ALİ EZGER ÖZYÜREK’İN MUHACİRLER (BİTMEYEN GÖÇ) ROMANINDA BALKANLAR VE BALKAN TÜRKLERİ

https://www.academia.edu/40245676/Dervi%C5%9F_ve_%C3%96l%C3%BCm%C3%BC_Dervi%C5%9F_Ahmet_Nurettinin_%C4%B0kilemleri_A%C3%A7%C4%B1s%C4%B1ndan_Okumak



ALİ EZGER ÖZYÜREK’İN MUHACİRLER (BİTMEYEN GÖÇ) ROMANINDA BALKANLAR VE BALKAN TÜRKLERİ

Rıza BAĞCI

Giriş

Türk tarihinin enönemli hadiselerinden biri olan Rumeli’ye geçiş (Öztuna, 1977: 270) gerçekleşmiştir. Orhan Gazi döneminde (1324-1362) gerçekleşmiştir. Türkler, Sultan Orhan’ın büyük oğlu veliaht Süleyman Paşa’nın komutasında 1352’de Rumeli’ye geçmişlerdir. 1354’te stratejik önemi olan Gelibolu’yu almışlar, beş yıl içinde güney Trakya’yı fethederek bu bölgeye yerleşmişlerdir (İnalcık, 2009: 49). 1361’de Edirne alınmış, I. Murat (1362-1389), Yıldırım Bayezit (1389-1402), Çelebi Mehmet (1413-1421) ve II. Murat (1421-1431) devirlerinde ise Rumeli baştanbaşa fethedilerek bir Türk yurdu haline getirilmiştir. Anadolu’dan yüz binlerce Müslüman-Türk, dalga dalga bu fethedilen topraklara gelip yerleşmiş oralarda köyler, kasabalar, şehirler kurmuş, yerli halklarla barış içinde, bir arada yaşamanın güzel örneklerini vermiştir. Dolayısıyla 14. yüzyılın ikinci yarısıyla 15. yüzyılın ikinci yarısı, Balkanların Türkleşmesi, bir Türk vatanı haline gelmesi süreci olmuştur.

Osmanlı Türkleri, 14. yüzyılın ortalarında başlayan Balkanlara yerleşme sürecine daha sonraki yıllarda Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan’ın fethiyle devam etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’da ilerleyişi, 1683 II. Viyana kuşatması ve bozgununa kadar devam etmiştir.

Türk tarihi açısından çok önemli bir kırılma noktası teşkil eden Viyana bozgunu ile yavaş yavaş da olsa Türklerin Avrupa’dan geri çekilme süreci başlamıştır. Fakat 19. yüzyılın sonlarına kadar, Türklerin Avrupa’da kitleler halinde yaşadığı topraklar değil de, Macaristan, Podolya, Ukrayna, Romanya gibi hükmettiği ülkeler elimizden çıktığından, imparatorluğun Avrupa Türkleri açısından büyük trajik olaylar pek yaşanmamıştır.

Balkan Türkleri için asıl zor günler, acı olaylar ve İstanbul’a, Anadolu’ya kitlesel göç, 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonucunda yaşanmaya başlamış, bunu 1912-1913 Balkan Savaşı ve faciası takip etmiştir. I. ve II. Balkan Savaşları sonunda Osmanlı Devleti, bugünkü Trakya toprakları dışında hemen bütün Avrupa topraklarını kaybetmiştir.

Balkan Türkleri için, Osmanlı Devleti’nin Avrupa topraklarından çekilmek zorunda kalması, çok acı olaylara mâl olmuş, milyonlarca evlad-ı fâtihan yüzyıllardır yaşadıkları vatanlarında tarifi imkânsız baskılara, zulümlere maruz kalmıştır. Bunun sonucu olarak da, evlerini, tarlalarını, bahçelerini, servetlerini oralarda bırakarak göç etmek zorunda kalmışlardır.

Balkan Savaşı’ndan sonra, Trakya, İstanbul ve Anadolu, 1878’den beri görülmemiş derecede Müslüman muhacirlerle dolmuş, bunların sayısı iki milyona


Yrd. Doç. Dr. Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,

rizabagci58@hotmail.com


ulaşmıştı. Muhacirlerin büyük bir kısmını yüzyıllardır balkanlarda yaşayan Türkler teşkil ediyordu. Fakat muhacirlerin içinde çok sayıda Arnavut, Boşnak ve diğer Müslümanlar da vardır (Findley, 2011: 175, 177, 202, 204). “O zamana kadar, birçok Türk’ün gerçek anavatanı Anadolu değil, Rumeli’ydi. Nitekim Selânik, devriminin (II. Meşrutiyet’in ilanı) beşiği olmuştu. Enver Paşa şu sözleri söylerken aslında birçok Osmanlı Türk’ü adına konuşmaktaydı: “400 yılın ardından Rumeli’den atılmak ve Anadolu’ya göç etmek: İşte bu, katlanılmaz bir şey.” Ama katlanmak zorundalardı” (Findley, 2011: 202).

İşte bu büyük göçlerden birisi de, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması gereğince Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Yunanistan Türklerinin göçüdür. Lozan’da Yunanistan ile Türkiye masaya oturunca, karşılarına çıkan en önemli problemlerden birisi de, Yunanistan’daki Türkler ile Türkiye’deki Rumlar olmuştu.

Türkiye ve Yunanistan, her iki devlet de, artık 30 Ağustos 1922’de Türk ordusunun Yunan ordusunu imha edip 9 Eylül 1922’de İzmir’i de kurtarıp büyük bir zafer kazanması sonrası, Türkiye’deki Rumlarla Türklerin, Yunanistan’daki Türklerle Rumların barış içinde bir arada yaşayamayacağını ileri sürüp geniş çaplı bir mübadele yapılması gerektiği konusunda görüş birliğine varmıştır. Zaten o günlerde her iki ülkede yaşananlar da, buna haklılık kazandırmaktadır.

