarından
biridir. Yunan toplumundaki her dört kişiden birinin kökeninin Anadolu
göçmeni olması ve kent kökenli bu göçmenlerin yaşadıklarını roman,
hikaye, şiir, günlük gibi çeşitli edebi türler altında yeniden
yorumlaması, 1922 sürecinin Yunan toplumunun tüm bireyleri tarafından
paylaşılmasına neden olmuştur. Aynı şekilde 1922 üzerine araştırma yapan
çeşitli kurumlar da 1922 sürecinde yaşananların kaydedilmesini,
unutulmamasını sağlamıştır.
Atina’da kurulan Küçük
Asya Araştırmaları Merkezi (KAAM),1922-”göç” ve Nüfus Mübadelesi ile
ilgili sistematik sözlü tarih çalışmaları yapan bu kurumlardan biridir.
KAAM, 1930 yılında İstanbul Zapeion mezunu ve akademik çalışmalarını
Fransa’da devam ettiren Yunanlı bayan Melpo Logotheti ve Yunan
edebiyatı profesörü eşi Fransız Octave Merlier tarafından kurulmuştur.
“Göç”ü yaşayan I. kuşağın tanıklıklarının KAAM tarafından derlenip
arşivlenmesi ise 1930’dan başlayan 1950’li yıllara kadar devam eden uzun
soluklu bir çalışmanın ürünüdür. Bu sistemli arşivlemenin sonucunda
300.000 sayfayı geçen 1375 tanıklık kayda geçirilmiştir. KAAM bu
tanıklıkların bir kısmını yayınlayarak 1980 ve 1982 yılında iki cilt
halinde basılan Exodos adlı kitabı ortaya çıkarmıştır.(6) Kitabın
içinde yer alan tanıklıkların organize edilmesi, anlatı sahiplerinin,
Roma dönemi coğrafi haritası esas alınarak- geldikleri bölgelere göre
yapılmıştır. I. ciltte Batı Anadolu’dan, II. ciltte ise İç Anadolu’dan
göç edenlerin tanıklıkları bulunmaktadır.
KAAM,
Exodos’a yazdığı önsözde tanıklıkların arşivlenmesinde ve yayınında
tamamen nesnel bir tutum gözettiğini belirtir. Oysa biz, bugün tarih
üzerine yapılan araştırmalar sayesinde, hiçbir anlatının yaşanan bir
olayı olduğu gibi aktaramayacağını ya da canlandıramayacağını; ancak
tanıklığı edilen olayın anlatanın değerler bütününe göre yeniden
kurgulanabileceğini biliyoruz.(8) Resmi tarihin milli tarih
yazıcılığının kurgusunu taşıdığı gibi, sözlü tarih çalışması olan
‘tanıklık’ da anlatıcısının kurgusunu taşır. Tanıklıkların da tıpkı
tarih gibi tarafsız olması pek tabii ki mümkün değildir. Malzemesi dil
ve yaşananların yeniden kurgulanması olan bu iki anlatı da,
anlatıcılarının duygusal ve ideolojik yaklaşımlarının bir dökümü
gibidir. Exodos’ta yer alan tanıklıkların ‘tarafsız’ olması ise söz
konusu bile değildir. Bilakis Exodos’ta yayınlanan bu tanıklıklar
‘taraflı’ hatta ‘tek taraflı’ olarak nitelendirilebilir. Çünkü
anlatılanlar, 1930 ve 1950’lerin Yunanistanı’nda yaşayan, memleketleri
Anadolu’yu terketmek zorunda kalan göçmenlere aittir.
Exodos’un
önemi, göçmenlerin ölümü ile kaybolacak anlatılardaki çeşitliliği
kaydetmiş olmasından ve bu çeşitliliği sunabiliyor olmasından
gelmektedir. Exodos’ta milli tarih yazıcılığının, süzgecinden geçirip
yarattığı ortak hikaye ya da tek ve doğru tarih yoktur. Burada söz
konusu olan, kişilerin yıllar sonra kendi hikayelerini anlatmasıdır.