Mübadele ve Muhacirler (Bitmeyen Göç) Romanı

Sonunda, Lozan’da Türkiye ve Yunanistan, iki ülke arasında kapsamlı bir göç yağılması konusunda da anlaşır. İmzalanan antlaşma gereğince, Türkiye’deki Ortodoks-Rumlar ile Yunanistan’daki Müslüman-Türkler “zorunlu” (Lewis, 1991: 352) olarak mübadele edilecektir. Mübadele hızlı bir şekilde hemen uygulanmaya konur. Yüz binlerce Müslüman-Türk Yunanistan’dan Türkiye’ye, yüz binlerce Ortodoks-Rum da Türkiye’den Yunanistan’a göç etmek zorunda kalır.

Mübadeleye tâbi olan Müslüman-Türkler ve Ortodoks-Rumların sayısı, bugün için bile kesin olarak bilinmemektedir. Bu konuda çeşitli akademik kaynaklarda bile, birbirinden çok farklı rakamlar verilir. Mesela, kimi tarihçilere göre, “1.125.000 kadar Rum Türkiye’den Yunanistan’a ve bundan oldukça küçük sayıda Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye gönderilmiştir” (Lewis, 1991: 352). Başka bir tarihçiye göre bu sayı “400.000 Türk’e karşılık, 1 milyon Anadolulu ve

260.000 de Trakyalı ve (yerleşik olmayan) İstanbullu Rum”dur ve gidenler gelenlerden üç kat fazladır (Tuncay: 2005: 192). Belçikalı ünlü bir Türkiye tarihçisi ise, mübadillerin sayısını, 900.000 Rum-Ortodoks ve 400.000 civarındaki Müslüman olarak verir (Zürcher, 2004: 239). Bir diğer tanınmış tarihçi ise, mübadele ile Türkiye’den giden Ortodoks-Rumların sayısından hiç bahsetmemekle birlikte, Yunanistan’dan gelen Müslüman Türklerin sayısını

400.000 olarak gösterir (Findler, 2011: 278). Mübadele konusunda, son yıllarda yapılan müstakil akademik bir çalışmada bile, mübadillerin sayısı tam olarak ortaya konulamamıştır. Bu çalışmaya göre, “Türkiye’nin bütününe getirilip yerleştirilen mübadillerin toplam sayısı konusunda pek çok değişik rakama rastlanır. DİE’ye göre bu sayı, 456.720 iken, bir başka önemli kaynakta


499.239’dur. Aynı kaynağa göre, bu dönemde, mübadele uygulaması kapsamına girmeyip de Türkiye’ye gelen ve yerleştirilen göçmenlerin sayısı 172.029’dur” (Arı, 2012: 113).

Mübadelenin hemen sonrasında Yunanistan’da mübadeleyi konu alan birçok roman, hikâye ve hatıra yayımlanır. Ünlü yazarlar bu konuya ele alır. İ. Venesis, S. Dukas, S. Mirivilis, K. Politis, D. Sotiriu, L. Naku gibi birçok yazar bu konuyu işleyen eserleriyle tanınır (Millas, 2012: 22).

Türkiye’de ise bu trajik olay, nedense Cumhuriyet’in ilk yıllarında ne ayrıntılı tarihi ve sosyolojik araştırmalara konu olur, ne de edebiyata gereğince yansır. Bu konuda Reşat Nuri Güntekin ve bir ölçüde Memduh Şevket Esendal, bir istisna teşkil eder. 1980’li yıllardan itibaren ise, Türkiye’de mübadele keşfedilir. Necati Cumalı, Fikret Oytam, Salim Şengil, Feride Çiçekoğlu, Ahmet Yorulmaz, Mario Levi gibi yazarlar, eserlerinde bu konuyu işler. 2000 yılından sonra ise, konuya ilgi daha da artar. Ayten Aygen (Rumeli Benimdi) ailenin Bektaşi ve Melami geçmişini, Saba Altınsay (Kritimu-Girit’im Benim) Girit Türklerini, Zeliha Midilli (Balkan Şarkısı Saranda) Bektaşi kimliğini yazar. Müfide Pekin, Mübadele Öykü Seçkisi ve Maniler/Deyimler kitaplarını yayımlar. Üçüncü kuşak mübadiller, 2000 yılında Lozan Mübadilleri Derneği’ni kurar ve önemli faaliyetlerde bulunur.

Bu konuda yayımlanan eserlerden biri de, Ali Ezger Özyürek’in 2003 yılında ilk baskısı yapılan Muhacirler (Bitmeyen Göç) adlı romanıdır. Mübadele ile Türkiye’ye gelen bir ailenin ikinci kuşağına mensup olan (1957 Samsun- Havza doğumlu) Özyürek, büyükbabası Turan dedenin ve babası Nazmi Usta’nın hayatını merkezine aldığı romanında, Selanik’in Kayalar ilçesinin İnebosu köyünden, Samsun-Havza, Sivas-Divriği ve Elazığ’a uzanan bu göç hikâyesini ve hikâyenin üç nesil boyunca yoksul, acılı, çalışkan ve onurlu insanlarını anlatır. İşte biz, bu bildirimizde ikinci baskısı 2007’de, üçüncü baskısı 2011’de yapılan bu romanı inceleyeceğiz.


Selanik-Kayalar-İnebosu ve Halkı

Muhacirler (Bitmeyen Göç) romanında anlatılan mübadiller, Yunanistan’ın kuzey-batısında, şimdi adı Ptölemiya olan, o zamanlar Kayalar adını taşıyan ilçenin İnebosu köyünden gelmişler. Kayalar önceden Manastır’a bağlı imiş. Balkan savaşında Manastır, Sırpların eline geçince Kayalar bu defa Selanik’e bağlanmış. İnebosu’nun şimdiki adı ise Akrini.