Tanıklıkların bütününe şöyle bir baktığımızda, anlatı sahibinin
kimliğini oluşturan her bir unsurun yani:
- geldiği coğrafyanın,
- kadın, erkek; tüccar, çiftci, ırgat olması veya
-
bugün kabaca göçmen/Rum/Yunan dediğimiz kimselerin
anadillerinin Rumca, Türkçe ya da Ermenice olması gibi pek çok etkenin,
anlatılar üzerinde yaratmış olduğu farklılıkları görebiliriz. İşte
Exodos bize tüm bu farklı tanıklıkları, kurguları okuma şansını verdiği
için önemlidir.(9)
Exodos’un I. cildinde yenilen, geri
çekilen Yunan ordusunun ardısıra kaçan Batı Anadolu Rumlarının
tanıklıkları vardır; II. cildinde ise Antlaşma sonrası İç Anadolu’dan
göç edenlerin tanıklıkları. Dolayısıyla I. cildin tanıklıkları daha çok
kan, gözyaşı, savaş sahneleri ile doluyken, II. ciltteki anılar evden,
memleketten ayrılışın hüzünlü anılarını aktarırlar. Tanıklıkları
okuduğumuzda Batı Anadolu’dan gelen anlatıcıların, daha geniş ve daha
zengin bir dünyaya ait olduklarını görürüz. I. cildin tanıklıklarında
II. ciltte nadir olarak rastlayacağımız Levantenlere, Yahudilere ve
İtalyanlara yapılan atıflar da vardır.
Göç tanıklıklarından örnekler
Göçmenlerin
tanıklıkları bize bu süreci yaşayanların günlük yaşamı, duygu ve
düşünceleri hakkında tarih sayfaları arasında kaybolabilecek değerleri,
ayrıntılı bilgileri getirir. Örneğin Akköylü tütün işçisi Fotini’nin
öyküsü; Fotini, 1918’de askere alınan kocasının ocak ayında gölde
yıkanırken öldüğüne inanacak kadar saftır. Kocasının ölümünden sonra
iki çocuğunu büyütme yükünü omuzlamış; yoksul, tütünde çalışan bir
kadındır. Hayatın kendisini göğüslemek zorunda bıraktığı zorluklar
karşısında kocası için ‘öldü de kurtuldu’ diyecektir. Yunan ordusunun
geri çekildiğini duyunca bütün herkesle beraber Fotini de kaçış yoluna
koyulur: “Ben çocuklarımı kaybetmemek için yükümü dişimle taşıyor,
çocuklarımın ellerini bırakmıyordum.” Fotini bir ananın tüm içgüdüsüyle
çocuklarını yaşatmak için elinden gelen herşeyi yapar. Yapmış
olduklarını da tanıklığında olanca yalınlıkla anlatır: Kendine ait
olmayan bir un çuvalını nasıl sahiplendiğini, kendine bunu hatırlatan
birine nasıl çıkışıp onu susturduğunu ve bu undan yaptığı hamur
sayesinde karınlarını doyurup hayatta kaldıklarını... Tanıklığının
sonunda kendini hayatta tutan, herşeye göğüs germesini sağlayan
amacında, yani çocuklarını büyütmekte başarıya ulaştığına dair olan
inancıyla şunları söyler: “...Çocuklarımı büyüttüm. Şimdi çocuklarımın
çocukları var. Torun sahibiyim. Tanrıya şükürler olsun.”(10)
(I:185-187). Fotini’nin tanıklığında yalnızca hayatta kalma çabası
vardır, zaferin şanı veya yenilginin hoşnutsuzluğu değil!
Bir
başka tanıklıkta ise şu satırları okuruz: “Biz Yunanistan nedir
bilmiyorduk. Evlerimizde kiliselerimize çan ve ikonolar yollayan Rus
Çarı’nın fotoğrafları vardı. Daha önceleri Rusya’yı, Bulgaristan’ı,
Romanya’yı bilirdik. Amerika’yı bile sonra duyduk. Balkan Savaşları
sırasında askerden kaçmak için gidenler olunca öğrendik. Genellikle
İstanbul’da okuyan çocuklar, gençler Amerika’ya kaçtı.”(11)(I:339) Bu
tanıklığın sahibinin yaşanan süreç sonunda kendini Yunanistan’da bir
göçmen olarak bulması şüphesiz tarihin bir cilvesidir.