İnebosu, romanın en önemli kahramanı Turan dedenin köyüdür. Yazara göre, İnebosu köyünde yaşayan insanların geçmişi, Anadolu’daki Karaman Beyliği’ne dayanır. Karaman Beyliği sınırları içinde yaşayan ve büyük ölçüde Hacı Bektaşi Veli’nin hümanist öğretisinden ve İslam’ı algılayış biçiminden etkilenen ve kışın ovalarda, yazın yaylalarda otlak arayarak yarı yerleşik bir hayat süren Türkmen boyları (Ekşioğulları aşireti), Orhan Gazi devrinde bu topraklara gelip yerleşmişler. İlçe merkezi Kayalar’da yaşayan Türkmenler, “Sünni Müslüman olarak kalmış... İnebosu, Cerelli ve Cuma köyleri ise atalarından gördükleri gibi, İslam’ı biraz farklı yorumlayıp farklı yaşıyorlar. Rumeli’ye gelen


uç beylerinin, akıncıların savaşçıları aynı zamanda birer dinsel önder. Babalar, dervişler, fethedilen topraklarda yerleşip buraları kendileri için yurt haline getirmişler” (Özyürek, 2011: 18). Bu gazi dervişler, gelip yerleştikleri bu topraklara zaviyeler, tekkeler kurarak, o tekkenin etrafında köyler, kasabalar oluşturmuşlar. Bir süre sonra da, kurucu velinin türbesi çevresinde bir kültür merkezi oluşmuş. “Cuma (Targovişte) Tekkesi’nin bulunduğu köy de, böyle bir yer. Kayalar civarındaki Bektaşi inançlarına sahip Müslüman Türk köylerinin kutsal olarak kabul ettikleri yerler, Dağ Tekkesi ile bu adı geçen Cuma Tekkesi. Mezarı Haskova’da bulunan Otman Baba ile Dimetoka’daki Kızıl Deli (Seyit Ali Sultan) buradaki Bektaşilerin en çok tanıyıp saygı duydukları ulular” (Özyürek, 2011: 18-19).

Kayalar, aynı adı taşıyan ovada kurulmuş büyükçe bir kasaba. Kayalar ovası, deniz seviyesinden beş-altı yüz metre yükseklikte. Bu bereketli ovada her türlü ürün yetiştirilirmiş. Buğday, mısır ve susam. Kaylar ve köyleri üzüm bağları ve çeşit çeşit meyve bahçeleriyle ünlüymüş. Kayalar ovası, her zaman yeşil kalan Uçana Dağları ile çevrili. Ovanın bir tarafında Sarıgöl bulunurmuş. Bu gölde yapılan balıkçılık yıllarca, yüzyıllarca çevre köylerin geçim kaynağı olmuş. Sarıgöl, bugün yok. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurutulmuş, yerine bir termik santral kurulmuş.

Yazara göre İnebosu, Kayalar’ın yüze yakın köyünden biri. İnebosu adı, yöre köylülerinin İn Obası adını verdikleri bir mağaradan geliyor. İnebosu, sırtını yemyeşil ormanlara dayamış güzel bir köy. Orman kestane, gürgen, meşe, kızılcık ve fındık ağaçlarıyla doludur. Topraklar bereketlidir. Sürüyle koyunlar, kuzular vardır. İnebosu’nun yüz seksen hanelik nüfusu, tarım ve hayvancılıkla uğraşıp gür ormanlardan ve bereketli topraklardan faydalanarak yıllarca rahat ve huzur içinde bir hayat sürer. Köydeki evlerin büyük bölümünün alt kısmı taştan, üst kısmı ağaçtandır. İnebosu’ya en yakın Rum yerleşimi, Sarıgöl yakınlarındaki Kumanaya köyüdür. Yine İnebosu’ya yakın kasabalardan Kozana’da her milletten insan yaşar. Türk köylerinin, Rumlarla ilişkileri zayıftır. Pazar yerlerinde, alış veriş dışında yakınlıkları pek enderdir. Karafere ve Kayalar kasabalarında Türkler, Rumlar, Bulgarlar ve Arnavutlar iç içe kardeşçe yaşarlar.

Bu bölgede yaşayan Türkler, atalarının Konya’dan geldiğini bilir. Çevredeki Rumlar bu yüzden, İnebosu, Sarıgöl ve Cuma çevresindeki Türkleri, “Konyarlılar” diye anarlar. Türklerin hepsi Türkçe konuşmakla birlikte, birçoğu ticari ilişkileri sebebiyle Rumca bilir. Rumların da Türkçe bildiği gibi.

İnebosu’da “Öksüz Baba” türbesi vardır. Bu türbe İn Obası adı verilen mağaranın bir köşesindedir. Rumeli’ye ilk gelen akıncılardan birisi olduğu sanılan Öksüz Baba, ulu bir kişi olarak anılır, sevilir ve adına adaklar kesilir. O zamanlar türbenin bir de Fetta adında bir bekçisi ve hizmetçisi vardır. Mübadelede Öksüz Baba’yı bırakıp gitmek istemez. Elinde olsa Öksüz Baba’yı toprağı ile alıp Türkiye’ye getirecektir. Sonunda Öksüz Baba’nın mezarını getiremez ama elbiselerini, kılıçlarını, kap kacağını toplayıp getirir. Öksüz Baba’nın türbesi şu anda Manisa’ya bağlı Yeniköy’dedir ve pek çok kişi tarafından ziyaret edilmekte,


Fetta’nın Elazığ’da doğan oğlu Baki de, babasının görevini aynı bağlılık ve inançla sürdürmektedir (Özyürek, 2011: 24-25).


Turan Dede

Muhacirler (Bitmeyen Göç) romanın en önemli kahramanı, asıl kahramanı Turan dede, 1888 yılında İnebosu’da doğar. Onun bir masal kahramanına benzer bir hayat hikâyesi vardır. Babası, köyün sürülerini güden Çoban Muharrem’dir. Latif ve Hüsnü adlı kendisinden büyük iki erkek kardeşi daha vardır. Turan, köy hayatını sevmez. Küçükken, köyün ortasındaki camide okuma yazma öğrenir. Daha sonra Kozana’daki İlkokulu bitirir. Ardından Manastır’daki Rüştiye’ye kaydolur. Okuyup subay olmak istemektedir. Ancak okulda bir buçuk yıl okuyabilir. Çünkü art arda ağabeyleri askere alınır ve bir süre sonra da, her ikisinin de Yemen’de bir ay ara ile şehit oldukları haberi gelir. İki tane aslan gibi delikanlı, askere gitmiş ve dönmemiştir.

Turan, babasının ısrarıyla okulunu bırakır. İnebosu’ya köyüne döner. Turan’ın ağabeyi Hüsnü, askere gittiğinde nişanlıdır. Diğer ağabeyi Latif ise bir yıllık evlidir. Dolayısıyla Latif’in şehit olduğu haberi gelince, karısı Fariz dul kalır. Turan’ın anne ve babası, gelinlerini baba evine göndermemek ve Turan’ı eve bağlamak için, ikisinin evlenmesini isterler. Hâlbuki Turan’ın köyde fırsat buldukça buluştuğu, Gülsüm adlı bir sevdiği vardır. Buna rağmen Turan, anne- babasının ısrarıyla yengesi Fariz ile evlenir. Evlilikten bir yıl sonra ilk erkek çocuklarını doğar. Adını Latif koyarlar. Torununa en çok sevinen Çoban Muharrem olur. Çünkü nesil devam edecektir.

1912 yılında Balkan Savaşı’nda, bu sefer de Turan askere alınır. Bu savaşta Türk ordusu tam bir bozgun yaşar. Turan önce Sırplara esir düşer. Daha sonra, Sırplar onu Yunanlılara teslim eder. Yunanlılar da Selanik’e esir kampına gönderir. Nihayet 14 Kasım 1913’te imzalanan antlaşma ile savaş sona erer. Balkanlardaki Osmanlı toprakları yaklaşık bir yıl süren savaş sonunda, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ arasında paylaşılır. Turan da esaretten kurtulur, köyüne döner. Anasına, babasına, eşine ve çocuğuna kavuşur. Fakat o, ailesi ve köylüleri, bundan sonra Osmanlı vatandaşı değil, Yunan vatandaşıdır. Hiçbir şey, artık eskisi gibi olmayacaktır (Özyürek, 2011: 29-75).


Balkan Savaşı Sonrası İnebosu’da Hayat ve Mübadelenin Sebepleri

Yunan idaresindeki Makedonya’da yaşayan Müslüman Türkler ve İnebosulular için artık hayat daha zorlaşır. Bütün bu zor şartlara rağmen, Turan hayata bütün gücüyle sarılır. Babası Çoban Muharrem, ihtiyarlamış, bütün iş Turan’a kalmıştır. Turan’ın bu arada bir oğlu daha olur. Onun adını da şehit olan diğer ağabeyinin adı olan Hüsnü koyarlar.

Yunan idaresinde, önce resmî dairelerdeki işler zorlaşır. Bölgedeki Rumlar, kendilerini imtiyazlı görürler. Milliyetçi duygu ve düşünceler, hızla ırkçılık boyutuna gelir ve günlük hayattan, resmî işlere kadar her alanda kendini hissettirir. Kozana ve Kayalar gibi kasabalarda bile Yunan jandarması açıkça taraf tutar. Daima Rumları haklı gösterir. Haksızlığın sabit olduğu durumlarda ise,


olayı örtbas eder. Milli ve dini farklılıklar ön plana çıkar. Balkan Savaşı’nda göç eden Müslüman-Türk ailelerin mal varlıklarına Yunan hükümeti el koyar. 1912- 1922 yılları arasında çeşitli iç karışıklar, darbe girişimleri, hükümet değişiklikleri yaşayan ve savaşa giren Yunanistan’da, aşırı milliyetçi söylem ve eylem gittikçe yükselir. Rum çeteleri, pervasızca Türk köylerini basar ve zarar verir. Fakat asıl korkulu günler, kötü günler, Anadolu’da Türk Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasıyla başlar. 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da imha edilen Yunan ordusunun ardından, 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesi, düşmanı denize dökmesi üzerine, Anadolu’daki Rumlar kitleler halinde Yunanistan’a göç etmeye başlar. Türkiye’ye göç etmeyen Anadolu Rumları da, çok zor durumda kalırlar. Çünkü 1919-1922 yılları arasında özellikle Karadeniz’de Rum-Pontus çetelerinin, Ege bölgesinde Yunan ordusuyla birlikte Rum çetelerin ve bir kısım Rum halkın Türklere yaptığı zulüm, baskı ve haksızlık, Türk halkında Rumlara karşı bir öfke uyandırır ve Türk ordusunun Yunan ordusunu denize dökmesiyle, Rumlara karşı istenmeyen olaylar cereyan eder.

Bu istenmeyen olayların hedefi olan ve Yunanistan’a kaçan Rumlar, bunları abartılı bir şekilde anlatır. Bu durum, Yunanistan’daki Rumlarla Türkler arasını iyiden iyiye bozar. Yunan hükümeti, Anadolu’dan Yunanistan’a kaçan Rumları, Yunanistan’da Türklerin yaşadığı bölgelere yerleştirir ve gelenlere Türklerin evlerinin, tarlalarının, mallarının yarısını verir. Hem de sahiplerine sormadan. Türkiye’den gelen Rumlardan elli-altmış hane kadarı da, İnebosu’ya yerleştirilir. Köye yerleşen Rumlar, Sivas ve çevresinden gelmiştir. Yunan hükümeti, Müslüman-Türk nüfusunu artık topraklarında istememektedir. Bunun için Türkler, tâciz edilerek göçe zorlanır. Türkleri tacize yönelik saldırılarda da Türkiye’den gelen Rumlar, başrolü oynar. Korkunç katliamlar düzenlenir. Irkçılıkla gözü dönmüş sıradan Rumlar, canavara dönüşür. Bu saldırılara zaman zaman Yunan subayları ve askerleri de katılır. Bir gün Turan’ı çocuklarının önünde sopayla acımasızca döverler. Vücudu mosmor olan Turan, bir hafta yerinden kalkamaz. Bu olaylar gittikçe yaygınlaşır ve İnebosulular, ilk defa kendilerini çaresiz hisseder. Gün geçtikçe çatışma, katliam, kundaklama olayları yayılır.