Bir
diğer tanıklıkta ise Yunanistan’da olup biten Venizelos-Kral
ayrımcılığının, kendilerini, Yunanistan’a gitmekten nasıl alıkoyduğunu
anlatırlar: “Venizelosçular ile Kralcılar arasında yaşanan ayırımcılık,
biz Anadolu Rumları’na karşı o kadar büyük bir nefret uyandırmıştı ki
Yunanistan’dan iğrenmiştik. Bulunduğumuz yer nedeniyle Yunanistan’da
olup bitenleri yakından izleyebiliyorduk.” (I:78)
Pek
çok tanıklıkta insanların tanıdıkları, dost bildikleri insanlara zarar
vermedikleri anlatılır. Bergamalı Dimitris Kamburis, Yunan işgalini
görmüş Bergama Türkleri için şunları söyler: “Yunanlılar gittikten
sonra, yerli Türkler geride kalan hiçbir Bergamalı’ya (Bergamalı Rum)
zarar vermediler...” (I:141). Bir başka anlatıda ise şu satırları
okuruz: “Bursa içinde kötü bir olay yaşanmadı. Tanıdığımız Türkler biz
gideceğiz diye üzülüyorlardı. Bana süt getiren bir Türk kadın vardı, bu
kadın bir yandan bana sarılıyor bir yandan da ‘gitme hanımım’ diyordu.
Evinden ayrılmayı kabul etmeyen bir komşumuzu evinin perdesiyle
penceresinden sallandırmışlardı. Bunu yapanlar yabancı Türklerdi
(Bursalılar değil).” (I:320)
Bir başka tanıklık ise,
savaşın Yunanlılar ve Türkleri nasıl canavarlaştırdığını şöyle anlatır:
“Bizimkiler hiçbir direniş ile karşılaşmadan Eskişehir’e kadar
ilerlediler. Türkler bundan sonra karşı koymaya başladılar. Kötülüğü
Yunanlılar ve Türkler başlattılar. Bizimkiler, Türkleri camiilere
kapatıp yakıyorlardı. Türkler bunu gördüler. Onlar da yakıp yıkmaya
başladılar.”(I:125)
Bir başka tanıklıkta ise bir takım
Yunan askerinin Bergama’daki Türk kadınlarının ırzına geçtiği ve Türk
evlerinden yağma yaptıklarını; eşya, halı çalarak geri döndüklerini
okuruz. (I:63) Bu tür bir cümle herhalde Yunan tarih yazıcılığının bize
aktarmayacağı, aktaramayacağı bir ifadedir.
Batı
Anadolu bölgesine ait bir grup tanıklıktaysa, kendileri için 1922
felaketi ile bitecek dönemin, 1908 Anayasası ile başladığına işaret
edilir. Bu tanıklıklardaki yaygın söylem, Yunanlıların, Batı
Anadolu’daki üretim ve ticareti elinde tuttuğunu gören Almanların,
özellikle de Limon Von Sanders’in kendilerini yok etmek için Jön
Türkleri kullandığıdır. (I: 227, 254, 309, 336, 339) “Sultan Hamit
yıllarında Türklerle yağla bal gibi yaşıyorduk. 1908 Hürriyeti
(Anayasası) ile biz Hıristiyanlar da cesaretlendik. [...] Daha
sonralar Anadolu Rumları’nın kötü şeytanı, Limon Von Sanders Paşa
ortaya çıktı. Türk ordusunu yeniden düzenleyen adam. [...] Batı Anadolu
kıyılarında yaptığı bir ziyaret sırasında, Yunan unsurunun vardığı
parlak noktayı görmüş, Türklere‘Bu yılanları ne diye koynunuzda
besliyorsunuz?’ demişti. Bu sözler, kıyılarda yaşayan Yunanlıların
sürgününün de başlangıcı olmuştu.” (I:227-228), “Daha sonra da
öğrendiğimiz gibi, tüm olup bitenler Türklerin müttefiği olan ve bizim
bölgenin ekonomik hayatını elimizde tuttuğumuzu gören Almanların
işiydi.” (I: 243), “Abdülhamit döneminde Türklerle iyi yaşıyorduk. Kuzu
gibiydiler. Türk halkını o Jön Türkler ve Alman koruyucuları üstümüze
kışkırttılar.” (I:254)
Savaş anında bazı Türklerin
özellikle de yaşlı olanların, Rumlara yardım etmek isteseler de yeni
gelişen milliyetçilik akımının sonuçlarından ve Jön Türkler’den
korktukları için zor durumdaki Rumlara ya gizlice yardım ettiklerini ya
da Yunan dostu olarak adlandırılmaktan korktukları için yardım
edemediklerini okuyoruz (I:27, 32, 133, 136, 159, 297, 320).