Bu arada Turan’ın babası Çoban Muharrem ve ardından annesi ölür. Turan, evinde karısı ve iki çocuğuyla kalmıştır. 1922 yılının sonunda bu olaylar gelişirken, 1923 yılı ile birlikte köye yeni haberler gelir. Mübadelenin başladığı, Yunanistan’dan gelen Rumların yerine buradaki Türklerin Anadolu’ya gönderileceği söylenmektedir. Köylüler önce bunu ciddiye almaz. Onca insan nereye gidecek? Nasıl gidecek ve malı, mülkü, yüzlerce yıldır yaşadığı toprakları ne olacaktır? Kısa bir süre sonra, 30 Ocak 1923’te Türkiye ile Yunanistan arasında “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol’ün” imzalandığı ve 1 Mayıs 1923’ten itibaren de zorunlu mübadelenin başlayacağı öğrenilir (Özyürek, 2011: 76-84; Arı, 2012: 1).

Trajik Göç

İnebosu’da mübadele kararı, şaşkınlıkla karşılanır. Yurtlarından, yüzlerce yıllık ata topraklarından ayrılacak olmak onlara çok zor gelir. İçlerinde, “Buraları


terk etmektense, sessizce olanlara katlanmayı” bile tercih edecekler vardır (Özyürek, 2011: 85). Ancak Yunanistan’da, İnebosu dışındaki Türk bölgelerinde durum gerçekten vahimdir. Büyük Taarruz’dan (26 Ağustos 1922) sonra bir ay içinde Türkiye’den ayrılıp, Yunanistan’a göç eden Rum sayısı 650.000’dir. Bu sayı 1922 yılının sonundan yani dört ay sonra bir milyonu aşar (Özyürek, 2011: 83). Türkiye’den göç edip Yunanistan’a gelen bu Rumlar, “Türkiye’de yaşadıkları olumsuzluklardan, kötü davranışlardan bütün Türkleri sorumlu tutup, intikam peşinde”dirler (Özyürek, 2011: 85). Bu yüzden, Yunanistan’daki Türk bölgelerinde hayat çekilmez hale gelir. Korku, haksızlık, hukuksuzluk, baskı, zulüm, katliam gün geçtikçe artar, Türklere yapılanlar artık, bir misilleme olarak algılanır. Bu anlayış, en iyi Rum komşuları bile saldırgan bir hale getirir. Yıllarca yüz yüze bakan insanlar, nefret kusmaya başlar. Kozana, Kayalar ve Karafere ve köylerinde yaşayanlar için artık mal ve can güvenliği kalmaz. Nihayet İnebosulular da göç hazırlıklarına başlar.

Yunanistan hükümeti can güvenlikleri konusunda güvence vermez. Bu yüzden köyler boşaltılıp Selanik’e götürülür. Türkler orada, liman çevresinde kurulan misafirhanelerde Türkiye’den gelip kendilerini götürecek gemileri beklemeye başlar. Binlerce insan, Selanik limanına yığılır. Selanik’te köylüler, tütüncü, bağcı, rençper diye tasnif edilir. Türkiye’de şehirliler şehirlere, köylüler köylere yerleştirilecektir.

Turan, ineklerinin, koyunlarının bir kısmını satmış, bir kısmı kesip kavurma yapmış, kaplara doldurmuştur. Gidecekleri yere kadar katık yapmak için. 1923 yılının Mayıs başlarında İnebosu’dan önce Karafere’ye gelirler. Sonra trenle Selanik’e varılır. Limana yakın bir tepenin eteklerinde kurulan çadırlarda vapur sıralarını beklerler. Gidecekleri yerler önceden bellidir. İnebosulular, Samsun’a gidecektir ve Türkiye’de aynı işi yapacaklardır. Türk hükümeti bu konuda teminat vermiştir (Özyürek, 2011: 85-97).

Türkiye, on yedi vapurla taşıma yapmaktadır. Vapurların ikisi yeni diğerleri eskidir. Mübadele Komisyonu’nda görevli ve kendisi de Kayalar’dan Dr. Ömer Lütfi Bey, Kayalar ve köylerinden gelen mübadillere, bir mecidiye verip iyi durumdaki vapurlara binmelerini, Türkiye’ye bir an önce varıp İstanbul veya İzmir’e yerleşmelerini tavsiye eder. Durumu iyi olanların bir kısmı bu çağrıya uyar. İstanbul, İzmir veya Manisa’ya yerleşir. İnebosuluların ve diğer köylülerin çoğu, okuma yazma bile bilmeyen cahil insanlardır. Bu yüzden büyük bir kısmı, İzmir’e gitmek istemez. Çünkü onlara göre Rumlar İzmir’i yeni terk etmiştir ve her an geri dönebilirler. Ancak birkaç hane İnebosulu İzmir’e gider, İzmir veya Manisa’ya yerleşir. İnebosu köylülerinin büyük bir bölümü, Samsun’a gitmeye karar verir.

Ömürlerinde hiç gemiye binmeyen bu insanlar için gemi yolculuğu, tam bir eziyet haline gelir. Yolcuların büyük bir kısmı, deniz tutmasından perişan olur. Kusar, kusmamak için yemek yemez. Yeterli beslenmeyen bu insanların bazıları hastalanır. En çok da, çocuklar ve bebekler bu durumdan etkilenir. Gemideki doktor, elde yeterli ilaç olmaması dolayısıyla hastalara faydalı olamaz. Sonuçta ihtiyarlardan, çocuklardan, bebeklerden ölümler olur. Gemide uzun süren


yolculukta cesetler kokacağından, ölenler denize atılır. Vapurda bulunan Kayalar müftüsü, bu konuda dinen bir mahzur olmadığını açıklar. Yakınlarını kaybeden insanları teselli etmeye çalışır.

Vapur ilk molasını Çanakkale boğazında verir. İkinci mola İstanbul’a gelince o zaman şirin bir köy olan Anadolu Kavağı’nda verilir. Yolcular gruplar halinde hamama sokulup yıkanır. Vapur ilaçlanır. Kayalarlı tüccar ve zanaatkârların bir bölümü Niğde ve Kayseri’ye gitmeleri gerekirken, İstanbul’da kalabilmek için vapurdan kaçar. Görevlilere rüşvet verip kalanlar da olur.

Nihayet 1923 Mayıs ayının sonlarında gemi Samsun’a yanaşır. Yolcular, karantina gibi bir yere alınır, sağlık kontrolü ve aşıları yapılır. Kendilerine Kızılay yemek dağıtır. Kısa bir süre sonra da, Rumlardan boşalan köylere yerleştirilmeleri başlar. İnebosululara, devlet bir türlü yer beğendiremez. Samsun’a yakın köylere yerleşmek istemezler. Devlet yetkilileriyle “Biz deniz kıyısı istemeyiz. Çocuklarımız suya kapılıp gider. Denizden uzak olalım, dağlık, ormanlık bir yere yerleştirin bizi” diye pazarlık yaparlar. İnebosu’ya benzer bir köy ararlar. Nihayet misafirhanede ikinci haftaları dolarken mübadele komisyonu, İnebosuluların altmış hanesini Samsun’un Havza ilçesinin köylerine, seksen hanesini Elazığ’ın köylerine, kalan kırk hanesini de Sivas-Divriği’ye gönderilir (Özyürek, 2011: 98- 118).


Samsun-Havza

Mübadillerin Havza’ya getirilince yerli halk, bir yandan yardım kampanyası düzenleyip onlara yardımcı olmaya çalışır, bir yandan da Rumların gitmesiyle sahiplendikleri yerlerin ellerinden alınıp mübadillere verileceği endişesiyle huzursuz olur. Gerçekten de yerli Türkler, Rumların Türkiye’den gitmesiyle onların mallarını sahiplenmişlerdir. O günlerde, İlk Mübadele ve İskân Bakanı olarak TBMM’ye bir açıklama yapan Mustafa Necati, bütün Türkiye’de Rumlardan kalan 100.000’den fazla terk edilmiş ev bulunduğunu, ama bunların ancak 20-25.000’inin hükümetin elinde olduğunu belirtir. “Necati’ye göre, hükümetin doğrudan elinin altında olmayan evler, ya icarda ya da şunun bunun taht-ı işgalinde” dir. (Arı, 1991: 44-57). Bu tespit, Türkiye’deki yerli Türklerle, mübadiller arasındaki anlaşmazlıkların sebebini çok iyi açıklar.

İnebosulular Havza’dan, Şeyhkoyun ve Hacıdede köylerine yerleştirilir. Köylülere, yetişkin nüfus başına on dönüm tarla, araziyi işlemek için araç-gereç verilir. Evlerini yapabilmeleri için kullanacakları malzeme temin edilir. Muhacirler Rumlardan kalan bu köylerde, ormandan kestikleri ağaçlarla taş duvarları yıkılmayan evlerin üzerine kerpiçten evlerini yaparlar. O yılın sonbaharı ve kışı muhacirler için çok zor geçer. İnebosulular için yarı aç, yarı tok bir hayat başlar. Devlet kıt imkânlarıyla muhacirlere yardımcı olmaya çalışır (Özyürek, 2011: 119-145).

Sivas-Divriğe gönderilen kırk hane İnebosulu, Divriği’nin otuz dört köyüne dağıtılır. Kendilerine, Rumlardan kalan elma bahçeleri ve tarlalar verilir. Arazi verimlidir. Fakat İnebosulular, yerli halkla geçinemez, uyum sağlayamaz. Ekonomik durumları iyi olsa da, mutlu değillerdir. Çok geçmeden Divriği’deki


İnebosulu muhacirler Havza’ya, İnebosuluların yanına göç etmeye karar verirler. Sadece değerli eşyaları ile hayvanlarını yanlarına alarak, Havza’ya hemşehrilerinin yanına gelip yerleşirler (Özyürek, 2011: 146-150).

İnebosululardan seksen hane ise 1923 yılının Ekim ayı sonlarında Elazığ’a varır. Gelenler önce bir kiliseye yerleştirilir. Sonra, Elazığ merkeze yakın, Murnik, Kesirik, Sürsürü ve Pizmuşin köylerine iskân edilirler. Elazığ’dan hem Rumlar hem Ermeniler göç ettiği için, terk edilmiş köy ve arazi çoktur. Muhacirler maddi sıkıntı çekmez. Fakat 1924 yılının Kasım ayında tifüs salgını başlayınca ,birçoğu bu hastalıktan ölür. Söz gelimi yirmi sekiz kişilik bir muhacir aileden, geriye sadece üç kişi kalır. Geri kalan İnebosulular da, bölgedeki Zaza Kürtlerle geçinemez. İç içe yaşamalarına rağmen birbirleriyle bir türlü kaynaşamazlar. Yerli halk muhacirleri, uzaklardan gelip kendi topraklarını işgal eden yabancılar olarak görür. Önce tartışmalar, sonra kavgalar başlar. Sonunda İnebosulu muhacirlerin bir bölümü Manisa (Yeniköy’e), bir kısmı Samsun- Havza’ya göç eder (Özyürek, 2011: 150-154).