Tanıklıklardan
büyük bir kısmı kanlı olaylardan, çete ve başıbozukları sorumlu tutar
(I:7-9, 21, 31, 94, 110,114, 138,140,141,145,157, 240, 247, 252, 258,
296, 319, 338, 343). Ama tanıklıklar sayesinde çetecilerin de
kendilerine has özellikleri olduğunu anlıyoruz. Yörük Ali adındaki çete
reisi kan dökücü, zalim bir kişi olarak anlatılırken (I: 56,178);
Demirci, iyi yürekli bir çeteci olarak betimlenir (I:178, 335).
Yunanlıların
1922 İzmir felaketi ile ilgili anlatılarından soyutlanamayacak olan iki
ismi İzmir Metropolü olan Hrisostomos’u ve İzmir sömürge valisi
Sergiadis’i Türk tarih yazıcılığı pek tanımaz. Oysa bu iki isim 1922 ile
ilgili hemen her anlatıda bir ‘kahraman’ veya bir ‘hain’ olarak yer
alır. İzmir Metropolü Hrisostomos, 1922’nin kötü günlerinde, öldürülene
kadar cemaatinin yanında olması nedeniyle ilahlaştırılır. Oysa Sergiadis
halk ve pekçok araştırmacı tarafından Anadolu’daki Rumlara iyi
davranmamakla suçlanır. Bu, Exodos’ta yer alan her tanıklık için de
istisnasız böyledir.
II. cildin tanıklıkları ise bugün
de pek yabancısı olmadığımız İç Anadolu Bölgesi’nin fakir, kısıtlı
dünyasının izlerini taşır. Bu ciltte anlatıları bulunan insanların
denizi, (7, 20, 23, 37, 45, 57, 59, 64, 81, 155, 180, 198, 213, 214,
233), bisikleti (9,23,64), uçağı (69,80) ya da arabayı (64) ilk defa
Mübadele için yapmak zorunda kaldıkları yolculuk esnasında gördüklerini
anlıyoruz.
II. ciltteki tanıklıkların sahipleri, I.
ciltteki tanıklıkların aksine savaş ve ateşin önünden kaçışı
yaşamamışlardır. Bu anlatıların sahipleri komitelerin topladığı düzenli
göç hareketleri sonucu Yunanistan’a gelmiştir. Dolayısıyla,
anlatılarının ağırlığını memleketlerinden ayrılışlarının acısı, yollarda
yaşadıkları maceralar ile henüz kendileri göçmeden, memleketlerine
dışardan gelen Müslüman göçmenlerin, dünyalarında yarattıkları
değişiklikler oluşturur. Pekçok tanık, komşuları Türklerin kendilerinin
göçü karşısında nasıl üzüldüğünü dile getirir.(12) II. cildin
anlatılarında Osmanlılık bilinci taşıyan yaşlı Türklerin,
milliyetçilikten etkilenen genç Türklere göre kendilerine daha iyi
davrandıklarının izlerini okuyoruz (II: 83,85,174,292).
Tanıklıklar
pek çok farklı anlatıyı beraberlerinde getiriyorlar. Her tanıklık,
sahibinin yaşadıkları; biz okuyuculara aktardığı olay örgüsü bakımından
bir diğerinden farklı. Birbirinden böylesine farklı olan bu
tanıklıkların, belki de ortak olan tek noktaları ‘susmayı’ tercih
ettikleri noktalar. Kadın bir okuyucu olarak bu satırların yazarının en
çok dikkatimi çeken, yapılmış olan tecavüzlere göndermenin genel olarak
yapılmasına karşın, yalnızca bir anlatıcının yeğeninin tecavüze
uğradığını söylemesidir (I: 61). Bugün bu zorlukları yaşamamış, şanslı
insanlar olarak başka hangi konulara oto-sansürün işlemiş olabileceğini
tahmin etmek gerçekten oldukça zor...
İlk kuşak duygusal ve objektif
1922
süreci, yalnızca kişiler tarafından yazılmakla kalmamış, Yunan
edebiyatını da etkilemiştir. Bugün Yunanistan’da 30 kuşağı olarak
adlandırılan ve eserlerinde 1922 sürecini işleyen yazarlar grubu vardır.
Yunan edebiyatının önemli eleştirmenlerinden L. Politis, Yunan
Edebiyatı Tarihi adlı eserinde bu dönemin edebiyatı hakkında şunları
söyler: “Küçük Asya felaketi ve onu takip eden Nüfus Mübadelesi, bu
kuşağın (30 kuşağı) yazarları üstünde etkili olan ve savaş sonrası
dönemde onların eserlerinde ağırlıkla hissedilen iki olgudur. Bir önceki
kuşağın beslediği Yunan dünyasının Bizans dönemindeki sınırlarına
kavuşması yolundaki Mefkureler (İdea) ve rüyalar, 1922 Eylülü ile
beraber yok oldu. Daha önceki dönemin düşsel romantizminin yerini yeni
bir trajedi ve ciddiyet aldı. İşte 30 kuşağı, edebiyattaki bu
olgunlaşmayı ifade ediyor.”(13)
1905’te İstanbul’da
doğan ve 1922 ile kendi de göçmen olan yazar G. Theotokas’ın Özgür
Düşünce (1929)(14) adlı eseri, bu kuşağın manifestosu olarak kabul
edilmiştir. Yazar, 1922’nin Yunan toplumu üzerine yaptığı etkiden şu
sözlerle bahseder: “...Yenilginin moral değerlerimiz üzerindeki etkisi
çok ağır olmuştur. Toplumun önde gelen kişileri, İzmir Limanı’nda
yalnızca güçlerini değil ama aynı zamanda ideallerini ve kendilerine
olan öz güvenlerini de yitirmişlerdir. Yunanistan’a duyulan güven 1922
yılında yok oldu. 1922’den sonra toplumumuz duygulardan, kendini aşma
emelinden ve heyecan hissinden yoksun olarak yaşadı. Yıkım, idealizme
dair herşeyi boğmuştur. Gerçek şu ki, savaş sonrasında bütün Avrupa
değerlerini yeniden gözden geçirirken biz hiçbirşey yapmadık. Çünkü
yıkım, bütün gücümüzü boğmuştu.” (1988:63). G. Theotokas Yunan
edebiyatının da Yunanistan’a hakim olan yıkım atmosferinden payını
aldığını belirtir: “Yarım yüzyıllık bağımsızlıktan sonra işte Yunan
düzyazınının hali de böyle. Eğer bu düzyazını tek bir cümle ile
tanımlamam gerekirse kansızlıktan muzdarip derdim.” (1988:53) Yazar, bu
sözlerden sonra 1922 yıkımını gören daha farklı bir kuşağın gelişini
müjdeler. Bu kuşak “Hayatın kolay bir hikaye olmadığını bilmektedir
[...] Ancak savaşın sert atmosferi içinde yoğrulan bu kuşak, yenilgiyi
tatmış Yunanistan’a, yeniden kendine güveni, yaşama sarılmak için
heyecanı verebilir. [...]”(1988:74). Theotokas’ın bahsettiği bu kuşağın
adı 1910’dan 1980’lere kadar kitapları basılacak olan 30 kuşağıdır.
30
kuşağı yazarlarını Anadolu kökenli yazarların oluşturduğu Eolya Okulu
denen bir grup yazar ile Anakara Yunanlıları olarak ikiye bölebiliriz.
30 kuşağını, özellikle de Eolya Okulu’nu oluşturan yazarlar şu ortak
özelliklere sahiptir:(15)
- Osmanlı veya Bizans döneminde geçen tarihsel romanlar vermemişlerdir.
- Eserlerinde yakın dönemde yaşanan tarihi olayları anlatırlar: Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, 1922 gibi...
-
Yayınladıkları romanlar ve hikayeler, yakın geçmişte yaşananları olduğu
gibi canlandırdıkları savını, yani tanıklık iddiasını taşırlar.(16)
- Eserlerinde savaşın ve kahramanlıkların destansı anlatımı yerine insan zaaflarına yer verirler.
-
Eserlerinde sıradan insanları karakter olarak kullanırlar. Bu eserlerde
ne üst sınıf yönetici stereotipleri (Paşalar, valiler) ne de
kahramanlar vardır.
- Karakterlerin davranışları yaşanan olaylar çerçevesinde şekillenir. Bu eserlerde mutlak iyi ve mutlak kötü yoktur.
- Karakterlerinin davranışlarını, yaşanan sosyal olayların onların psikolojisi üstünde yaptıkları etkilerle açıklarlar.
- ‘Ben/Yunanlı’ ve ‘Öteki/Türk’ü’ hiçbir şekilde mutlak iyi ve mutlak kötü olarak şekillendirmezler.
-
Eserlerinde ben ve ‘öteki’ karakterlerinin ilişkileri dost/düşman ya
da iyi/kötü içeriğinden daha karmaşık ve daha gerçekçi bir çizgiye
oturtulmuştur.(17)
II. ve III. kuşak; klişe ve resmi tarihin izinde
Bugün
II. hatta III. kuşak ve artık Yunanlı olmuş mülteciler de 1922 ve
göçmenlik hakkında yazmaya devam etmektedirler. Türk toplumunun aksine,
1922’yi takip eden süreç, Yunanistan’da gerek edebiyat gerek sözlü tarih
çalışmaları olarak o kadar fazla işlenmiştir ki, bugün bir takım
araştırmacılar, verilen eserlerin dekonstrüksiyonunu yapmaktadırlar. Bu
dekonstrüksiyonların en çarpıcı sonucu ise, zorlu yılları; savaşın
vahşetini yaşamış I. kuşak göçmenlerin, Türkleri ve de kendilerini -II.
ya da III. kuşak Yunanlılar kadar- stereotipsel bir biçimde tasvir
etmemesidir.
Yakın geçmişte yaşadıklarını anlatan
I.kuşak yazarların eserlerinde karakterler, Türk ve Yunan oldukları için
kötü veya iyi ya da tam tersi olmazlar. Bu eserlerde karakterler dış
dünyadan bağımsız değildir. Anlatıda yaşanan tarihsel sürecin bireyin
hayatını nasıl etkilediği, önemli bir yer tutar. Yaşananlar kimsenin iyi
ya da kötü görünen milli kimliğinden kaynaklanmaz. Tam tersine anlatı,
herhangi bir karakterin değişen dış etkenlere göre nasıl hem iyi hem
kötü olabileceğini, nasıl hem hümanistçe hem de vahşice
davranabileceğini gösterir.
II. kuşak ve III. kuşak
Yunanlılar’ın eserlerinde, I.kuşak yazarla aynı konuları işlemelerine
rağmen eserlerindeki kimlikler, insan ilişkileri daha klişedir.
Olayların akışı ve kahramanların davranışları tarihsel, sosyal bir
perspektife oturtulmaz. Dolayısıyla yaşananlar birinin ‘kabahati’ ya da
kötü karakterinden kaynaklanmak zorundadır. Bu eserlerde Türkler
‘tembel ama mal, para düşkünü’, ‘uyuşuk ama çabuk kışkırtılabilen’
olumsuz niteliklere sahiptirler. Yunan kimliği ise Türkler’e addedilen
niteliklere tezat oluşturacak şekilde biçimlendirilmiştir: ‘Çalışkan’,
‘dürüst’, ‘becerikli’ ve tüm bu olumlu nitelikleri yüzünden mağdur
olacak insan karakterleri. Kahraman olan bizim taraf ile kötü olanlarsa
‘ötekiler.’
Aynı konuları işleyen I. kuşak göçmenlerle
II. ve III. kuşağın eserlerindeki farklılık, gerçekten dikkat
çekicidir. Daha da dikkat çekici olan, tüm zor zamanları yaşamış I.
kuşak göçmenlerin eserlerindeki olaylara yaklaşımın, ‘ben’ kimliğinin ve
‘öteki’ imajının, bu zorlukları hiç yaşamamış, masalarında oturdukları
yerden yazan II. ve III. kuşak yazarlara göre daha insancıl, daha
‘olumlu’ olmasıdır. Bunda şüphesiz, bu zor zamanları yaşamış olan
insanların olaylara yaklaşımında, gerçekle olan ilişkisinin,
tecrübesinin, milliyetçiliğin etkisinin gerçek tecrübelerden daha baskın
olmasının etkisi vardır. Bu konuda yazan II. kuşak ve III. kuşak
yazarlar ise, Yunanistan’da doğup büyümüş, dönemin getirdiklerini
yaşamamış ama resmi ideolojiden etkilenmiş Yunanlılardır. Dolayısıyla
hem olayları yorumlayışları, hem de karakterleri biçimlendirişleri
milliyetçiliğin yarattığı ‘ben ve öteki’ ilişkisi çerçevesinde
olacaktır.
1922 “Göç”ü ne yazık ki son değil...
Bugün hala pek çok insan zorunlu göçlere maruz bırakılmakta! İnsanların
farklılığı nedeniyle ötekileştirilmeyeceği, sürgüne, etnik temizliğe
uğratılmayacakları bir dünya dileğiyle.
Dr. Damla Demirözü
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi
Dipnotlar:
1-
Bu konuşmanın orjinal metni için bkz. Th.Dimaras, Neoellinikos
Diafotismos, Ermis, Athens, 1983:406. Koletti’nin konuşmasının ingilizce
çevirisi için ise bk. R.Beaton, An Introduction to Modern Greek
Language, Clarendon Press, Oxford, 1994:64.
2- Herkül Millas, İ Eikones Ton Tourkon kaı Ellinon, (Türkler ve Yunanlılar’ın İmajları), Aleksandreia Yay. Atina, 2001:80.
3- Anna Frangoudaki ve Thalia Dragona, Ti Einai İ Patrida Mas (Vatanımız Ne?) Aleksandreia Yay. Atina, 1997:161.
4- Bu araştırmalar; - Prof. Dr. Yavuz Ercan’ın çeşitli dergilerde yayımladığı yazıları,
- M. Çanlı’nın, Tarih ve Toplum, ‘Yunanistan’daki Türkler’in Anadolu’ya Nakledilmesi’ (130, Ekim)
- Y. Demirel’in ‘Mübadele Dosyası’, Tarih ve Toplum, (123, Mart-126 Haziran)
- M. Koraltürk, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, ‘Mübadelenin İktisadi Sonuçları Üzerine Bir Rapor’
- Dr. K. Arı, “Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç”, Tarih Vakfı Yayınları
- R. Kaplanoğlu, “Bursa’da Mübadele 1923-1930” adlı kitaplar ile sınırlıdır.
5- Gökaçtı, M. A., Geographika. Yeniden Keşfedilen Yunanistan, İletişim Yay., İstanbul, 2001.
6-
Yazar kendisi de Almanya’da yaşayan bir siyasi sürgündür. Mübadele ile
göç eden Minoğlu’nun kızlarının çeyizini sahiplerine vermek için
Yunanistan’a gider. Türkçe konuşan Yunan göçmenleri arasında Minoğlu
ailesini aramaya başlar. Ve dinlediği ilginç anıları, tekerlemeleri,
şarkıları bizlere bir yandan aktarırken bir yandan da bu anlatıların
kayıt altına alınmasını sağlar.
7- Küçük Asya Araştırmaları Derneği, (Exodos, Göç), Athens, 1980-1982.
8-
Hatta metin dekonstrüksiyonu ile uğraşan bir kısım araştırmacılar,
mazlemesinin dil ve olayların anlatıcının değer yargılarına göre yapılan
kurgudan oluştuğunu söyledikleri tarih ve romanın birbirinden
ayrılamayacağını bile iddia etmektedirler.
9- Exodos
İletişim yayınlarından Göç-Rumlar’ın Anadolu’dan Mecburi Ayrılışı
başlığıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve yayınlanmıştır. Pratik nedenlerden
ötürü I. ve II. cilti tümüyle çevirmek mümkün olmadığı için her bölgeden
bir tanıklığın çevirisiyle yetinilmiştir. Fakat ne tanıklıkların
seçiminde, ne de çeviri esnasında metinlere müdahele edilmemiş,
tanıkların ifadeleri yumuşatılmamış ya da sansür edilmemiştir.
10- Aynı tanıklık Göç’te de yer almaktadır, 2001:70-72.
11- Aynı tanıklık Göç’te de yer almaktadır, 2001: 167.
12-
(II:6, 9, 13, 21, 23, 26, 30, 37,44 ,49, 50, 52, 53, 54, 56, 61, 62,
64, 71, 75, 78, 80, 82, 83, 90, 95, 99, 101, 105, 109, 111, 114, 116,
118, 120, 130, 139, 140, 143, 147, 151, 152, 154, 160, 163, 175, 180,
198, 199, 203, 219, 222, 234, 239, 244, 248, 259)
13-
L. Politis, İ İstoria ths Neoellinikis Logotehnias, (Yunan Edebiyatı
Tarihi), Morfotiko Idruma Ethnikis Trapezis, Atina, 1980:302.
14-
Parantez içindeki tarih kitabın ilk basım tarihine işaret eder. G.
Theotokas, Eleuthero Pneuma, Estia, (Özgür Düşünce) _____, 1988.
15-
Yazar ismini takip eden iki noktadan sonra romanlar, parantez içinde
ise hikayeler verilmiştir. İ.Venezis: To Numero 31328, Galini, Okenaos,
Mikrasia Haire. (Lios, Glaroi, Den Ehei Ploio, To Thalassıno Pneuma Toy
Aigaiou, Thanatos, Akif, To Oros Ton Elaion, Anastasımo, Nixta Tou
Asklippiou, Oı Dio Ginaikes kai O Pirgos, Aspros Aitos,) G.Theotokas:
Leonis. S. Mirivilis: İ Panagia İ Gorgona (To Hroniko Tou 1922, Bgenaki,
To Matı Tis Gatas, Mia Nixta Plai Sto Tzaki). L.Nakou: Ksepartheni,
Kiria Doremi, Gia Mia Kainouria Zoi, To Hroniko Mias Dimosıografou.
K.Politis: Stou Hatzifrangou.
16- 1922 sonrası Yunan
edebiyatında ortaya çıkan tüm bu özellikler Yahudi imajını araştıran F.
Ampatzopoulou’ya göre II. Dünya Savaşı sonrası içerik değişen Batı
edebiyatıyla aynı içeriği ve biçimi taşımaktadır. Bk. F. Ampatzopoulou, O
Allos En Diogmo, (Kovulan Öteki) Kedros Yay., Atina,1998.
17- D.Demirözü, 30 Kuşağında Öteki (İ İkona Toy Allou Sti Yenia tou‘30 ), basılmamış doktora tezi, Atina Üniversitesi, 2000.
Not: Fotoğraflar, “Küçük Asya Araştırmaları Derneği” tarafından yayınlanan “Refugee Greece” adlı kitaptan alınmıştır.
KAYNAK: http://www.lozanmubadilleri.org.tr/arastirma_damlademirozu.htm