Zor Yıllar

İki oğlu ve karısıyla, İnebosu’dan gelen Turan, sülalesinden diğer ailelerle birlikte Samsun-Havza’nın Şeyhkoyun köyünde Rumlardan kalma bir eve yerleşir. Turan, evi oturulacak duruma getirmek için epeyce uğraşır. Çünkü bir yıl önce terk edilen bu evleri, çevredeki Türk köyleri yağmalayıp yıkmışlardır. Birçok binanın taş temellerinden başka bir şey kalmamıştır. Turan’a otuz dönüm de tarla verilir. Ancak elde toprağı işleyecek alet yoktur. Hükümet bir miktar tohumluk buğday, arpa verir. Turan, kasabadan iki-üç de demirli saban bulur. Akrabalarının yardımıyla on dönüm buğday eker.

Turan bir kış günü iş aramak için Havza’ya indiğinde, bir cenaze namazına katılır. İmamın duaları yanlış okuduğunu söyler. Dini bilgisine Havza halkı hayran olur. Onu sık sık cenaze namazı kıldırmaya ve ölenlerin kırkında ve bayramlarda Kur’an okumaya çağırırlar. Turan bu dini bilgisi sayesinde, hem para kazanır, hem de Havza’da birçok dost edinir. 1929 yılının başında ise, Şeyhkoyun köyünde tifüs salgını başlar. Temizlik maddelerini alamayan, temiz su kullanamayan, sık sık yıkanmayan köylüler, önce bitlenir, sonra tifüse yakalanır. Köyde, tifüsten on bir kişi ölür. Ölenler arasında Turan’ın eşi, Fariz de vardır. Turan İnebosu’da doğan Latif ve Hüsnü ile burada doğan kız çocuğu Meldiye ile kalır. Yeniden evlenmez. Ömrünün sonuna kadar böyle yaşar. Ertesi yıl, büyük oğlu Latif’i evlendirir. İki yıl sonra, Latif’in ilk erkek çocuğu olur. Turan, torununun adını Muharrem koyar. Bu yıllarda Turan, çok çalışıp az yer. Sürekli para biriktirip, mal, mülk sahibi olmaya çalışır. Duvar ustalığından hocalığa, ekin biçmekten odun satmaya kadar her işi dener. Ekonomik durumları gittikçe düzelir. Bu arada Bektaşi gelenekleri, inançları yaşatılmaya çalışılır. İhbarlar sonucu, jandarma birkaç kere köye baskın yapar. Köyde bir korku oluşur. Bu korku sebebiyle, köyde oruç tutan olmadığı halde Ramazan ayı boyunca sahurda her gece davul çalınır. Sadece dışarıya karşı bir savunma olarak.


1936’da şekerpancarı ekiminin başlaması ve devlet tarafından teşvikiyle muhacirler, iyi para kazanır. Hayat şartları biraz daha düzelir (Özyürek, 2011: 153-177).


Türkiye’de Doğan İlk Kuşak ve Nazmi Usta

Muhacirler (Bitmeyen Göç) romanının en önemli kahramanlarından biri de, Turan dedenin damadı yine İnebosulu bir ailenin çocuğu olan Nazmi Usta’dır. Nazmi Usta, Elazığ’da, Sürsürü köyünde doğmuştur. 1934 yılının ilkbaharında Samsun-Havza Şeyhkoyun köyüne gelip yerleşen Bekiroğullarından Abdullah’ın büyük oğludur. Nazmi, çiftçilik dışında bir iş yapmayı ister. İlk heveslendiği iş marangozluktur. Merzifon’da marangoz Teki Usta’nın çırağı olur. Kısa sürede işi öğrenir. Usta olarak, Şeyhkoyun ve çevre köylerde çalışır.

Nazmi usta, askere gitmeden daha on sekiz yaşındayken, Turan dedenin tek kızı ile evlenir. Lâdik, Kavak hatta Samsun’da marangozluk veya inşaat işi yapar. Peş peşe iki kızı olur. 1949 yılının ilkbaharında askere gider. Asker dönüşü Türkiye, çok hızlı bir şekilde değişir. Çok partili hayata geçirilir. Dış yardımlar başlar. Muhacirler çoğunlukla Halk Partisi’ne karşı, Demokrat Parti’yi daha sonra da Adalet Partisi’ni destekler. Muhacir gençlerin bu tavrı, 1970’li yıllara kadar devam eder. Bu arada sanayileşme çabalarıyla birlikte, köyden kente göç başlar ve gittikçe hızlanır. Nazmi Usta, Kayseri ve Niğde’ye gider. Oralarda pancar ekimine nezaret edip iyi para kazanır. Biriktirdiği paralarla Havza merkezde bir arsa alır, içine kerpiçten bir bina yapıp köyden Havza’ya taşınır. Bu arada iki kızı, bir oğlu daha olur. Havza’da evin bahçesine ahır yapılıp inek beslenir. Sütten tereyağı ve peynir üretilip Havza pazarında satılır.

Karısı ve çocukları bu işle uğraşırken Nazmi Usta, celeplik yapar. Havza ve çevresinden aldığı hayvanları, trenle veya gemiyle İstanbul’a götürür, satar. Yazları Havza’da tütün ekerler. O yıllarda tütüne devlet teşviki vardır. Aile kent hayatına uyum sağlamaya başlar. İkinci kızı, Samsun Öğretmen Okulu’nu kazanır.

Turan dedenin damadı Nazmi Usta bu arada, ahşaptan patozun ilkel biçimi olan bir harman makinesi yapar ve satar. Bu makine çevrede tutulur. Müşterisi çoğalır, iyi para kazanır. Fakat bir süre sonra biçer-döverler ve patozlar yaygınlaşınca, Nazmi Usta’nın bu işi biter. Nazmi Usta önce kereste ticaretine, daha sonra devlete küçük bina inşaatları ve tamiratları işine girer, yani taşeronluk yapar. Daha çok para kazanır ve Havza civarında tanınmış bir müteahhit olur (Özyürek, 2011: 178-217).


Son Yolculuk

Turan dede, büyük oğlu Latif’in genç yaşta kanserden ölümünden sonra, Şeyhkoyun köyündeki tarlaların çoğunu Latif’in çocuklarına bırakarak, küçük oğlu Hüsnü ile 1959 yılında Havza’ya gelip yerleşir. O yaşında bile boş durmaz. Havza pazarından aldığı, margarin, tuz, şeker gibi şeyleri, eşeğiyle çevre köylere götürüp satar. Kışın ise köy yolları kapalı olduğundan, Havza’da evlere çıra satar. Hüsnü’nün oğlu yani Turan dedenin torunu Dursun, Havza’da ortaokulu bitirir.


Askerlikten sonra, İstanbul’da Başak Sigorta’da iş bulur. Şirkette kalıcı duruma gelince ailesini İstanbul’a taşımak ister.

Turan dede, “Ben oralarda yaşayamam. Ben bahçesi olan, hayvanları olan bir yerde yaşamak isterim” demesine rağmen, bu göçü önleyemez. Turan dede, Havza’da kalmaktan yanadır. Havza’daki kızının ve damadı Nazmi Usta’nın kendisine sahip çıkmasını, gitme, bizim yanımızda kal demesini beklemektedir. Fakat ne kızı, ne damadı böyle bir teklifte bulunmaz. Geleneğe göre, erkek evlat babasına bakmakla yükümlüdür. Yola çıkacakları son gece, Havza’da kızına ve torunlarına “Kuzular, artık gideceğiz. Gene yolculuk göründü dedenize. Sizi bir daha göremem. Ben fazla yaşamam oralarda” diyerek sarılıp hepsini öper.

Turan dede ve ailesi 1971 yılı sonbaharında İstanbul Mecidiyeköy’de, Gülbağ mahallesine yerleşir. Turan dede İstanbul’da sıkılır. Beton binalar arasında bunalır. İstanbul’da kendine uygun bir iş bulamaz. 1972 kışında rahatsızlanır, Havza’yı, hatta köyünü özler. Son sözleri de “Meldiye geldi mi?” olur. Kızını, biricik kızını, ayrı kalmaya dayanamadığı kızını sorar. 10 Şubat 1971 günü sabaha doğru dünyaya gözlerini kapar. Seksen dört yıllık, acılarla, ıstıraplarla dolu, çileli bir ömür sona erer. Turan dedenin cenazesi, ikinci memleketi bildiği Şeyhkoyun köyüne getirilir, çok sevdiği dağların eteklerine gömülür (Özyürek, 2011: 221-234).


Sonuç

Lozan Antlaşması’yla gerçekleşen Türkiye’deki Ortodoks-Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Müslüman-Türklerin Türkiye’ye zorunlu göçü, Türk tarihinin en önemli, en acı, en acı trajik olaylardan biridir. Bu antlaşma ile bugün için bile sayısını kesin olarak bilmediğimiz yüz binlerce insan, yüzyıllarca yaşadıkları topraklardan göç etmek zorunda kalır.

Bu büyük trajedi, belki de tarihi ve sosyolojik bir zorunluluktur. Fakat sebebi veya sebepleri ne olursa olsun, her iki toplumda da büyük bir travmaya sebep olduğu açıktır. Resmi rakamlarda göre Müslüman Türklerin bu göç esnasında, yolda, vapurdan indirilip misafirhaneye giderken, misafirhanede ve iskânın ilk günlerinde toplam 3.819 kayıp vermesi bile, yaşanan trajedinin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir (Arı, 2012: 93).

Türk tarihinin bu büyük olayının son yıllara kadar, tarihi ve sosyolojik araştırmalara konu olmaması, tarih kitaplarında pek bahsedilmemesi, bazı küçük istisnalar dışında Türk edebiyatında pek işlenmemesi üzerinde durulması, sebepleri araştırılması gereken bir konudur.

Ali Ezger Özyürek bu trajik olayı, yüz binlerce Müslüman –Türk’ün tarifi imkânsız acılarla dolu hayat hikâyesini, kendi ifadesiyle “belgesel bir roman” olarak nitelediği eserinde çok canlı bir şekilde anlatmasını bilmiştir. Yazar bunu yaparken, yakın akraba ve çevresinin anlattıklarından hareket etmiş, onların anılarını tarihi kaynaklardan da yararlanarak bir bütün halinde ustalıkla kurgulamıştır.

Özyürek bu romanıyla bize, yıllarca unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz, milyonlarca evlâd-ı fatihânın yıllarca süren göçünden bir kesit sunmuştur. Bizi biz


yapan değerleri, yeni Türkiye’nin kuruluş, yeniden inşa ediliş öyküsünü, son derece sade, duru, pürüzsüz ve heyecan dolu üslubuyla anlatmış, bizi tarihimizin pek de bilmediğimiz bir dönemi üzerinde düşündürmüştür.


KAYNAKLAR

ARI, Kemal (2012), Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923- 1925), 6. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

ARI, Kemal (1991), “Cumhuriyet Döneminin İlk Yıllarında Türkiye’de Mübadele, İmar, İskân İşleri ve Mustafa Necati”, Mustafa Necati Sempozyumu (Kastamonu, 9-11 Mayıs 1991), Ankara, 1991, s. 44-47.

FINDLEY, Carter V. (2011), Modern Türkiye Tarihi İslam, Milliyetçilik

ve Modernlik 1789-2007, (Çev: Güneş Ayas), Timaş Yayınları, İstanbul.

İNALCIK, Halil (2009), Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmaları I, 36. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.

LEWİS, Bernard (1991), Modern Türkiye’nin Doğuşu, 4. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.

MİLLAS, Herkül (14 Şubat 2012), “Etnik Arındırma ve Sonrası”, Zaman, Sayı: 16960, s. 22.

ÖZTUNA, Yılmaz (1977), Büyük Türkiye Tarihi, 2. Cilt, Ötüken Yayınevi, İstanbul.

ÖZYÜREK, Ali Ezger (2011), Muhacirler (Bitmeyen Göç), 3. Baskı, Alter Yayıncılık, Ankara.

TUNCAY, Mete (2005), Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması 1923-1931, 4. Baskı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.

ZÜRCHER, Erik Jan (2004), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çev: Yasemin Saner Gönen), 18. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul.